Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Öpüşünde Saklı
Öpüşünde Saklı

Öpüşünde Saklı

Banu Belgi, Julia Quinn

Gareth St. Clair ciddi bir çıkmazdadır. Ondan nefret eden babası St. Clair mülkünü ve mirasını mahvetme yolunda ilerlemektedir. Gareth’ın elindeki tek şey geçmişin sır…

Gareth St. Clair ciddi bir çıkmazdadır. Ondan nefret eden babası St. Clair mülkünü ve mirasını mahvetme yolunda ilerlemektedir. Gareth’ın elindeki tek şey geçmişin sır perdesini kaldırabilecek ve geleceğin anahtarı olan eski bir aile günlüğüdür. Sorun şudur ki günlük İtalyanca kaleme alınmıştır ve genç adam bu dilde tek bir kelime dahi bilmemektedir.

Sosyete bir konuda hemfikirdir: Hyacinth Bridgerton kimselere benzememektedir. İnanılmaz derecede zeki ve açıksözlüdür. Fakat ona dair bir şey – çekici ve eziyet verici – Gareth’ı nedense etkisi altına alır.

Her yıl düzenlenen Smythe-Smith Müzikali’nde ikilinin yolları kesişir. Hyacinth İtalyancası mükemmel olmasa da ona günlüğü çevirmeyi teklif eder. Fakat gizemli satırları incelerken peşine düştükleri tüm soruların cevabını birbirlerinde bulurlar. Artık hiçbir şey kusursuz tek bir öpücük kadar saf değildir…

“Günümüzün Jane Austen’ı.”
Jill Barnett

“Tam anlamıyla kusursuz bir hikâyeci.”
Publishers Weekly

***

Önsöz

1815, hikâyemiz başlamadan on yıl önce…

Gareth St. Clair’in akıl sağlığını ve neşesini koruyabilmesi adına babasıyla ilişkisini yönetirken güvendiği dört ana kural mevcuttu.

Bir: Gerçekten gerekli olmadığı sürece konuşmazlardı.

İki: Gerçekten gerekli olan konuşmaların tümü olabildiğince kısa tutulmalıydı.

Üç: Basit selamlaşmalardan daha fazlasının konuşulması gerekiyorsa üçüncü bir şahsın ortamda bulundurulması en iyisiydi.

Ve nihayetinde dört: Gareth’ın birinci, ikinci ve üçüncü kuralları uygulayabilmesi için okul tatillerini arkadaşlarıyla geçirebilmesini sağlayacak, olabildiğince çok davet almasına yol açacak biçimde davranması gerekliydi.

Başka bir deyişle evde geçirmemesini sağlayacak.

Daha açık bir şekilde söylemek gerekirse… Babasından uzakta geçirmesini sağlayacak.

Gareth bu konuyu düşündüğünde – ki kaçınma taktiklerinde hüner kazandığı için bunu çok sık düşünmezdi – kurallarının gayet işine yaradığına kanaat getirirdi.

Richard St. Clair’in en küçük oğlundan, onun kendisinden hoşlandığı kadar hoşlandığı hesaba katıldığında, taktikleri babasının da işine geliyordu tabii. Kaşlarını çatan Gareth, okuldan eve çağrılmasıyla yaşadığı şaşkınlığın sebebinin bu olduğunu düşündü kaşlarını çatarak.

Ve buna zorunlu tutularak.

Babasının uzun mektubunda herhangi bir anlam karmaşasına yer yoktu. Gareth’ın acilen Clair Malikânesi’ne gitmesi gerekiyordu.

Bu durum çok rahatsız ediciydi. Eton’da geçirilecek son iki ayı kalmıştı ve hayatı okuldaki çalışmalar, oyunlar, yerel hana yapılan kaçamaklar, şarap ve kadın karışımından ibaret olan uzun gecelerden ibaretti.

Hayatı tam da on sekiz yaşında bir delikanlının isteyebileceği gibiydi. Ve yaptığı varsayımlar doğrultusunda, babasının gözüne görünmemeyi başarırsa on dokuz yaşında da hayatının benzer şekilde devam edeceğine inanıyordu.

Sonbaharda bütün yakın arkadaşlarıyla beraber Cambridge’e gidecekti ve sosyal hayatıyla çalışmalarını orada da aynı şevkle sürdürme niyetindeydi.

Clair Malikânesi’nin giriş salonunda etrafa göz gezdirirken, aslında sabırsızlığının dışa vurumunu ortaya koyan ama kulağına olabilecek en uç noktada gergin gelen bir şekilde iç geçirdi.

Baron – babasına bu şekilde hitap ediyordu – ondan ne istiyor olabilirdi? Çok uzun bir süre önce küçük oğluyla işinin bittiğini, eğitim masraflarını da sadece kendisinden beklendiği için karşıladığını açıklamıştı.

Herkes bunun ne anlama geldiğini biliyordu: Gareth doğru dürüst bir okula gönderilmezse bu durum komşuları ve arkadaşlarına kötü görünebilirdi.

Gareth’ın babasıyla yolu kesiştiğinde, baron görüştükleri süre boyunca aslında oğlunun nasıl bir hayal kırıklığı olduğunu anlatıp dururdu.

Ve bu durum Gareth’ın babasını daha da fazla hayal kırıklığına uğratma isteğini körüklerdi. Ne de olsa beklentilere uygun yaşamak gibisi yoktu.

Kâhyanın baronu çağırmasını beklerken kendi evine yabancı olduğunu hissederek ayağını sabırsızlıkla yere vurdu. Son dokuz yıldır burada o kadar az zaman geçirmişti ki herhangi bir bağlılık hissedebilmesi çok zordu. Ona göre burası şu anda babasına aitti ve zaman içinde doğal olarak ağabeyi George’a kalacak bir taş yığınından başka bir şey değildi. St. Clair servetinden ya da malikânesinden ona hiçbir şey kalmayacaktı, bu yüzden bu dünyada kendi yolunu bizzat çizmesi gerektiğini çok iyi biliyordu. Cambridge’den sonra orduya katılmayı düşünüyordu, kabul edilebilir bir diğer ve maalesef tek seçenek ise din adamlığıydı ki Tanrı biliyor bu olasılık kesinlikle ona uygun değildi.

Annesi bir trafik kazasında öldüğünde Gareth beş yaşında olduğundan ona dair çok az anısı vardı, fakat buna rağmen hiçbir şeyi ciddiye almayışı karşısında annesinin gülümseyerek saçlarını okşadığını hatırlıyordu.

“Benim küçük şeytanım…” derdi annesi, sonrasında fısıldayarak sözlerine devam ederdi. “Bunu sakın kaybetme. Ne yaparsan yap, bunu sakın kaybetme.”

Kaybetmemişti. İşte bu yüzden İngiltere Kilisesi’nin kendisini saflarına katılmış görmeyi isteyeceğinden şüphe duyuyordu.

“Bay Gareth.”

Gareth kâhyanın sesini duyunca başını kaldırdı. Guilfoyle her zamanki gibi soru içermeyen, düz bir cümle kurmuştu.

“Babanız sizi şimdi görecek.” Ses tonunu değiştirmeksizin konuşmasını sürdürdü: “Kendisi çalışma odasında.”

Gareth başını sallayarak yaşlı kâhyayı onayladı ve evde en az sevdiği yer olan çalışma odasına doğru ilerledi. Burası babasının onu azarladığı, ona değersiz olduğunu söylediği, buz gibi bir ses tonuyla ikinci bir çocuğa asla sahip olmamalıydım dediği, onun ailenin maddi kaynaklarını kurutmaktan başka hiçbir işe yaramadığını ve onuruna sürülmüş bir leke olduğunu ifade ettiği yerdi.

Odanın kapısını çalarken hayır diye düşündü. Burada mutlu tek bir anısı dahi yoktu.

“Gir!”

Gareth ağır meşe kapıyı iterek açıp içeri girdi. Baron çalışma masasında oturmuş, önündeki kâğıda bir şeyler yazıyordu. Gayet iyi görünüyordu. Her zaman iyi görünürdü. Onu kahrolası bir insan müsveddesi gibi görmek Gareth için çok daha kolay olurdu, fakat hayır, Lord St. Clair oldukça formda ve güçlüydü, hatta ellili yaşından en az yirmi yaş daha genç görünen bir fiziğe sahipti.

Gareth gibi birinin saygı duyacağı türden bir erkek görünümündeydi.

Ve reddedilişinin acısının böylesi zalim bir boyuta taşınmasının sebebi de buydu.

Genç adam sabırla babasının başını kaldırmasını bekledi. Kaldırmayınca, boğazını temizledi.

Cevap yoktu.

Öksürdü.

Tepki yoktu.

Dişlerini sıktığını hissetti. Bu babasının rutiniydi: Fark edilemeyecek kadar önemsiz bulduğunu hatırlatırcasına Gareth’ı mümkün olduğunca uzun bir süre görmezden gelmek.

Gareth, “Efendim,” demeyi düşündü. “Lordum,” demeyi düşündü. Hatta baba kelimesini kullanmayı bile düşündü, ancak sonunda sadece kapının sövesine yaslanıp ıslık çalmaya başladı.

Babası anında başını kaldırıp, “Kes,” dedi.

Gareth alaycı bir şekilde tek kaşını kaldırarak sessizliğe büründü.

“Ve düzgün dur! Tanrı Aşkına…” Hırçın bir ses tonuyla sözlerini sürdürdü: “Islık çalmanın terbiyesizlik olduğunu sana daha kaç kez söylemem gerek!”

Gareth bir saniye duraksadıktan sonra cevap verdi. “Buna cevap vermem mi gerekiyor, yoksa retorik bir soru muydu?”

Babasının yüzü kıpkırmızı kesildi.

Gareth yutkundu. Bunu söylememesi gerekiyordu. Kasıtlı olarak kullandığı alaycı tonlamanın babasını çileden çıkardığını biliyordu ama bazen çenesini kapalı tutmak o kadar zor geliyordu ki. Baronun beğenisini kazanabilmek için yıllarını harcamış ve nihayetinde yenilgiyi kabullenip bundan vazgeçmişti.

Yaşlı adamı verdiği mutsuzluk kadar mutsuz edebiliyorken az da olsa tatmin oluyorsa varsın öyle olsun! Fırsatını bulduğuna göre mümkün olduğu kadar bundan keyif almalıydı, öyle değil mi?

“Burada olmana şaşırdım,” dedi babası.

Gareth şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı. “Gelmemi siz istediniz.” Ve acınacak gerçek şuydu: Bu zamana dek babasına hiç karşı gelmemişti. Sözleriyle her tavrına ve hareketine küstahlıkla arsızlık katmış, fakat asla gerçek anlamda ona karşı gelmemişti.

O sadece acınası bir korkaktı.

Hayallerinde babasına karşı koyar, onunla ilgili ne düşündüğünü kelimesi kelimesine söylerdi ama gerçekte meydan okuması sadece ıslıklar ve isteksiz bakışlarla sınırlıydı.

Baron sandalyesinde arkasına yaslanarak, “Evet, istedim,” diye cevap verdi. “Bununla birlikte hiçbir emrimi doğru bir şekilde uygulayacağına inanarak vermem. İsteklerimi nadiren yerine getiriyorsun.”

Gareth hiçbir şey söylemedi.

Babası ayağa kalkıp üzerinde brendi dolu bir sürahi bulunan masaya doğru ilerledi. “Bütün bunların neyle ilgili olduğunu merak ediyor olmalısın.”

Genç adam kafasını salladı, ancak babası zahmet edip ona bakmayınca ekledi: “Evet efendim.”

Baron brendisinden oldukça büyük bir yudum alıp amber renkli sıvının tadını çıkarırken onu bekletmeye devam etti. Nihayet döndü ve kıymet biçercesine bakan soğuk gözlerini oğluna dikerek, “Nihayet St. Clair ailesine yararlı olabileceğin bir yol buldum,” dedi.

Gareth irkildi. “Buldunuz mu?”

Babası içkisinden bir yudum daha alıp kadehini bıraktı. “Kesinlikle.” Dönüp konuşmanın başından beri ilk defa direkt olarak oğluna baktı. “Evleniyorsun.”

Genç adam boğulurcasına, “Efendim?” dedi.

“Bu yaz,” diye onayladı Lord St. Clair.

Gareth düşmemek için bir sandalyenin arkasına tutundu. Tanrı aşkına daha on sekiz yaşındaydı. Evlenmek için çok gençti. Peki Cambridge ne olacaktı? Onu evli bir adam olarak alırlar mıydı? Peki ya karısını nereye yerleştirecekti?

Yüce Tanrım, diye düşündü. Kiminle evlenmesi gerekiyordu?

Baron, “Bu harika bir eşleştirme,” diye devam etti sözlerine. “Kızın çeyizi mali durumumuzu düzeltecek.”

“Mali durumumuz mu?”

Oğluna bakan Lord St. Clair’in gözleri kısıldı. Keskin bir sesle, “Boğazımıza kadar borca batmış durumdayız,” dedi. “Bir yıl sonra kalan her şeyimizi kaybedeceğiz.”

“Ama… Nasıl?”

“Eton ucuza gelmiyor,” diye terslendi baron.

Evet ama yine de aileyi sefalete düşürecek kadar pahalı olmadığı da kesindi. Gareth tüm bunların tamamen kendi suçu olamayacağını düşündü çaresiz bir halde.

“Her ne kadar hayal kırıklığı olsan da,” dedi baron. “Sana karşı olan sorumluluklarımdan hiç kaçınmadım. Bir centilmen olarak yetiştirildin. Kıyafetlerin, atın ve altında yaşayacağın bir çatın oldu. Artık bir erkek gibi davranmanın zamanı geldi.”

Gareth, “Kim?” diye fısıldadı.

“Ne?”

Biraz daha yüksek bir sesle, “Kim?” diye tekrarladı. Kiminle evlenmesi gerekiyordu?

Lord St. Clair alelade bir ifadeyle, “Mary Winthrop,” diye cevap verdi.

Genç adam vücudundaki bütün kanın çekildiğini hissetti. “Mary…”

“Wrotham’ın kızı,” dedi sanki Gareth onun kim olduğunu bilmiyormuş gibi.

“Ama Mary…”

“Sana harika bir eş olacak. İtaatkâr biri, ayrıca şehirde o aptal arkadaşlarınla zaman geçirmek istediğinde onu taşrada bırakabilirsin.”

“Ama baba, Mary…”

“Senin adına kabul ettim bile,” diye belirtti baron. “Her şey halloldu. Anlaşma imzalandı.”

Gareth derin bir nefes almaya çalıştı. Bu gerçek olamazdı. Bir erkek evliliğe zorlanamazdı. Özellikle de bu devirde ve bu yaşta.

“Wrotham düğünün Temmuz ayında olmasını istiyor,” diye ekledi Lord St. Clair. “Ben de itirazımız olmadığını ilettim.”

“Ama…. Mary….” Gareth zorlukla nefes alıyordu. “Mary’yle evlenemem!”

Baronun kalın kaşlarından biri kalktı. “Evlenebilirsin ve evleneceksin.”

“Ama baba… O…”

Yaşlı adam onun sözlerini tamamladı. “Basit mi?” Kıkırdayarak sözlerine devam etti: “Yatakta altındayken fark etmez. Hem onunla başka bir şey yapmana da gerek yok.” Aralarında rahatsızlık verici bir mesafe kalana dek oğluna doğru yürüdü. “Tek yapman gereken kiliseye gelmek. Anladın mı?”

Gareth hiçbir şey söylemedi. Tek yapabildiği nefes almaya çalışmaktı.

Mary Winthrop’u küçüklüğünden beri tanıyordu. Genç kız ondan bir yaş büyüktü ve yüzyıldan uzun bir süredir iki ailenin mülkleri birbirine komşuydu. Küçük birer çocukken oyun arkadaşıydılar, fakat zamanla Mary’nin aklı başında olmayan bir tip olduğu ortaya çıkmıştı. Gareth bu süre zarfında kızın kahramanı olmaya devam etmiş, onun tatlı ve gösterişsiz doğasından yararlanmaya çalışan ya da ona çirkin isimler takan birden fazla kabadayının hakkından gelmişti.

Ama onunla evlenemezdi. Mary tam bir çocuk gibiydi. Bu günah sayılırdı. Sayılmasa bile Gareth’ın midesi bunu kaldırmazdı. Kızcağız bir karı koca ilişkisinin ne anlama geldiğini nasıl bilebilirdi ki?

Onunla asla yatağa giremezdi. Asla.

Kelimelerin yarı yolda bıraktığı Gareth’ın tek yapabildiği babasına bakmaktı. Hayatında ilk kez verebileceği bir cevap, sert bir karşılık yoktu.

Tek bir kelime bile edemiyordu. Zaten böylesi bir ana uygun bir kelime de yoktu.

Baron oğlunun sessizliği karşısında gülümseyerek, “Görüyorum ki birbirimizi anlıyoruz,” dedi.

“Hayır!” Bu tek kelimelik cevap Gareth’ın boğazından yırtılırcasına yükselmişti. “Hayır! Yapamam!”

Baronun gözleri kısıldı. “Seni bağlamam gerekse bile kilisede olacaksın.”

“Hayır!” Nefesinin kesildiğini hissediyordu fakat her nasılsa kelimeler ağzından dökülüverdi. “Mary… Mary bir çocuk. Ve asla bir çocuktan başka bir şey de olamayacak. Bunu biliyorsunuz. Onunla evlenemem. Bu günah olur.”

Yavaşça arkasını dönen Lord St. Clair ortamdaki gerginliği dağıtırcasına kıkırdadı. “Beni aniden dine döndüğüne mi ikna etmeye çalışıyorsun?”

“Hayır ama…”

“Tartışılacak bir şey yok,” diyerek sözünü kesti babası. “Wrotham çeyizde aşırı derecede cömert davrandı. Tanrı biliyor buna çok şaşırdım, fakat ne de olsa bir gerizekâlıdan kurtulmaya çalışıyor.”

“Mary’den bu şekilde bahsetmeyin,” diye fısıldadı Gareth. Onunla evlenmek istemiyor olabilirdi, ancak genç kızı çocukluğundan beri tanıyordu ve Mary bu sözleri gerçekten hak etmiyordu.

Lord St. Clair, “Yapabileceğin en iyi şey bu,” dedi. “Sahip olabileceğinin en iyisi. Wrotham’ın şartları sıradışı denecek kadar cömert ve ben de sana hayatın boyunca rahat edeceğin bir harçlık ayarlayacağım.”

Gareth donuk bir ifadeyle, “Harçlık mı?” dedi.

Babası bir kahkaha daha attı. “Sana büyük bir miktar verecek kadar güvendiğimi düşünmüyorsun, öyle değil mi?”

Genç adam rahatsız bir şekilde yutkundu. “Peki ya okul?” diye fısıldadı.

“Hâlâ devam edebilirsin. Aslında bunun için yeni gelinine teşekkür etmen gerek. Evlilik anlaşması olmasaydı, seni göndermem söz konusu bile olmazdı.”

Gareth orada öylece durmaya devam ederken nefesini kontrol altına almaya çalıştı. Babası Cambridge’e gitmek istemesinin onun için ne kadar önemli olduğunu biliyordu. Her ikisinin de aynı kanıda olduğu tek şey, bir centilmenin kendisine yakışan eğitimi alması gerektiğiydi. Gareth’ın hem sosyal hem de akademik anlamda bu deneyimi ne kadar şiddetle arzuladığının hiçbir önemi yoktu. Lord St. Clair’e göre bu sadece insanın itibarını bozmamak için yapılması gereken bir şeydi. Oğlunun okula devam ederek mezun olması yıllar önce karara bağlanmış bir konuydu.

Ama görünen o ki Lord St. Clair küçük oğlunun eğitim masraflarını karşılayamayacağını bir süredir bilmekteydi.

Peki Gareth’a ne zaman söylemeyi planlamıştı? Eşyalarını toplarken mi?

Baron keskin bir sesle, “Anlaşma yapıldı Gareth,” dedi. “Ve sen evlenmek zorundasın. George vârisim ve onun soyumuzu bozmasına izin veremem.” Dudaklarını büzerek sözlerini sürdürdü: “Ayrıca ondan bunu yapmasını zaten istemezdim.”

“Ama benden istiyorsunuz…” diye fısıldadı Gareth. Babası ondan bu kadar mı nefret ediyordu? Ona bu kadar az mı değer veriyordu? Başını kaldırıp kendisine sadece mutsuzluk veren yüze, babasının suratına baktı. Bu yüzde hiçbir zaman bir gülümseme ya da cesaret veren bir ifade belirmemişti. Hiçbir zaman…

“Neden?” Bu soru Gareth’ın dudaklarından yaralı bir hayvandan çıkarcasına hazin ve ağlamaklı bir tonda dökülmüştü. “Neden?” diye sordu tekrar.

Babası tek kelime etmeksizin çalışma masasının kenarını parmak boğumları beyazlaşıncaya dek kavrayarak öylece durdu.

Gareth’ın ise tek yapabildiği bakışlarını babasının ellerine kenetlemekti. “Ben sizin oğlunuzum…” diye fısıldarken bakışlarını baronun yüzüne çevirememişti. “Oğlunuz. Bunu kendi öz oğlunuza nasıl yapabilirsiniz?”

İşte o an keskin cevapların ustası, öfkesi daima alev yerine buza bürünmüş olan baron patladı. Ellerini masadan çekti ve sesi bir iblisin kükremesi gibi odada yankılandı. “Tanrı aşkına, nasıl hâlâ anlamamış olabilirsin? Sen benim oğlum değilsin! Hiçbir zaman oğlum değildin! Ben uzaklardayken annenin herifin birinden peydahladığı uyuz bir itten başka bir şey değilsin sen!”

Gareth içinde çok uzun zamandır bastırdığı öfke dolu

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıÖpüşünde Saklı
  • Sayfa Sayısı384
  • YazarJulia Quinn
  • ÇevirmenBanu Belgi
  • ISBN9789944826044
  • Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
  • YayıneviEpsilon / 2012

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Bana Sevdiğini Söyle ~ Julia QuinnBana Sevdiğini Söyle

    Bana Sevdiğini Söyle

    Julia Quinn

    Elizabeth Hotchkiss çalıştığı köşkün kütüphanesinde Bir Marki ile Nasıl Evlenilir adlı kitabın bir kopyasını bulduğunda, bunun birinin ona oynadığı acımasız bir oyun olduğunu düşünür....

  2. Cennet Gibi ~ Julia QuinnCennet Gibi

    Cennet Gibi

    Julia Quinn

    Bazen yalnızca arkadaş olmak yetmez, âşık da olursun. Honoria Smythe-Smith: A) Berbat keman çalıyor B) Çocukken ona takılan Böcek isminden dolayı hâlâ kırgın C)...

  3. En Çok Beni Sev ~ Julia QuinnEn Çok Beni Sev

    En Çok Beni Sev

    Julia Quinn

    Yazarınız 1814’ün olaylarla dolu bir sezon olacağına inanıyor, özellikle de bugüne kadar evlenmeyi düşündüğüne dair hiçbir işarette bulunmayan, Londra’nın en gözde bekârı Anthony Bridgerton...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Gömülü Şamdan ~ Stefan ZweigGömülü Şamdan

    Gömülü Şamdan

    Stefan Zweig

    Süleyman’ın tapınağından çıkan, Yahudilerin kutsal emaneti yedi kollu şamdanın 455 yılında Roma’yı yağmalayan Vandalların eline geçmesi, kentin Yahudi cemaatinde şok etkisi yaratır. Cemaatin yaşlıları,...

  2. Aşka Yolculuk ~ Jill ShalvisAşka Yolculuk

    Aşka Yolculuk

    Jill Shalvis

    Şanslı Liman serisiyle tanışın. Hayal kırıklığı, yeni başlangıçlar için yeşeren umutlar, eğlence, heyecan ve aşk bu kasabada sizleri bekliyor. Maddie Moore Los Angeles’daki hareketli...

  3. Lujin Savunması ~ Vladimir NabokovLujin Savunması

    Lujin Savunması

    Vladimir Nabokov

    “… Nabokov’un benzersiz evrenine henüz dalmamış olanlar için, Lujin Savunması mükemmel bir giriştir.” JOHN UPDIKE “… muazzam, olgun, modern bir yazar vardı karşımda, büyük...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur