Erendiz Atasü’nün 1990 ve 1998 yıllarında ayrı ayrı yayımlanan Onunla Güzeldim ve Uçu adlı iki öykü kitabını tek bir kitapta toplayan bu seçki, Atasü edebiyatının yapıtaşlarından biridir. Feminist bir yazar olan Atasü, bu öykülerde kendi yaşamından da izler taşıyan “kadınlığı”, “yalnızlığı” ve toplum içinde “kadın olma” hallerini yalın bir şekilde irdeler. Mitolojiden bu yana değişen ve dönüşen, toplumsal koşullara başkaldıran, özgürlüğü için savaşım veren kadınların, topraktan ve doğa anadan nasıl güç aldıkları okura bir masal, bir destan gibi sunuluyor.
“Aklının denetiminden çıkmış gövdesini duyumsamak çocuksu bir neşeyle dolduruyordu kadını. Artık hiçbir şeyin önemi yoktu.Ne melankolik ve durgun Kuzey’in, ne güzel ama iğrenç Akdeniz’in, ne soluk benizli müzisyen delikanlının, ne sağlıklı ve küçük kafalı gondolcunun. Yaşıyordu, kendisiydi, temel varlığıyla, gövdesiyle aynıydı.”
İçindekiler
ONUNLA GÜZELDİM
GEÇMİŞTEKİ SEVDA ………………………………………. 15
Eski Sevgili …………………………………………………… 17
Haziranda Bir An ……………………………………………29
KENTLER DE VARDIR …………………………………….. 41
Münih’e Yağmur Yağıyor …………………………………43
Toz ……………………………………………………………….53
Yüzey ……………………………………………………………63
Suyun Karanlık Çekimi …………………………………..75
GÖZYAŞI ………………………………………………………….85
Su …………………………………………………………………87
“Ağlayan Kadınlar” Kolajı İçin Taslak ……………… 117
UÇU
ÜÇ İMLİ SÖZCÜK ………………………………………….. 167
Ada …………………………………………………………….169
Uçu ……………………………………………………………. 197
Mis …………………………………………………………….. 219
BİR VARMIŞ BİR YOK / … ……………………………….. 241
Mozaik ……………………………………………………….. 243
Antiokhos’un Mirası …………………………………….. 251
YAŞLI KADINLAR ………………………………………….265
Doğu’nun Çağrısı ………………………………………….267
Giselle’in Delirmiş Ayakları …………………………..279
ONUNLA GÜZELDİM
Kitaptaki kimi öykü adlarını bulmama yardımcı olan
Füsun Erbulak’a ve Ahmet Telli’ye teşekkür ederim.
Erendiz Atasü, 1991
Geçmişteki Sevda
ESKİ SEVGİLİ
Yazmaktan neden vazgeçtim? Hayatın sığ sularında ayaklarımı serinletirken, açıkta bata çıka yüzmeye çabalayanları seyrettikten sonra; panjurlarından yumuşak bir ışığın süzüldüğü loş kütüphanemde maun yazı masamın başında ve rahat koltuğumda; avucumda konyağın ışıltısı- nı ve akışını geçiren kristal kadehin serin ve keskin dokunuşu, karanlık dev dalgaları ya da uçsuz bucaksız ışıltılı mavilikleri düşlemek tadına doyamadığım bir büyüklük duygusu verirdi bana. Hayat bileklerimden dizlerime, göğsüme, boğazıma yükseliyor, boğazımı aşıyor, geniş kü- tüphaneden taşıyor, tüm evreni kaplıyordu. Panjurların ötesinden kuş cıvıltılarıyla gül, filbahri kokuları bana ula- şırken, her şeye hükmeden ama kütüphanemde boyun eğen hırçın hayatı yumuşak bir hamur gibi yoğuruyor, sözcüklere döküyordum. Boncuklar gibi oynadığım sözcüklere… Diziyor, bozuyor, yeniden diziyor, dilediğim renklere boyuyordum onları… Gücüme hayrandım.
Bir gün sığ sandığım kumsalda yer ayağımın altından kayıverdi. Kütüphanenin korunağı, maunun sağlamlığı, değişmez sanılan her şey buhardanmış gibi yok oldu. Derin ve karanlık bir girdapta kaybolmuştum. Değişken, çok renkli, çok katlı, karşılıklı aynalar gibi sürekli birbirine yansıyıp yeni hayaller yaratan duygularıma ne olmuş- ESKİ SEVGİLİ- tu? Suskunluk. Sürgit acının içine düşmüştüm. Büyük mutluluk gibi büyük acı da anlatılamaz… Çünkü mutlak ve durağandır… Sözcükler neredeydi? Bütün boncuklar saçılmış, kırılıp parçalanmıştı… Onlara gereksinimim yoktu zaten… Her şey iki sözcükle özetlenebilirdi… “Direnmek” ya da “boyun eğmek”…
Mutlak ve durağan hiçbir şey yoktur… Ve gün geldi, hayatımı, gene maunun ağırbaşlı rengiyle sarmalanmış buldum. Yaşadıklarım kötü bir düştü sanki… Ama, hayır… Hiçbir şey eskisi gibi değildi. Çalışma masamın yü- zeyindeki sağlamlık kaybolmuş, soğuk ve katı bir temas kalmıştı geriye. Çevremde dokunduğum cisimler üçüncü boyutlarını yitirmişlerdi; karanlık derinlerde saklı bir ger- çeği maskeleyen bir tür Karagöz perdesindeki yansımalara dönüşmüşlerdi. Ölümdü bu gerçek… Hiçlikti… Yokluktu… Ve ben biçimlerden, renk ve kokudan kurulmuş yapay bir ortamda deviniyordum, ortamla aramda bir bağ olmaksızın… Sanki cansızdım. Hayat cılız bir örtüydü maddenin korkunç suskunluğunu gizleyen… Panjurların ötesinden gelen titreşimler, mezarıma uzanmış yatarken geçip gitmiş hayatın anımsanan sesleri gibi ulaşıyordu kulaklarıma… Otomobil kornaları… Kıyıya çarpan deniz… Bütün bu sesler nasıl bu kadar duyarsız olabiliyordu… İnsanlar ölürken, acı çekerken, nasıl hiçbir şey olmamış gibi kendilerine has dalga boylarında titreşip duruyorlardı! Yalnızca onlar mı! Tencereler fokurduyor, çama- şırlar kuruyor, çocuklar büyüyor, mevsimler geçiyordu… Panjurları ürkek ürkek araladım… İki dev organizmanın göğsü inip kalkıyordu derin soluklarla, hiçbir şeyi umursamadan… Duyarsızlıkları içinde güvenilir bir tek onlar vardı… Doğa ve gündelik yaşam… Önce boş gözlerle izliyordum onları… Sonra ürkek ellerimi uzattım… Yavaş yavaş o ağır ve şaşmaz ritimlerinin içine çektiler beni… Bir kez daha onların parçası oldum.
Yıllar sonra, yeniden karşılaştığımızda, henüz acımı gündelik yaşamın altına gömmemiştim. Söze nerden baş- layacağını bilemiyordu. Kazaya değinip değinmemekte kararsızdı. Sonunda içtenliğine yenildi.
“Sana o kadar çok gelmek istedim ki,” dedi.
Sesi bir duygu seliydi, içine çekildiğim kabuğun üstünden akıp giden ve bana dokunamayan. Yüreğinin neresine sığdırdı bunca duyguyu! Beni yoruyordu.
“Kaç kez yattığın hastanenin çevresinde dönüp durdum.
Korkaklığıma lanet olsun!”
“Acı”dan çok önce bitmişti ilişkimiz; sorumluluk duymasına gerek yoktu.
“Çok acı çektin,” diye fısıldadı.
Tanımak istemediğim yoğun bir duygu bakışlarından, yüzünden fırlıyor, bana doğru atılıyordu. Başımı önüme eğdim.
“Başka şeylerden konuşalım,” dedim.
“Yazmayı bıraktığın söyleniyor,” dedi meydan okurcasına.
Canı yandı mı böyle davranırdı. Beynimi ve yüreğimi kılcallarına dek bildiğini ve bunları bilen tek insan olduğunu hissetmişimdir hep. Yoksa bu yüzden mi terk ettim onu? Eğer beni gerçekten biliyor idiyse onu yaralamak istemeyeceğimi de bilmesi gerekmez miydi?
“Neden vazgeçtin yazmaktan?”
“Gerekliydi.”
“Sevmediğim bir sözcük… Tıpkı ‘yasak’ gibi.”
Yeşil gözlerinde isyan ışıkları yanıp sönüyordu. Onun özgürlüğüne hiç kavuşamayacağımı düşündüm. Karşı- laşmamızın başındaki dostça iletişimin sağaltıcılığı eriyip gitmek üzereydi. Sonuna dek gömülmüştü yazarlığı- mın bitişine. Belki de ondaki bu garip yoğunlaşabilme yeteneğine tutulmuştum. Hep kızıl saçlarının alışılmamışlığına vurulduğumu düşünmüşümdür oysa ki…
“Tam da şimdi yazmalısın,” diye sürdürdü, yanakları al al, sesi yükselerek. Şimdi… Hayatla gerçekten yüz yü ze geldikten, acıyı, suçluluğu tanıdıktan sonra… Birden susuverdi. Söylenmeyecek şeyler kaçırmıştı ağzından. Evet, kesinlikle bu halini sevmiştim. Hesapsızlığını… Ve bu yüzden terk ettim onu. Yaşam, ölçüyü bilmeyenlere karşı acımasızdır.
Başı önünde, pişman duruyordu karşımda. Değindi- ği yalnızca dostumun kazadaki ölümü müydü? Belki de “suçluluk” derken kazadan değil, onu terk etmemden söz ediyordu. İlişkimizi kopartmam bir suç muydu ki… Gerekliydi. Her şeyi böyle dramatize etmek neden! Tükendiğim bir dönemdi… Ona verecek hiçbir şeyim kalmamıştı. Yazamama krizlerimden birine tutulmuştum, özgüvenim sarsılmıştı. Ancak tüketebilirdim onu. Yenilmişliğime bir de bunu mu ekleseydim?
Bir pot kırmıştı ve nasıl onaracağını bilemiyordu. Ağzının yanındaki asi kas seyirmeye başlamıştı. Duygularını saklayamazdı; yüzünün kendine özel bir dili vardı; ya rengi ele verirdi onu ya kasları… Mutsuz duruyordu, sanki yaşlanmıştı. Oysa karşılaştığımızda çok güzelleş- miş bulmuştum onu, birlikte olduğumuz günlerden bu yana neredeyse gençleşmişti… Kilo almış, teni güneşte hafif yanmış, huzurlu, tasasız, özgüveni eksiksiz…
Göründüğü gibi değildi. Keşke uzanıp elini tutsaydım, keşke yanağına dokunsaydım. Keşke içimde ona sunabilecek bir duygu bulabilseydim… Yoktu, tükenmiş- ti… Tenim durgun, içim kıpırtısız… Duyarlı tellerimi titreştiremiyordu artık. Ne diye beni suçluyordu? Daha fazla kalıp gerçekleşemeyecek umutlar yaratmamalıydım. Hemen kalktım. Umursamazlık yerleşmişti gidişimi izleyen gözlerine…
Arkama bakmadan çıktım oradan. Bir an geri dönmek istedim. Taa hastaneye kadar gelmişti. Binanın çevresinde dolanmış, içeri girememişti. Beni özlemiş, merak etmiş, belki de, belki değil kesinlikle ağlamıştı. Herhalde uykusuz geceler geçirmişti. Boynuna sarılmak geçti içimden. Yapamadım. Ne yararı vardı… Ona verecek bir şeyim yoktu ki…
Hastanede kemiklerim alçılar içinde yatarken ona ihtiyaç duymuş muydum? Dipsiz keder kuyusunun derinliklerinde… Sanmıyorum. İyi ki içeri girecek kadar gözü kara davranamamıştı. Eski sevgili… Hasta yatağımı bekleyen kaygılı ve kederli bir aile… Ailemle ve çevremdekilerle onu, yattığım yerden nasıl bağdaştırabilirdim ki… Boşuna üzülecekti…
Hayatın ritmine yeniden uymaya çalıştığım aylar ve yıllar boyu sık sık anımsadım bu son karşılaşmamızı… Önce özel bir şey duymadan, sonra büyüyen bir sevinçle… Birbiri ardına patlayan tomurcuklar gibi içimde açıyordu sevinç… Beni seviyordu… Hiç kuşkum yoktu… Onu terk edeli yıllar geçmişti. Ona pek de iyi davranmamıştım. Ve o beni hâlâ seviyordu. Bu dünyada bir kişi, beni koşulsuz, talepsiz seviyordu. Ne güzeldi… Korkunç güzeldi…
Artık o son karşılaşmada bana hâlâ âşık olduğundan emin değilim… Belki de yalnızca dostça bir ilgiydi, kim bilir… Yolda bulduğu bir kedi yavrusuyla bile ilgilenir o… Dünyanın öbür ucunda olanlar günlerce usunu uğraştırır. Ona bu yüzden âşık olmamış mıydım? Tanıdığım en ilginç kişiydi… İyi ki hemen kalktım son karşılaşmamızda, yoksa dostluğa evrimleşmiş aşk, ilk durumuna geri dönebilirdi.
Ona âşık olmam kaçınılmaz mıydı? Yaşamımda yepyeni bir renkti. Kütüphanemdeki ciddi kahverengi, sığ denizin durgun mavisi ve insan eliyle yaratılmış doğanın uslu yeşillerinden sonra dizginlenemeyen bir kızıllık… Bilmiyorum, hiçbir zaman ona niye âşık olduğumu çözemedim; onu niye terk ettiğimi de… Başımıza geliveren kaçınılmaz şeylerden biriydi işte. Kaza ve acı gibi… Elbette ki sorumluluklarım için terk ettim onu. Ailem, çocuklarım… Bir şey talep etmiyordu oysa ki… Gene de vicdanım rahat değildi. Aileme karşı görevlerim vardı. Ona dürüst davrandım hep, umutlar vermedim.
Ayrılmamız gerektiğini söylediğim andaki bakışını hiç unutmadım. Hastanede, kemiklerim kırık, her yanımdan çıkan hortumlarla kıpırdamadan yatarken kovamadım o gözleri bir türlü… Gelip gelip durdular kar şımda. Dostumun ölüm ânındaki gözlerine benziyorlardı. Yaralı ve şaşkın… Avda vurulmuş hayvanın bakışları… Hiçbir şey anlamayan ve zamanın ötesine taşmış bir bilgeliği taşıyan.
“Biliyordum böyle biteceğini,” demişti. “Başından beri biliyordum…”
“Kamyon üstümüze bindiriyor, ölüyoruz,” demişti dostum…
Beni en çok seven insanı terk etmiş, en yakın arkada- şımın ölümüne sebep olmuştum. Trafik raporu istediği kadar suçu kamyonda bulsun… Dostumun gözlerini gören bendim… Hasta yatağımda ikisinin gözlerinden de kurtulamıyordum. Bunca suçluluğa dayanamazdım; unutmalıydım. Aman Tanrım! Beni hâlâ seviyordu. Ne inanılmaz şey!
İlişkimiz sürerken, onun aşkından daha büyük bir coşkuyla onu sevdiğimi düşünürdüm. Yoksun bırakılan etin bunca acı vereceğini bilmezdim daha önceleri. Tenim onunkiyle bir olmalıydı, yoksa huzur bulamazdım. Ne olurdu bir kez böyle bir yoksunluğa düşseydi, o kahrolası ilgilerini unutabilseydi… Bunu söylemiştim ona. Ayrılalım dediğim andaki şaşkın gözleriyle bakmıştı bana.
Ayrılalım dediğim andaki şaşkın gözleriyle bakmıştı bana.
“Her şeyimsin,” demişti, “bunu nasıl bilmezsin…”
“Yeterince korkusuz değilsin,” demiştim. Buruk bakmıştı yüzüme.
“Bu ilişki için neleri göze aldığımı bir bilsen,” demişti. Hayatı bana her zaman korunaklı görünmüştür. O dizginlenemez coşkusuyla, kıvılcımlı gözleriyle dingin ev yaşamını nasıl bağdaştırdığını anlayamamışımdır. Her şey kolayca uyuyordu sanki birbirine. Evi her zaman derli topluydu, modası geçmiş ama sağlam eşyaları vardı. Kapılar, pencereler savsaklanmadan onarılırdı. Buzdolabı hep dolu olurdu. Her zaman pes perdeden güzel bir müzik çalardı. Annesi hep kibar karşılardı beni, az konu- şurdu, biraz mesafeli ama sevecen bir kadındı.
Gün görmüş ama yoksul düşmüş insanlardı, annesi ve o. Yalnız kendi özel kavramlarına inanır ama farklı düşünenleri asla hor görmezlerdi. Paraya pula değer vermez, kendilerine özgü onurlarını taç gibi taşırlardı. Avukatlık yapıyordu. Umutsuz davaları alırdı. Çok dava kazandı ama hiçbir zaman para kazanamadı bu meslekten. Heyecan ve mücadele duygusu için yapıyordu bu işi.
Çok güzel meze hazırlar, içki sofrasında alaturka söylerdi. Çakırkeyif olunca, beyaz masa örtüsünün üstünde parmaklarıyla tempo tutarak “Zannım bu ki cana beni kurban edeceksin” şarkısını söylerdi. Boğuk, duygulu bir sesi vardı. Son zamanlarda boğuyordu beni bu ses. Gizli bir suçlama seziyordum. Her zaman ona çok yakış- tırdığım, rakı kadehinin yanında tellendirdiği sigarayı yadırgıyordum. Çok fazla sigara içiyor, tütün kokuyordu. Bazen annesi de bizimle bir kadeh rakı içerdi. Annenin özel bir kadehi vardı. Hep aynı miktar doldururdu kadehine. Bir süre sonra çekilir, bizi yalnız bırakırdı. Akrabalarını, arkadaşlarını tanımadım; ben onlardayken hiçbiri uğramaz, telefon bile çalmazdı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü Dizisi
- Kitap AdıOnunla Güzeldim-Uçu
- Sayfa Sayısı296
- YazarErendiz Atasü
- ISBN9789750726262
- Boyutlar, Kapak14x21, Ciltsiz
- YayıneviCan Yayınları / 2015
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gerçeği İnciten Papağan ~ Sadık Yalsızuçanlar
Gerçeği İnciten Papağan
Sadık Yalsızuçanlar
Hayalini ele al, benimle gel dedi Yeşil Gözlü Adam. Papağan, Önce yolu betimleyin. dedi, Önce kuşatın, sonra betimleyin. İşte dedi Yeşil Gözlü Adam, onu...
- Kol Manşetinde Notlar ~ Mihail Bulgakov
Kol Manşetinde Notlar
Mihail Bulgakov
Kol Manşetinde Notlar, 20. yüzyıl Rus edebiyatının büyük ustası Bulgakov’un edebiyat dünyasına yıldırım gibi düşen öykülerini içeriyor. Bulgakov’un keskin, sert ve neşeli diliyle Kiev...
- Gölgelerin Efendisi – Kayıp Öyküler 11.Kitap ~ John Flanagan
Gölgelerin Efendisi – Kayıp Öyküler 11.Kitap
John Flanagan
John Flanagan, şimdiye dek yayımlanan on Gölgelerin Efendisi kitabında unutulmaz maceralar kaleme aldı. Bu maceraların yanı sıra detaylı anlatmadığı pek çok olaya da değindi....