Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Ongen Ev Cinayetleri
Ongen Ev Cinayetleri

Ongen Ev Cinayetleri

Yukito Ayatsuji

Yedi öğrenci. Lanetli olduğu söylenen bir ada. Her köşesinde cinayetin pusuya yattığı ongen biçimli bir ev. Bir üniversite polisiye kulübünün üyeleri, yıllık gezileri için…

Yedi öğrenci. Lanetli olduğu söylenen bir ada. Her köşesinde cinayetin pusuya yattığı ongen biçimli bir ev.

Bir üniversite polisiye kulübünün üyeleri, yıllık gezileri için bir haftalığına ıssız bir adada toplandıklarında, en sevdikleri polisiye romanlarına taş çıkaracak bir dünyaya adım attıklarını düşünürler. Ancak adanın geçmişindeki korkunç trajediyi anımsatan bir katil onları teker teker avlamaya başladığında, hayatta kalmak için tek sığınakları, çok sevdikleri dedektiflik hikâyeleri olacaktır.

İpuçlarını bir araya getirmeye çalışırken, her yeni cinayet ve muhtemel kanıtlar yeni bir sır fısıldar. Katil aralarında mıdır? Yoksa adanın laneti mi geri dönmüştür?

Japon polisiyesinin imzası Honkaku türünün yeniden doğuşunda büyük rol oynayan Ongen Ev Cinayetleri, aynı zamanda polisiye edebiyatın Altın Çağı’na, özellikle Agatha Christie’nin On Kişiydiler’ine de usta eseri bir saygı duruşu niteliğinde.

Bence polisiye, özünde entelektüel bir bulmaca… okuru usta bir dedektifle veya yazarla karşı karşıya getiren, heyecan verici bir mantık oyunu.

“Her bir kelime, usul usul, hayrete düşürecek ama mantığa da ihanet etmeyecek bir sonu şekillendiriyor.” –PUBLISHERS WEEKLY

İÇİNDEKİLER
Giriş 1
1 Birinci Gün: Ada 4
2 Birinci Gün: Anakara 39
3 İkinci Gün: Ada 65
4 İkinci Gün: Anakara 83
5 Üçüncü Gün: Ada 101
6 Üçüncü Gün: Anakara 130
7 Dördüncü Gün: Ada 135
8 Dördüncü Gün: Anakara 150
9 Beşinci Gün 164
10 Altıncı Gün 206
11 Yedinci Gün 218
12 Sekizinci Gün 220
Son 245

GİRİŞ

Geceleyin deniz… Dinginlik vakti… Sonsuz karanlığın derinliklerinden sadece dalgaların monoton sesi yükselip alçalıyordu. Dalgakıranın soğuk betonuna oturmuş, ağzından çıkan beyaz buhar onu sarıp sarmalarken tek başına o uçsuz bucaksız karanlıkla karşı karşıyaydı. Kaç aydır acı çekiyordu. Kaç haftadır ne yapacağını bilmez haldeydi. Kaç gündür aynı şeyi düşünüp duruyordu. Şimdiyse iradesi tek bir amaca, gayet net bir hedefe odaklanıyordu. Planı çoktan hazır. Hazırlıkları da neredeyse tamamdı. Geriye sadece onların tuzağa düşmelerini beklemek kaldı. Planının mükemmel olduğunu düşünüyor değildi. Bırakın “titiz” diye tarif etmeyi, bazı açılardan gayet özensizdi bile. Ama ta başından beri planın ayrıntılarını mükemmelce oluşturmak gibi bir niyeti de yoktu zaten. Ne kadar çabalarsa çabalasın, ne düşünürse düşünsün, nihayetinde insan insandır, asla tanrı olamaz. Tanrı olmayı dilemek kolaydı da, insanlar insan olduğu sürece, sahiden bir tanrı olmanın kişi bir dâhi olsa bile imkânsız olduğunun farkındaydı. Tanrı olmayan bu insan nasıl olur da gelecekteki gerçekleri – onu meydana getirecek insanların psikolojilerini, davranışlarını ve tesadüfleri– tam olarak hesaplayıp öngörebilirdi ki?

Dünyaya bir satranç tahtasıymış gibi baksa da insanı o tahtadaki piyonların yerine koysa da öngörebileceklerinin illaki bir sınırı vardı. Önden ne kadar ince ayrıntılara girip titizlikle planlasa da o planların ne zaman, nerede, nasıl sapıtabileceğini bilmesi mümkün değildi. Bu dünya, kurnazca hesaplara dayanan öngörülerin tamamen geçerli olamayacağı kadar tesadüflerle dolu. İnsanların zihninin aşırı değişkenliği de cabası… İşte bu yüzden de en iyi plan, kişinin eylemlerini gereksiz yere kısıtlayan değil, duruma uyum sağlayan ve esnekliği mümkün olduğunca fazla olan bir plandı. Vardığı sonuç buydu. Kısıtlamalardan kaçınmalıydı. Önemli olan olay örgüsü değil, ana hatlardı. Ortaya çıkan durumlara göre sürekli olarak uygun pozisyonu almayı mümkün kılan esnek hatlar. Başarılı olup olmaması kendi zekâsına, aklına ve hepsinden de öte şansına bağlıydı. Biliyorum. İnsandan asla tanrı olmaz. Ancak farklı bir açıdan olsa da şu noktadan itibaren kendini bir “tanrı” yerine koymaya çalıştığı da bir gerçekti. Hüküm… Evet, hüküm verecekti. Onları –hepsini– “intikam” adına yargılamaya niyetliydi. Yasaları aşan bir hüküm… Tanrı olmadığından ona müsaade edilmeyeceğinin fazlasıyla farkında. Toplumun gözünde bunun “suç” denilen bir davranış olduğunun ve ortaya çıkarsa bu defa kendisinin hukuk adına yargılanacağının da farkında. Yine de bu tür sağduyulu gerekçelerle duygularını kontrol etmesi artık mümkün değil. Duygular mı? Yok, öyle sığ bir şey değil bu. Kesinlikle değil. Öyle basitçe geçecek bir tutku değil. Bu, artık onun ruhunun çığlığı, hayatının temeli, varoluş sebebiydi. Gece yarısında deniz… Sessizlik vakti. Bakışlarını ne yıldızların ne de açık denizdeki gemilerin zerre ışığı bulunan o karanlığa çevirerek planı üzerine düşündü. Hazırlık aşaması sona yaklaşıyor. Yakında onlar, o günahkâr avları, tuzağına düşecek. Tuzağının on eşit kenarı ve on köşesi var.

Hiçbir şeyden haberleri olmadan gelecekler. İçlerinde herhangi bir şüphe veya korku olmaksızın onları yakalayıp yargılayacak olan o ongen tuzağın ortasına… Onları bekleyen şey, elbette ölüm. Yani istisnasız her birine verilmesi gereken, hak ettikleri o ceza. Hem de katiyen öyle çabuk bir ölüm olmamalı. Mesela onları hep birden tek seferde havaya uçurmak gibi bir yöntem, çok daha kolay ve güvenilir bir yol olsa bile kullanılmamalı. Birer birer sırayla öldürmek zorundaydı. Tıpkı o meşhur İngiliz kadın yazarın kurguladığı olay örgüsü gibi; ağır ağır, teker teker… Bu şekilde derslerini almalarını sağlayacaktı. Ölüm ıstırabını, hüznünü, sancısını, korkusunu öğreneceklerdi… Bir bakıma belki bir ruh hastasıydı. Zaten kendisi de bunu kabul ediyordu. Biliyorum. Ne kadar haklı göstermeye çalışırsam çalışayım, yapmak üzere olduğum şey akıl işi değil. Gecenin zifiri karanlığında sinmiş olan denize dönüp başını yavaşça iki yana salladı. Paltosunun cebine sokmuş olduğu eli sert bir şeye dokundu. Onu kavrayıp cebinden çıkardı ve yüzüne doğru kaldırdı. Açık yeşil, şeffaf camdan küçük bir şişe. Kapağı sıkıca kapatılmış o şişenin içine, yüreğinin derinliklerinden koparıp çıkardığı, halk arasında “vicdan” denilen şeyin tamamını sıkıştırmıştı. Katlayıp mühürlediği birkaç sayfa kâğıt. Gerçekleştirmeye niyetlendiği planın içeriği, oraya küçücük bir yazıyla sıkışık sıkışık yazılmıştı. Alıcı adresi bulunmayan bir itiraf mektubu… Biliyorum. İnsandan asla tanrı olmaz. Dolayısıyla, hatta tam da bu yüzden, son hükmü insanlık dışında bir şeye bırakmak istemişti. Şişenin akıntıyla nereye gideceğinin hiçbir önemi yoktu. Sadece –tüm varlıkların kaynağı– denize sonuçta kendisinin haklı mı haksız mı olduğunu sormayı aklına koymuştu. Rüzgâr çıktı. İliğine işleyen keskin soğukta istemsizce titredi. Şişeyi yavaşça karanlığa fırlattı.

BÖLÜM 1
Birinci Gün: Ada
1

“Yine o bayat tartışmaya dönecek iş galiba,” dedi Ellery. Zayıf, uzun boylu, beyaz tenli ve hoş bir genç adamdı. “Bence polisiye, özünde entelektüel bir bulmaca. Roman yapısını kullanarak okuru usta bir dedektifle veya yazarla karşı karşıya getiren, heyecan verici bir mantık oyunu. Ne daha fazlası ne de daha azı. “Dolayısıyla bir aralar Japonya’da da popüler olan ‘toplumsal gerçekçi akım’ın falan artık devri geçti. Tek odalı bir dairede yaşayan ofis çalışanı bir kadın öldürülür. Tabanları aşınmış ayakkabıları giyen bir dedektif büyük çabaların sonucunda kadının sevgilisi olduğu anlaşılan amirini tutuklar… Gına geldi, değil mi? Yolsuzlukmuş, siyaset dünyasının arkaplanıymış, modern toplumun dengesizliklerinin meydana getirdiği trajedilermiş, yalvarırım oralara girmeyelim! Her ne kadar artık demode kaldığı söylense de bir polisiyeye cuk oturan şeyler, meşhur bir dedektif, bir malikâne, şüpheli hane halkı, kanlı bir trajedi, imkânsız bir suç ve katilin çevirdiği eşi benzeri daha önce görülmemiş bir numara… Böyle boş bir hayal bana yeter de artar bile. Önemli olan, o dünyanın içinde eğlenebilmek işte. Tamamen entelektüel olsun, yeter.” Çevrelerinde sakin dalgaların fısıldaştığı deniz… İlerlerken motoru güven telkin etmeyen sesler çıkaran, yağ kokan bir balıkçı teknesindeydiler. “Sahiden beni gıcık ediyorsun!” Küpeşteye tünemiş olan Carr, yeni tıraş olduğu belli olan çenesini hafif yukarı kaldırıp ukala bir tavırla dudaklarını büzdü. “Bu lafın hoşuma gitmiyor, Ellery. Bir tutturmuşsun, entelektüel de entelektüel. Polisiyeye bir oyun demen iyi hoş ama her defasında ‘entelektüel’ deyip durman içimi feci daraltıyor.” “Bak hele sen!” “Çok elitist oluyor böyle. Tüm okurların senin gibi entelektüel olması beklenemez, değil mi?” “O da var, doğru.” Ellery yüzünde sakin bir ifadeyle gözlerini karşısındakine dikmişti. “Ben hep bunun üzücü olduğunu düşünmüşümdür. Kampüste yürürken hep böyle hissediyorum. Kendi kulübümüzde bile herkesin entelektüel olması söz konusu değil. Aramızda bile falsolar var.” “Kavga çıkarmak mı niyetin?” “Yok be…” diyen Ellery omuz silkti. “Kimse kastedilenin sen olduğunu söylemedi. Ayrıca benim ‘entelektüel’ dediğim, oyuna karşı olan tavırla ilgili bir mesele. Yoksa o kişiler zekidir ya da aptaldır diyor değilim. Şu dünyada zekâsı olmayan insan diye bir şey yok. Yine aynı açıdan söylersek, oyun oynamayı bilmeyen insan da yok. Benim söylemek istediğim, oyunu oynarken zekâyı ortaya koymak, o zihinsel kapasiteye sahip olup olmamak.” “Hmm…” Carr, alaycı alaycı homurdanarak arkasını döndü. Ellery dudaklarında hafif bir tebessümle yanında dikilen bebek yüzlü, yuvarlak gözlüklü ufak tefek delikanlıya doğru döndü. “Ya işte Leroux, polisiyelerin kendine has bir metodoloji üzerine kurulu, entelektüel oyunlar için var olan bir dünya olduğunu farz edersek, yaşadığımız modern zamanların bu yapının çok zor kurulacağı bir çağ olduğunu söylemek lazım.” “Ya…” diyen Leroux kafasını kurcalayan bir şeye odaklanırcasına başını hafifçe yana eğdi. Ellery devam etti: “Bu da çağdaş polisiye yazarlarınca üstüne çok konuşulmuş bir tartışma aslında. Hiçbir çabadan kaçınmayan çalışkan dedektifler, sağlam bir teşkilat, en modern adli tıp teknikleri… Polis artık hiç de aciz değil. Hatta neredeyse imkânları çok fazla olduğundan sıkıntı çekiyorlar. Esas sorun şu ki tek silahı gri beyin hücreleri olan, eskinin o meşhur dedektiflerinin aktif rol alacağı bir alan var mı? Şayet Holmes modern bir şehirde ortaya çıkacak olsa, herhalde alay konusu olarak göze çarpardı.” “Bu da çok abartılı bir laf oldu. Modern zamanda da modern bir Holmes ortaya çıkabilir.” “Doğru. Elbette doğru. Muhtemelen bir yığın adli tıp bilgisi ve teknikleriyle donanmış olarak çıkardı sahneye. Sonra da onları zavallı dostu Watson’a açıklardı. Okurun bilgisinin asla yetmeyeceği anlaşılmaz teknik terimler ve matematiksel formülleri sıralardı. ‘Çok açık, sevgili Watson! Bunu anlamadın mı yoksa?’” Kum beji trençkotunun ceplerine ellerini sokmuş Ellery, yapacak bir şey yok dercesine hafifçe omuz silkti. “İyice uç bir argüman bu tabii… Fakat anlatmaya çalıştığımın aynısı. İncelikten nasibini almamış bir polis teşkilatı var; Altın Çağ’ın büyük dedektiflerinin kullandığı o parlak ‘mantık’ ve ‘çıkarım’lara benziyormuş gibi görünse de aslında tamamen farklı olan, hatta onları aşan soruşturma tekniklerinin zaferini alkışlamak hiç gelmiyor içimden. Günümüzde geçen bir polisiye roman yazmaya kalkışan her yazar, illaki burada bir ikilemle karşı karşıya kalacaktır. “Dolayısıyla bu ikilemin –en basit demek belki yanlış kaçacak, en etkili diyelim– çözüm yolu olarak benim önceden beri hep söylediğim ‘dağ evinde fırtına’ kalıbı gündeme geliyor.” “Hakikaten öyle,” diyen Leroux ciddi bir yüz ifadesiyle başını sallayıp onayladı. “Yani diyorsun ki, klasik usul polisiyelerin modern zamanlara en uygun teması ‘dağ evinde fırtına’dır?” Mart ayının sonlarıydı. Baharın da eli kulağında olmasına rağmen denizde esen rüzgâr hâlâ insanı ısırıyordu. Kyuşu adasının Oita vilayetinin doğu sahilindeki S— Yarımadası’ndaki C— Burnu. Onun ucunda, S— kasabasındaki taşra limanından demir alan tekne, sessizce uzanan C— Burnu’nu arkasına almış, denizde iz bırakarak seyrine devam ediyordu. Hedefi, kıyıdan yaklaşık beş kilometre açıktaki ufak bir adaydı.

Hava günlük güneşlikti. Fakat göğün rengi, bu bölgede baharda yaygın olan kum fırtınaları yüzünden maviden çok beyaza yakındı. Gökyüzünde yusyuvarlak asılı duran güneşin ışınları, kıpırdaşan dalgalara düşüp onları gümüş pullara dönüştürüyordu. Ta uzaklardaki anakaradan rüzgârla gelen o örtünün sarıp sarmaladığı manzaradaki her şey bir sis perdesi ardında puslu görünüyordu. “Başka bir tekne görünmüyor,” dedi aniden teknenin Ellery’lere göre ters tarafındaki küpeşteye bir elini dayamış, o zamana kadar sessizce sigarasını tüttüren iriyarı adam. Bakımsızca uzamış, kalın telli görünen saçları ve yüzünün alt yarısını kaplayan sık sakalı vardı. Poe’ydu o. “Adanın öbür tarafındaki gelgit güçlüdür. Tüm tekneler oradan uzak durur,” diye yanıtladı, neşeli bir havası olan orta yaşlı balıkçı. “Bu civarın balık tutma yerleri epey güneye doğrudur. Limandan çıkıp da o ada yönüne giden tekne hiç olmaz. Sahi, gençler, siz cidden epey farklısınız, normal üniversite öğrencilerine kıyasla yani.” “Hah! Öyle mi görünüyoruz?” “İsimleriniz farklı bir kere. Deminden beri duyduklarıma bakılırsa ‘Lero’dur, ‘Eleri’dir, garip isimler hep. Seninki de öyle mi evlat?” “Evet ya… Aslında, onlar lakap gibi bir şey.” “Şimdilerde üniversite öğrencileri birbirlerini hep böyle isimlerle mi çağırıyor?” “Yok, öyle bir şey değil bu.” “Evet, dediğim gibi işte, sizler normalden farklı öğrencilersiniz.” Balıkçı ve Poe’nun durduğu yerin hemen önünde, teknenin ortasına doğru yerleştirilmiş ahşap bir sandığı kendilerine sandalye yapmış iki genç kadın oturuyordu. Balıkçının arka tarafta dümeni tutan oğlu da dahil teknede toplam sekiz kişi vardı. Baba-oğul balıkçılar dışındaki altısı da Oita ilindeki O— şehrinde bulunan K— Üniversitesi’nde öğrenci, aynı zamanda da üniversitenin Polisiye Kulübü üyesiydi. “Ellery”, “Carr”, “Leroux” isimleri de “Poe”nun söylediği gibi arkadaşlar arasında kullandıkları bir tür lakaptı.

Bunu teker teker açıklamak biraz ayıp olabilir ama lakapları elbette Ellery Queen, John Dickson Carr, Gaston Leroux ve Edgar Allan Poe’dan, yani hayran oldukları o Batılı polisiye yazarlarının isimlerinden geliyordu. Kadınlara ise “Agatha” ve “Orczy” diyorlardı. Onların özgün isimlerinin de polisiyenin kraliçesi Agatha Christie ve Köşedeki Yaşlı Adam’la tanınan Barones Orczy olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. “Gençler, şuraya bakın! Tsunocima’daki ev göründü!” diye yükseldi balıkçının boğuk sesi. Altı genç, hepsi aynı anda hemen önlerinde beliren o adaya bakışlarını çevirdi. Küçük, düzlük bir adaydı. Denizden neredeyse dimdik olarak bir uçurum yükseliyordu; tepesinde de siyaha çalan kabarık bir yeşillik vardı. Ada, üst üste konmuş birkaç devasa on yenlik bakır parayı andıran bir görünüşe sahipti. Onlara yakın tarafta üç noktada küçük çıkıntılar göründüğünden onları boynuza benzeterek adaya “Tsunocima”* adı verildiğini duymuşlardı. Dört bir yanı sarp kayalıklarla çevrili olan bu adada küçük balıkçı teknelerinin zar zor yanaşabildiği yer, daracık bir koydan ibaretti. Bu yüzden de eskiden beri meraklı balıkçıların ara sıra gitmeleri dışında orayı hatırlayan bile olmazdı. Yirmi yıl kadar önce Mavi Köşk denen garip binayı inşa edip bu küçük adaya taşınarak orada yaşayan biri varmış. Fakat şimdilerde yine o “ıssız ada” haline geri döndüğü söyleniyordu. “Şurada, uçurumun tepesinde o bir anlık görünüp kaybolan şey o, değil mi?” Agatha oturduğu sandığın üstünden kalkıp bağırmıştı. Bir eliyle rüzgârda kaygısızca savrulan dalgalı uzun saçlarını tutarken bir yandan da keyifle gözlerini kısmıştı. “Aynen öyle. Yangından kurtulan müştemilat o. Ana binanın tamamen yanıp kül olduğunu söylüyorlar,” diye yüksek sesle açıkladı balıkçı. “Hmm, yani o, ‘Ongen Ev’ mi, babalık?” diye sordu Ellery balıkçıya. “O adaya çıkmışlığın var mı hiç?”

“Rüzgârdan korunmak için defalarca koya girdim ama adaya hiç çıkmadım. Bilhassa o olaydan sonra yaklaşmadım bile. Siz de dikkatli olun ha!” “Dikkatli mi olalım? Ne için?” diye sordu Agatha başını omzunun üstünden çevirerek. Balıkçı sesini biraz alçaltıp, “Adada o kendini gösteriyormuş,” dedi. Agatha ve Ellery bir anlığına buna bir anlam veremiyormuşçasına bakıştı. “Hayalet diyorum. Hani öldürülen bilmem ne Nakamura adlı adamın hayaleti.” Balıkçı kırışıklıklarla dolu esmer yüzünü buruşturdu ve tehditkâr bir ifadeyle sırıttı. “Bu, duyduğum bir söylenti: Yağmurlu günlerde falan adanın yanından geçince o uçurumun tepesinde belli belirsiz beyaz bir siluet görünürmüş. O malum Nakamura’nın hayaletiymiş işte. Eliyle insanları oraya çağırırmış. Başkaları da hiç kimsenin olmaması gereken o müştemilatta ışık yandığını, yangın enkazının yakınlarında soluk bir ateş topu* gördüklerini, ada civarına balık avlamaya giden teknelerin battığını falan anlatıyor.” “Bunlar işe yaramaz, babalık,” dedi Ellery, utangaç utangaç kıkırdayarak. “Bunlar işe yaramaz. Bu hikâyelerle bizi korkutmaya çalışsan da buradaki herkes bundan ancak heyecan duyar.” İşin aslı, bu altı gencin arasında biraz olsun korkmuş tek kişi, ahşap sandığın üzerinde oturan Orczy’ydi. Agatha’nın kılı bile kıpırdamamıştı. Hatta tersine, “Bu harika! Harika!” diye memnuniyetle mırıldanıp çevik adımlarla teknenin kıç tarafına yöneldi. Muzip bir tavırla, “Baksana, doğru mu? Bu anlatılanlar yani?” diye sordu balıkçının dümeni tutan, henüz çocuksuluğunu yitirmemiş delikanlı oğluna. “Yalan hepsi… O kadar.” Bir anlığına Agatha’nın yüzüne bakan genç çocuk gözleri kamaşmışçasına bakışlarının yönünü değiştirip dobraca cevapladı. “Söylentileri duydum da benim sahiden gördüğüm hiç olmadı.” “Ya? Demek öyle…” Agatha’nın hafiften hevesi kaçmış görünüyordu. Ama sonra hınzırca gülümsedi, “Bari bir hayalet falan çıksaydı, iyi olurdu,” dedi. “Ne de olsa o olayın yaşandığı yer burası.” 26 Mart 1986, Çarşamba. Saat 11’i biraz geçiyordu.

2

Koy, adanın batı kıyısında yer alıyordu. İki tarafı da sarp uçurumdu. Sağ taraftaki çıplak kayalar özellikle dik yükseliyor, adanın güney kıyısında yaklaşık yirmi metrelik bir uçurum oluşturuyordu. Gelgitin çetin olduğu doğu kıyısındaysa yarın yüksekliğinin elli metreyi bulduğu söyleniyordu. Önlerinde de neredeyse uçurum denebilecek kadar dik bir yamaç vardı. Dar bir taş merdiven, yer yer koyu yeşil çalılıkların kendine yer bulduğu kahverengi kayalıkların üzerine doğru tırmanıyordu. (bkz. Şekil 1.) Tekne yavaşça koya girdi. Koy dardı, bundan bekleneceği üzere dalgalar dışarıya göre daha sakindi. Burada suyun rengi de farklıydı. Kasvet verici koyu bir yeşildi. Koya girince sol tarafta ahşap bir iskele vardı. Arka tarafta ise harap haldeki pis kayıkhane görünüyordu. Tehlikeli olduğu hissi vererek gacır gucur sesler çıkaran iskeleye inen altı kişiye seslendi balıkçı: “Siz hakikaten arada bir gelip duruma bakmamı istemediğinize emin misiniz? Telefon da kesik burada.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Aşk ve Öbür Cinler ~ Gabriel Garcia MarquezAşk ve Öbür Cinler

    Aşk ve Öbür Cinler

    Gabriel Garcia Marquez

    Ustalık döneminin doruklarında dolaşan Gabriel Garcia Marquez’in, gençliğinde, günlük bir gazetenin muhabiriyken tanık olduğu bir olaydan yola çıkarak yazdığı bu roman, 1994 yılında ilk...

  2. Uçuştan Uçuşa ~ Ursula K. Le GuinUçuştan Uçuşa

    Uçuştan Uçuşa

    Ursula K. Le Guin

    Yerdeniz’in yazarından bu kez farklı dünyaları anlatan bir kitap. Bir tür seyahat kitabı ya da gezi rehberi. Bildik bir mekânda, havaalanında başlayan seyahatler bunlar,...

  3. Ölüm Tüneli ~ Susan SontagÖlüm Tüneli

    Ölüm Tüneli

    Susan Sontag

    “Gerçekten yaşamayan insanlar genelde yoğun bir sıvının içinde hareket ederler. Yaşamlarını ancak bu şekilde sürdürebilirler. Hayatları görmemelerine bağlıdır.” Yakışıklı, iyi eğitimli ve bir süre...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur