Uluslararası çoksatan Çizgili Pijamalı Çocuk’un yazarı John Boyne’dan, masalsı öğelerle bezeli dokunaklı bir roman: Ormanın Kalbindeki Çocuk.
Daha önce Nuh Arpasuyu Evden Kaçıyor adıyla yayımlanan ve üç ayrı baskı yapan Ormanın Kalbindeki Çocuk, gözden geçirilmiş yeni baskısıyla edebiyatseverlerin beğenisine sunuluyor.
Sekiz yaşındaki Nuh, sorunlarından uzaklaşarak kaçabileceğini düşünür ve yaşadığı ürkütücü gerçekler nedeniyle her şeyi arkasına bırakarak gizlice evini terk eder. Gün ağarmadan yola koyulan Nuh, yürüyerek birkaç köyü geçtikten sonra olağanüstü özelliklere sahip bir ağaçla karşılaşır. Geç olmadan buranın bir oyuncakçı dükkânı olduğunu keşfeden kahramanımız, bir anda kendini kuklalarla çevrili bir dünyada bulur. Konuşan bir saatin, katlar ve odalar arası koşuşturan bir kapının, sürekli hareket halindeki döşemelerin göze çarptığı bu tuhaf yer aynı zamanda yaşlı bir oyuncak ustasının da evidir.
Nuh, burada yaşayan ustayla kısa sürede arkadaş olur. Küçük çocuğun merakla kapağını açtığı bir kutunun içinden çıkan kuklalar, yaşlı adama unutmaya yüz tuttuğu birçok ilginç hikâyeyi anımsatır…
Bu küçük çocuk, havuzu kumsala dönüştürebilen, okuldan kaçırıp onu panayıra götüren “mükemmel” annesinden neden kaçmaktadır? Nuh’un gerçeklerden uzaklaşmak ve hayatın acılarını unutmak için atıldığı macera, düşünmekten kendini alıkoyamadığı o korkunç “şey”le yüzleşmesine yardımcı olacak mıdır? Oyuncak ustasının kuklalar aracılığıyla anlattığı hikâyelerle kendi yaşamını sorgulayan Nuh evine geri dönecek midir?
Gerçeküstü sürprizlerle donatılmış büyülü bir evrene açılan Ormanın Kalbindeki Çocuk, Pinokyo’ya ve ustası Gepetto’ya saygı duruşunda bulunarak çağdaş bir masala dönüşüyor.
Hayatın kaçınılmaz tek gerçeği üzerine düşündüren bu etkileyici roman okurlarını sıra dışı bir umut yolculuğuna çıkarıyor…
Birinci Bölüm
İlk Köy
Nuh Arpasuyu sabahleyin erkenden evden çıktı. Güneş daha yükselmemiş, köpekler havlamaya başlamamış, tarlaların üzerine düşen çiy henüz durmamıştı. Yatağından çıkıp geceden hazırladığı giysileri kuşandı, nefesini tutarak sessizce aşağı indi. Basamakların üçü, tahtaların birbirine çok iyi tutturulmadığı yerlerde gıcırdıyordu. Bu yüzden, olabildiğince az gürültü çıkarmaya çalışarak o basamakların üzerine çok yavaş bastı. Holde paltosunu askıdan aldı, ama evden çıkana dek ayakkabılarını giymedi. Küçük yol boyunca yürüyüp bahçe kapısını açtı, kapıdan geçip kapıyı tekrar arkasından kapadı. Anne babası ayakları altında gıcırdayan çakılların sesini duyar da merak edip aşağıya iner diye olabildiğince yavaş yürüyordu. Bu saatte hava hâlâ karanlıktı, Nuh ilerde kıvrılıp yokuş yukarı devam eden yolu seçebilmek için gözlerini kısıp baktı. Hava aydınlandıkça gölgeler içinde saklanabilecek tehlikeleri fark edebilmesi mümkün olacaktı. İlk 20 – 30 kilometrenin sonuna geldiğinde, evini uzaktan son kez görebileceği o dönemeçte durup, mutfak bacasından çıkarak kuzeye doğru kıvrıla kıvrıla uzanan dumana baktı ve kendisinin evden sonsuza dek ayrıldığından habersiz, güven içinde sıcacık yataklarında yatan anne babasını düşündü. Hiç aklında olmamasına rağmen, azıcık üzüntü duydu.
Acaba doğru şeyi mi yapıyorum, diye düşündü; zihnine hücum eden mutlu anıların oluşturduğu koca bir battaniye, daha yeni, kederli anıların üstünü örtmeye çalışıyordu. Ama başka seçeneği yoktu. Burada kalmaya daha fazla katlanamazdı. Kimse bunun için onu suçlayamazdı elbette. Her neyse, belki de en iyisi gidip bu dünyada kendi yolunu bulmasıydı. Her şey bir yana, artık sekiz yaşındaydı ve gerçek şu ki hayatında henüz pek bir şey yapmamıştı. Sınıfındaki oğlanlardan biri, Charlie Charlton, daha yedi yaşındayken gazetede boy göstermişti, çünkü Kraliçe köydeki bütün nine ve dedelere hizmet verecek bir gündüz bakımevinin açılışı için köye geldiğinde, ona bir demet çiçek sunma ve Buraya gelebilmiş olmanızdan dolayı ÇOK mutluluk duyduk, Majesteleri, deme işi için o seçilmişti.
Charlie buketi sunarken, yüzünde Alice Harikalar Diyarı’ndaki Cheshire kedisi gibi bir sırıtışla fotoğrafı çekilmişti, Kraliçe’nin suratında ise sanki kötü bir koku almış da bu konuda bir şey söyleyemeyecek denli terbiyeliymiş gibi bir ifade vardı; Kraliçe’nin yüzündeki bu ifadeyi daha önce de görmüştü ve her seferinde içinden kıkırdamak gelmişti. Fotoğraf ertesi gün okulun ilan tahtasına asılmış ve birisi –kesinlikle Nuh değil– Majesteleri’nin yüzüne bir bıyık çizip, ağzından çıkan bir konuşma baloncuğuna, okul müdürü Bay Tushingham’ın az daha yüreğine inmesine sebep olacak çok terbiyesiz sözcükler yazana dek de orada kalmıştı.
Bütün bunlar korkunç bir skandala neden olmuştu, ama en azından Charlie Charlton’un yüzü gazetelerde görülmüş ve birkaç günlüğüne de olsa okul bahçesinin gözdesi o olmuştu. Bununla karşılaştırıldığında, Nuh hayatında ne yapmıştı peki? Hiçbir şey. Daha birkaç gün önce başardığı şeylerin bir listesini çıkarmaya kalkmıştı ve sonuç şuydu işte:
1. On dört kitabı baştan sona okudum.
2. Spor Bayramı’nda 500 metrede bronz madalya
kazandım, eğer Breiffni O’Neill silah atılmadan
fırlayıp erken çıkış yapmasaydı gümüş madalya
kazanacaktım.
3. Portekiz’in başşehrini biliyorum. (Lizbon.)
4. Yaşıma göre ufak olabilirim ama sınıfın en zeki yedinci erkek çocuğu benim.
5. Harika hecelerim.
Sekiz yaşında beş başarı, diye düşünmüştü o an, sonra da öğretmenleri Bayan Parlak ne zaman bunu birinin yaptığını görse, çığlıklar atıp kendilerini zehirleyeceklerini söylemesine rağmen, başını sallayıp kalemin ucunu ağzına sokmuştu. “Her yıla bir başarı,” diyecekti ama olmuyordu. Neydi peki? Bunun üzerine düşünerek küçük bir kâğıt parçası üzerinde hızlı hızlı hesaplamalar yaptı ve evet: “Her yıl, yedi ay, altı güne bir başarı. Pek de etkileyici değil.” Kendi kendine, evi terk etmesinin sebebinin bu olduğunu söylüyordu, çünkü bu, esas sebepten daha maceracı görünüyordu. Esas sebep üzerinde düşünmek istemiyordu. En azından sabahın bu erken vaktinde değil.
İşte şimdi kendi yolundaydı, savaşa giden genç bir asker gibi. Hepsi bu işte, diye düşünerek arkasına döndü. Bir daha bu evi hiç görmeyeceğim! Sonra da, yeni seçimlerin yaklaştığını bilen bir adam edasıyla ağır ağır yoluna devam etti, belediye başkanı seçilme şansı vardı. Kendinden emin görünmesi önemliydi, bunun farkına çok önceleri varmıştı. Ne de olsa yetişkinlerin, yalnız başlarına seyahat eden çocukların bir suç işlemeyi planladıklarına inanmak gibi tuhaf bir eğilimi vardı. Hiçbiri, karşılarındaki kişinin dünyayı görmek ve büyük maceralar yaşamak için yola çıkan bir delikanlı olduğunu düşünmezdi. O kadar küçük kafalıydı işte bu büyükler. Pek çok sorunlarından biri de buydu.
Sanki tanıdığım birini görmeyi bekler gibi hep karşıya bakmalıyım, dedi kendi kendine. Nereye gittiğini bilen biri gibi davran, o zaman kimse seni durdurmaz ya da orada ne aradığını sormaz. İnsanları gördüğümde, diye düşündü, sanki çok acelem varmış da oraya zamanında varmazsam eşek sudan gelene kadar dayak yiyecekmişim gibi adımlarımı biraz açacağım. Çok geçmeden ilk köye vardı, tam da karnının biraz acıkmaya başladığını hissetmeye başlamıştı. Ne de olsa dün geceden beri hiçbir şey yememişti. Evlerin açık pencerelerinden yayılan pişmiş yumurta ve domuz pastırması kokusu sokakları tutmuştu. Dudaklarını yalayıp pencere denizliklerini gözden geçirdi. Okuduğu kitaplarda büyükler sık sık oralara sivri aşçı şapkaları içinde dumanı tüten tartlar ve kekler koyarlardı, böylece onun gibi aç oğlanlar gelip bunları çalabilirdi. Ne var ki görünüşe göre ilk köyde kimse bu kadar aptal değildi. Belki de henüz onun okuduğu kitapları okumamışlardı.
Derken şans yüzüne gülüverdi! Önünde bir elma ağacı belirmişti. Belki elma ağacı biraz önce de oradaydı, fakat en azından Nuh onun orada durduğunu görmemişti ama işte şimdi karşısındaydı. Sabah esintisi içinde gururlu ve heybetli duruyor, göğe yükseliyordu. Dalları, parlak yeşil elmalarla ağırlaşmıştı. Bir an durup keşfettiği şeyin mutluluğuyla sırıttı, çünkü elmayı o kadar çok severdi ki annesi dikkat etmezse günün birinde elmaya dönüşeceğini söylerdi. (Ve bu kesinlikle adının gazetelerde çıkmasına sebep olurdu.) Kahvaltı, diye düşündü ağaca doğru atılarak, ama o bunu yaparken ağacın dallarından biri –ona en yakın olan dal– sanki biraz yukarı kalkıp ağacın gövdesine doğru yaklaştı. Sanki Nuh’un hazinelerinden birini çalmayı planladığından haberdardı. “Ne kadar olağanüstü!” dedi Nuh tekrar ileri atılmadan önce bir an duraksayarak. Bu sefer ağaç kocaman bir homurtu çıkardı.
Bu ses, babasının gazete okurken çıkardığı seslere çok benziyordu; o zamanlar genelde Nuh babasına dışarı çıkıp futbol oynamaları için ısrar ederdi; ve onun adı Nuh, ağacın azıcık sola kayarak ondan uzaklaştığına, dallarını daha da gövdesine doğru çektiğine ve elmacıkların korkuyla hafif hafif titrediğine adının Nuh olduğu kadar emindi. “Ama bu olamaz,” diye düşündü kafasını sallayarak. “Ağaçlar hareket etmez ve elmalar kesinlikle titremez.” Ama bu ağaç hareket ediyordu. Kesinlikle hareket ediyordu. Hatta onunla konuşuyordu bile. Ama ne diyordu ki? Kabuğun altından hafif bir ses fısıldıyordu… Hayır, hayır. Lütfen, yapma. Sana yalvarırım. Hayır, hayır…
Eh, sabahın körü için bu kadar saçmalık yeter, dedi Nuh ve dokunur dokunmaz donup kalan ağaca doğru tekrar hamle edip üç elma kopardı –bir, iki, üç– ve dalı yerine dönmesi için bıraktı. Elmalardan birini sol cebine, birini sağ cebine tıkıştırdı, üçüncüsünden de zafer içinde kocaman bir ısırık aldı. Ağaç artık hiç kıpırdamıyordu; olsa olsa birazcık kendini salıvermiş gibiydi. “Eh, ne yapalım, açtım,” dedi yüksek sesle, sanki ağaca bir açıklama yapmak zorundaymış gibi. “Başka ne yapabilirdim ki?” Ağaç yanıt vermeyince Nuh da omuzlarını silkip uzaklaştı. Yaptığından dolayı kendini biraz suçlu hissediyordu, ama bu hisleri sanki kulağından çıkarıp uzaklaştırabilirmiş gibi hızlı hızlı kafasını salladı ve köyün çakıllı yolunda hoplaya zıplaya yürümeye devam etti. İşte tam bu sırada, arkasından biri seslendi, “Hey sen!”
. Arkasına dönünce hızlı hızlı ona doğru gelen bir adam gördü. “Seni gördüm!” diye bağırıyordu adam, bir yandan da parmağını havada tehditkârca sallıyordu. “Ne yaptığını sanıyorsun sen, ha?” Nuh bir an için donup kaldı, sonra dönüp koşmaya başladı. O kadar kolay yakalanmayacaktı. Onu eve geri göndermelerine müsaade edemezdi. Bu yüzden, bir anlık duraksamanın ardından, topukları üzerinde dönüp olanca hızıyla adamdan uzaklaşmaya koyuldu. Koşarken ardında bıraktığı toz kapkara bir bulut oluşturup sabahın geri kalanı boyunca ilk köyün üzerine yağıp durdu, bahçelerin ve yeni ekilmiş bitkilerin üzerini kapladı, köylüleri saatlerce öksürtüp tükürüğe boğdu;
Nuh’un yarattığından haberinin bile olmadığı bir felaketin izleri tüm köyü kapladı. Aslına bakılırsa, Nuh artık takip edilmediğinden emin olana dek yavaşlamadı ve yavaşladığında da sol cebindeki elmanın koşarken düşmüş olduğunu fark etti. Boş ver, diye düşündü, sağ cebimde hâlâ bir tane var ya. Ama hayır, o da düşüp gitmişti, hem de düştüğünü duymamıştı bile. Can sıkıcı, diye düşündü. Ama en azından elimde bir tane var… Ama hayır, yolda bir yerlerde o da yok olmuştu ve Nuh onun da düştüğünü fark etmemişti. “Ne kadar olağanüstü!” diye düşündü yoluna devam ederek, ama doğrusu birazcık cesareti kırılmıştı, hâlâ ne kadar aç olduğunu düşünmemeye çalışıyordu. Hepsi hepsi bir ısırıktı, sekiz yaşında bir çocuk için pek de doyurucu bir kahvaltı sayılmazdı, hele hele dünyayı görmek ve büyük maceralar yaşamak için yola çıkan birine…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıOrmanın Kalbindeki Çocuk
- Sayfa Sayısı184
- YazarJohn Boyne
- ISBN9786052853085
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yeşil Ev ~ Mario Vargas Llosa
Yeşil Ev
Mario Vargas Llosa
Yapı bittiğinde Don Anselmo onu tepeden tırnağa yeşile boyatmaya karar verdi. Güneş ışınlarının değer değmez çiçekbozuğu yansımalarla kırılıverdiği duvarları gören çocuklar bile şaşıp kaldı,...
- Soğukkanlılıkla ~ Truman Capote
Soğukkanlılıkla
Truman Capote
“İnsan bir hiçti, bir toz bulutu, gölgeler tarafından yutulacak bir gölge.” 1959 yılının sonbaharında bir gece, ABD’nin Kansas eyaletinin küçük bir kasabasında yaşayan bir...
- Sahilde ~ Ian McEwan
Sahilde
Ian McEwan
“Sahilde” 1962 yılı. Dorset kıyılarına balayına gelmiş iki genç: Florence ve Edward. Biri seçkin bir aileden bir müzisyen; diğeri daha mütevazı bir aileden, tarih...