“Kazı”, klasik öykünün kalıplarını bozarak yeni bir anlatı dili geliştiren 1950 Kuşağı’nın ele avuca sığmaz yazarı Orhan Duru’nun onuncu öykü kitabı.
Kitaba adını veren büyük öykü “Kazı”da yazar hüzünlü bir ruh haliyle geçmiş zamanın izini sürüyor; çocukluk ve okul yıllarının zaman ve mekânlarında yürüttüğü kazılardan çıkan yaşantıları öyküleştiriyor. Öbür öykülerdeyse günlük yaşamın düşlerle sarmalanmış parçaları büyük bir ustalıkla kristalize ediliyor.
“Büyük kentler iyi gelmiyor bana. Oralarda düşlerimi de yitiriyorum. Karanlık sokaklarda geziyorum, çöplükler arasında dolaşıyorum, kirli ve zehirli hava kokluyorum, yorgunluktan ölü gibi gelip yatıyorum ve sabah hiç düş görmemiş gibi uyanıyorum. Belki görüyorum ama anımsamıyorum. Anımsama düşün bir parçası. Bir düşü anımsamıyorsam neye yarar?”
*
Kazı
Sokak genişti. Parke taşlarıyla döşeliydi. Üç katlı eski bir evin kapısından uzun boylu, zayıf bir adam çıktı. Kapının yanında kara bir tabela asılıydı. Üzerinde ne yazılı olduğu iyi okunamıyordu. Tam karşıda bir manav oturduğu yerde elmaları önlüğüne siliyordu. Adamın sırtında eski bir pardösü vardı. Pardösünün kolları ve etekleri yanmıştı. Yakası kirden kapkara. Gökyüzüne, karşısındaki evlere baktı. Pancurlu, parmaklı, pencereleri kafesli evler. Eski ahşap, kapkara yüzleri sokağa dönük, birbirine yaslanmış evler. Elinde küçük kutular vardı adamın. Saçı uzamış, ensesinde kıvrım kıvrım olmuştu. Yollar ıslaktı. Biraz önce yağmur yağmıştı, belki. Yürümeye başladı adam ve gittikçe hızlandı. Gözleri yarım metre önüne bakıyordu. Her yeni sokak bir önceki sokağa benziyordu. Aynı evler, aynı pencereler, aynı sarkmış, kopmuş, çürük tahtalar evlerin duvarlarını örten. Arada çinkoyla kaplı evler ortaya çıkıyor, biraz değişiklik katıyordu manzaraya. Sonra bu düz ayak, parke döşeli sokaklar bitti. Hızla bir yokuşu tırmanmaya başladı adam. Bahçe duvarlarının gerisine çekilmiş büyük eski konaklar vardı şimdi yolun sağında ve solunda. Yokuşun iki yanı duvarla örtülü gibiydi boş bir iki arsayı saymazsak. Yokuş parlak, kaygan, mavimtırak renkli, düzensiz biçimli taşlarla kaplanmıştı. Taşlar yolun sağında, solunda serpilmiş gibi, gelişi güzel yayılmış gibiydi. Ama ortada aynı cinsten taşların büyüklükleri ve düzgün olanları bir çizgi meydana getirmek üzere sıralanmıştı. Daha doğrusu tespih dizisi gibi. Bu çizgi yokuşun en ucuna kadar sürüyor, yan sokaklardan gelen buna benzer çizgilerle birleşiyordu. Yağmur yağdığı zaman sular bu çizginin çevresinde aksın diye aşağılara doğru. Yokuşun yukarılarında bir duvara yapışık, toprağa gömülü, kuru, eski bir çeşme. Üzerinde eski yazılar.
Yeşil kapılı bir evden içeri girdi. Bir taşlık. Karşıda bir mutfak. Mutfak kapısı bahçeye açılıyor. Yavaş yavaş üst kata kadar çıktı karanlık merdivenlerden. Üst kat iyi döşeliydi. Yerler muşamba. Buz camlı bir kapıdan geçti. Ayakkabılarını çıkardı. Pardösüsünü çiviye astı. Bir odaya girdi. Odada, denize bakan pencerelerin yanındaki karyolada yaşlı bir kadın yatıyordu. Kadın sırt üstü yatıyor, güçlükle soluk alıyordu. İnliyordu. Gözleri kapalıydı. Beyaz saçları yayılmıştı yastığın üzerine. İki pencere bir ayna vardı. Aynanın üzerinde tö-
ren elbisesini giymiş bir subay resmi asılı. Daha yukarda eski yazı bir şey. Yazıyı bir kayığa benzetmeye çalışmıştı yazan kimse. Yüz kürekli bir kayık. Tam aynanın karşısına oturdu. Aynaya baktı. Bıyıkları aşağı doğru bükülüyordu. Tepesi burnunun bitim yerine gelmek üzere bir geniş açı yapıyordu bıyıklar. Kavun biçimi bir baş, yandan bakınca. Sandalye üzerinde azıcık öne eğilmiş aynaya bakıyordu. Sırtı kamburca. Öylece durdu. Ayak ayak üzerine attı. Odaya bir kız, bir de yaşlı bir kadın girdi. Kız sordu: “Ne oldu?” Kutuları gösterdi ona.
“Saat dörtte gelecek iğneleri yapmaya.”
“Ya evi bulamazsa” dedi kız. “Ya evi bulamazsa.” Uzun bir boyun üzerinde yuvarlak bir yüzü vardı kızın.
“Hastayı buraya getirin” dedi beyaz gömlekli, kara bıyıklı adam. Oda muşamba döşeliydi. İlaç kokuyordu. Kıyıları beyaza boyanmış camlı dolaplarda parlak, nikelajlı sıra sıra şırıngalar, pensler, bisturiler, pamuklar üstünde yatıyordu. Geride, odanın derinliklerinde, gidilemeyecek kadar uzak bir köşede muşamba kaplı bir sedir. Sarımsı, sinek lekeleriyle kaplı pis bir kordonun ucunda tozlu bir elektrik lambası. Elektrik yanıyordu gündüz olduğu halde. Pencerelerde paslı parmaklıklar. Parmaklıkların ötesinde bir duvar. Yukardan hafif bir aydınlık geliyor. Dışarının aydınlığı belki de. Duvar üst üste konmuş tuğlalardan yapılmıştı. Tuğlaların arasından boz renkte harç, pörtlemiş, küçük yuvarlaklar, aşağıya doğru akıp gitmeye hazır sarkıtlar biçiminde donmuş kalmıştı.
“Hastayı getirin, iğneleri yapalım efendim” dedi adam, tam bir umursamazlıkla. Elimde kutular, kutuların içinde ilaç dolu ampuller. Öyle ayakta dikiliyorum. Beyaz gömlekli adamın arkasında yarı aralık, kahverengi, tahta bir kapı. Tokmağı yuvarlak, kaygan, üzerinde cılız bir yankı. İşığın yankısı. Kapının aralığında anlamsız bir karanlık.
Kapının dışında merdivenler, yukarı çıkan, aşağı inen merdivenler. Yürürken gıcırdıyordu. Tahta basamakların ortaları iyice aşınmıştı inile çıkıla. Demek belki yüzlerce kişi, yıllarca bu basamaklardan…
Merdivenin yanında yaslanınca sallanan korkuluk. Yağlı, pis, el sürülünce bir şeyler bulaşıyor. Her katın sahanlığında küçük bir elektrik lambası. Sarı, soluk bir ışık yayıyor. Hayır. Kapının dışında hiçbir şey yoktu. Karanlık, anlamsız, uzun, dikdörtgen biçimde bir karanlık. O kadar. İçeri girerken kapıyı kapamamış mıydım? Yoksa beyaz gömlekli adam bir an önce gitmem için aralık mı bırakmıştı kapıyı?
Anlaşılmaz bir şeyler söyledi. Dudakları açılıp kapanınca, aralarından bir altın diş görünüyordu. Dişlerinin arkasında, daha çok sesli harfleri söylerken, kırmızı derili küçük bir hayvan gibi dili oynuyor, öteye beriye gidiyordu. Dolapları açıp, şırıngalarını gösteriyordu bana adam. Küçük, camdan yapılmış, içi boş silindirler. İçlerinde küçük, iç çaplarına uygun birer piston. Üzerinde enlemesine çizgiler camin.
Rakamlar.
Kapının aralığında bir çocuk başı belirdi. Bir şeyler söyleyip gitti. “Geliyorum, geliyorum” dedi beyaz gömlekli adam karanlığa doğru. Yoksa karanlıkta mı duruyordu çocuk?
“Gelemem” dedi adam. “Hastayı buraya getirin. Hem o iğneleri yapacak büyüklükte şırıngam yok. Bakın, bakın. Yok. Bendekiler…” “Komada, gelemez” dedim adama.
Kapının dışında bir merdiven sola dönerek aşağılara doğru iniyordu. Bir kat aşağıda pişmiş soğan kokusu bütün merdiveni kaplamıştı. İki kat aşağıda merdiven dış kapıya açılıyordu. Kapının yanında camla kaplı kara bir tabela. Sarı, yaldızlı harflerle “Fenni Sünnetçi, İğneci” yazılı üzerinde. Dışarı aydınlıktı. Güneş yoktu ama yeteri kadar aydınlıktı ortalık.
Şimdi daha iyi görüyordum muşamba kaplı sediri. Baş tarafı hafifçe kalınlaşıyordu, altına yastık konulmuş gibi. Yan tarafta katlanmış koyu renkte bezle kaplı bir paravana.
Adam ellerini cebine sokup çıkardı. Küçük, temiz, tombul, kıllı eller. Parmakları ikinci ve üçüncü boğumlarında ve bilekten başlayarak dışa doğru koyulaşmak üzere kıllı. Dolaplardan birini yeniden açıp kapadı.
Kapının aralığında bir çocuk başı belirdi. “Yemek hazır, baba”
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıKazı
- Sayfa Sayısı80
- YazarOrhan Duru
- ISBN9789750854033
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Serap ~ Mehmet Rauf
Serap
Mehmet Rauf
“O zaman boynunu bükerek bütün bu parlak hülyaları, bütün muhteşem emelleri doğuran gençliğin sırf bir yalandan ibaret olduğunu tasdik ediyordu: serap, serap… Bütün gençlik...
- Küçük Harfli Mutluluklar ~ Haldun Taner
Küçük Harfli Mutluluklar
Haldun Taner
“Böylece yaz geçti, güz geçti, kış geçti. İlkbahar gelip de mayıs güneşi bir genç kızınkine benzeyen ılık nefesini tabiata hohlayınca bademler birden beyazlara büründü....
- Âlemciler ~ Zafer Doruk
Âlemciler
Zafer Doruk
“Minibüstür kuş olur, kuştur uçar. Canım sağolsun dersin geçersin.” Zafer Doruk’un Âlemciler’i işte böyle bir dünyada yaşıyor. Kuşçu Kâmil, Memiş Emmi, Şaşı Ömer, Ebleh Hasan,...