Uluslararası çok satan kitaplar yazarı Cathy Kelly, sevgi, arkadaşlık ve bir sır ağı hakkında büyüleyici bir hikâye anlatıyor.
Kenny’s sadece alışveriş yapılacak bir yer değildir; İrlanda’da Ardagh kasabasının kalbidir. Görkemli Edward stili cephesinin arkasında, zarif bir ortamda sıradışı butik ürünlerin yer aldığı modern bir mağazadır.
Burada hayatlar kesişir… ve sırlar saklanır.
TV muhabiri Ingrid Fitzgerald yıllar boyunca kocasının aile mağazasına -yani evliliğindeki diğer kişiye- yüreğini ve ruhunu vermesini izler. En sonunda Ingrid hayatını temelinden sarsacak bir şey keşfeder… bu evlilikte yalnız olmadığını.
Charlie Fallon kocasına ve çocuğuna tapan sadık bir Kenny’s çalışanıdır, fakat bencil ve baskıcı annesi her şeyi mahvetmeye kararlı görünmektedir.
Kenny’s mağazasında el emeği goblenlerini satan özgür ruhlu Star Bluestone ise kendine özgü sırlara ve bilgeliğe sahiptir.
Ancak beklenmedik bir trajedi hepsini sarstığında, sırların onların arasında her zamankinden daha fazla dayanışmaya neden olduğunu öğreneceklerdir.
“Usta yazar, modern kadının hayatını ve ilişkilerini iyi analiz ediyor.”
Woman & Home
“Eğlenceli, dokunaklı ve bir film kadar canlı.”
Irish Independent
***
Dylan, Murray ve John’a tüm sevgimle…
Giriş
Star Bluestone bütün hayatı boyunca arılarla konuşmuştu. Çiçekleriyle de konuşurdu, Wicklow tepelerinin karşısında otuz mil mesafede bulunan, eski İtalyan tarzı bahçeden toplanan tohumlardan yetiştirdiği nadir sarı gelinciklerle mırıltıyla anlaşırdı. Oradaki Yeni Zelandalı genç bahçıvan kendisini meyve bahçelerinden geçirirken ve bir bebek elma tomurcuğuna başka bir erkeğin bir kadına dokunması gibi özenle tutmak için uzanırken, ikisi uzun sohbetler yaparlardı.
Genç bahçıvan, özenle çabalayarak çiçeklerin gelişmesini sağlayan, toprağı seven kişilerin bitkileriyle ve arılarıyla konuşmalarını anlayışla karşılıyordu. Genç bahçıvan otuz yaşında olmasına rağmen, altmış yaşındaki Star’ın tuhaf bir kadın olduğunu düşünmemişti. Aksine, Star’ın bitki yaşamı konusundaki ansiklopedik bilgisinden etkilenmişti. Konuştukları zaman ciddi, güzel yüzü canlanıyordu.
Star bu nazik genç adamı seyrederken, iyi bahçıvanların her zaman iyi âşıklar olduğunu hatırlardı. Eğrelti otunun nazik yapraklarını ayırmak için gerekli hassasiyete sahip olan bir kimse, söz konusu başka birisinin bedeni olduğunda da beceriksiz olamazdı.
Star’ın bir erkeğin kollarında yatmasından bu yana çok yıl geçmişti. Pek çok aşığı olmuştu, fakat ömrünün geri kalanında hatırlayacağı, anısı tenine kazınmış olan kişi bir bahçıvan değildi. Çoğu kişi onu bu şekilde tanımasa da o bir şairdi. Toplum için, yakışıklılığı ve zarif davranışlarıyla kesinlikle geleneksel bir erkekti. Kendisi içinse, yıldızların altında birlikte oturarak şiir okuyan ve parmaklarını yüzünde dolaştırırken geleceklerinden bahseden erkekti.
Bu otuz beşi yılı aşkın bir süre önceydi. Star çiçekleriyle ve beyaz kovanlarındaki sevgili arılarıyla o zaman da konuşurdu.
Büyürken okul arkadaşları Star’ın neden böyle yaptığını anlamamış, fakat bunu mesele de etmemişlerdi. Ne de olsa, Star pek çok konuda farklıydı. Annesi de öyleydi. Kendi anneleri bitkileri böyle bir beceriyle yetiştirmeyi veya adet sancılarını dindirmek için krizantem ve papatyadan iksir kaynatmayı bilmiyorlardı, ne de yazın ortasında durup dikkatle aya bakarlardı.
Eliza Bluestone ise yapardı ve küçük Ardagh kasabasında bunun annesini tüm diğer annelerden ayırması Star için hem bir nimet, hem de bir lanet olmuştu. Nimet, annesinin kendisine verdiği bilgiydi. Lanet ise çok fazla bilmenin onu bütün arkadaşlarından ayırması olmuştu.
Eliza kocaman, gece yarısı gibi koyu gözlerindeki tüm bilgeliği kızına anlatmamış olabilirdi, fakat o bilgi bir şekilde kendisini Star’a transfer etmişti.
Yirmisinde bir genç kızken ve arkadaşlarıyla dans etmek, genç erkeklerle flört etmek istediğinde bilge olmak bir engel olmuştu. O, evlerinin on mil ötesindeki bir barda ruh eşini bulmanın pek az kişiye nasip olacağını biliyordu. Kocası olacak doğru erkeği bulması zor olacaktı, çünkü Bluestone ailesi -yani Star ve annesi- pek geleneksel değillerdi ve onları sevecek kişinin kuvvetli bir erkek olması gerekiyordu. Aynı şekilde, arkadaşlarının yaşamlarında bekledikleri tüm sevinç ve mutluluğa sahip olamayacaklarını da biliyordu, çünkü bunu herkes yapamazdı. Bu apaçık ortadaydı. Başka türlüsünü hayal etmek akılsızlık olurdu.
Star da annesi gibi dünyada neler olup biteceğini tahmin edemiyordu ama evrenin kurallarını anlayacak kadar bilgeliğe sahipti. Arkadaşları her şeye körcesine atılıp, kulüpte tanıştıkları erkek kendilerini aramadığı zaman şaşırırken, Star’ı hiçbir şeye şaşırtamazdı.
Star büyüdükçe çiçekleri ve bahçesiyle alakalı becerisi de artmıştı. İşin tek sırrı bitkilerle konuşmak değildi: Onlara saygıyla bakmaktı. Ve Star bunu yapıyordu, tekrar nefes alabilmesi için turuncu yapraklı çuha çiçeğinin dört bir yanındaki yabani otları yolarak, barakanın yanındaki yaşlı kırmızı frenk üzümü fidanlarını kurumuş topraktan uzaklaştırarak, uğraşıları esnasında zaman zaman dinlenmek için durarak, bunu yapıyordu. Star müziği severdi. İçine ayak basmamış olduğu halde, uzaktan kilise korosunun şarkılarını duymaktan hiç bıkmazdı -kiliseye gitmemesi de onu arkadaşlarından ayıran başka bir konuydu. Star’ın kilisesi ağaçlar, dağlar ve denizin kudretli kükremesiydi. Kilise müziğini sevmesine rağmen, doğanın müziğini daha çok seviyordu. Annesi ona, arıların şarkısının yeryüzünün şarkısı olduğunu öğretmişti. Arıların bazı kadim dans hareketleriyle salınmaları ve melodik şarkıları insanoğlundan çok önce vardı. Hem yağmurdan korunmak için girdikleri saçakların altında didişen ve etrafa su sıçratan güvercinlerin sesinden daha fazla mutluluk veren bir şey olabilir miydi?
Şu anda yağmur yağıyordu. Star yatakta yatarken yağmur damlalarının pencere camlarına çarptığını duyabiliyordu. Her zamanki gibi sabah altıda uyanmıştı; yazları altınsı gün doğumundan faydalanmak için hemen kalkardı, fakat bu soğuk Şubat gününde şafağa daha en az iki saat vardı -ve hava kapalı olacağa benziyordu.
Danu ve Bridget, iki kedisi, sabah gürültülerini çıkararak yatakta yanına yayılmışlardı. Bridget çok fazla fırçalamayı gerektiren muhteşem kürküyle, gösterişli ve beyaz bir tüy yumağıydı.
İkisinden daha küçük olanı Danu, Star’a geçen yıl doğru zamanda verilen kurtarılmış bir tekirdi, çünkü Bridget’ın kız kardeşi Moppy henüz ölmüştü. Yaşamın garip alışkanlıkları vardı, Star bunu biliyordu. İstemek işe yaramazdı -sizin istemeniz bunu sağlamıyordu. İstek ve ihtiyaç çok farklı iki şeydi.
Star iki kedisini okşayarak ve pencereden dışarı bahçesindeki ağaçların ve çalılıkların karanlık şekillerine bakarak bir süre daha yatakta kaldı. Yirmi yaşında ve tamamen âşık olduğu zamanlarda diktiği kızıl akçaağacı görebiliyordu.
“Sana bunu hatırlatması için bir şey ek,” demişti annesi ve Star şaşırmıştı. “Ben her zaman hatırlayacağım,” demişti sadece.
O zamanlar, dolgun dudakları ve ince beline kadar dökülen altın rengi saçlarıyla -babalarının neye benzediğine bağlı olmaksızın Bluestone kadınlarının saçları daima altın rengi olurdu- herkes Star’a güzelliğinin zirvesinde olduğunu söylüyordu. En iyi arkadaşı Trish’le birlikte gizlice gelinliğini seçmişti ve tepe yolundaki evi kiralayabilirlerse Danny’yle çok mutlu olacaklarını biliyordu. Oradan şehri ve denizi görebiliyorlardı ve Danny teknisyenlerden biri olan babasının garajına beş dakikada ulaşabilirdi.
Yine de ikisi için bir ağaç fikri hoşuna gitmiş ve kızıl akçağacı dikmişti.
Fakat ağacı dikmesinin üzerinden çok geçmeden, daha toprağa yeni kök salmışken Danny, “Ben yuva kurmak için çok gencim,” demişti.
“Daha önce böyle söylemiyordun,” diye yanıtlamıştı Star, bir anda gelinliğin, kendisine özel yapılmış olduğunu kazara düşündüğü bir mücevherin Brenda’nın butiğinde kalacağını anlayarak.
“Annem,” dedi Danny isteksizce. “İşle de alakalı. O dedi ki- ”
“Eğer garajı büyütmek istiyorsan daha iyi bir eşe ihtiyacın olduğunu söyledi. Senin garip otları ve doğal olmayan saçlarıyla dinsiz Bluestone kadınlarından birisiyle evlenmeni istemediğini söyledi.”
Star, Danny’ye karşı garez duymuyordu. Bu onun hatası değildi. Farklı düşünceleri sindirecek kadar kuvvetli bir erkek olmadığını bilmeliydi. Hatta yetmişli yılların ortalarında bile Batı dünyasının geri kalanı özgür aşk ve uyuşturucunun keyfini sürerken, Ardagh’ın daha muhafazakâr olan kısmı kiliseye gidip, Bluestonelar’a duydukları önyargıya iki elle sarılıyorlardı.
Eliza kızına Katolik geleneklerini uygulatmamayı tercih ettiğinde hem bölge rahibi yaşlı Peder Hely, hem de Tanrı’nın Kadınlar Manastırının Lekesiz Annesi Rahibe Anne, dikkate değer ölçüde anlayışlı olmuşlardı. Öğrenmek, evet. Eliza öğrenmeyi ve hoşgörüyü candan destekliyordu. Tüm dinlerden büyüleniyordu: Katoliklik, Protestanlık, Hinduizm, Budizm, hepsi mükemmeldi. Fakat uygulamak değil. Eliza çevresindeki dünyada temel hakikati, bütün insan yapımı dinlerden daha önce var olan bir dünyayı görüyordu.
“Okulda Star’la ilgileneceğiz,” dedi Rahibe Anne kesin bir tavırla. “Kilisemize gelmeyebilirsin, fakat Hıristiyanlığı anlıyorsun Eliza. Senin ihtiyaç duyanlara ne kadar sevecen olduğunu biliyorum. Burada her gün ayine koşuşturan ama komşusunu bile sevmeyen çok kişi var,” diye sertçe ekledi.
“Gerçekten de haklısınız Rahibe Anne. Bu bölgede hiç kimse sizin aleyhinizde tek söz ettiğimi duymayacak,” diye kabul etti Peder Hely, konu dünyevi bilgeliği ve ev yapımı mücver çiçeği şarabıyla sıradışı Eliza olunca çok daha modern oluyordu
Ancak Ardagh’daki herkes Peder Hely ve Rahiba Anne’le hemfikir değildi. Pazar ayinine giden ve ön kapılarının iç kısmına kutsal su kapları asan pek çok kişi farklı oldukları için Bluestonelar’dan hoşlanmıyorlardı. Danny’nin annesinin de bu kategoriye girdiği açıktı. Star bu antipatinin ne kadar güçlü olduğunu daha önce fark etmemişti. Kendisi birisinin neye veya kime tapındığıyla ilgilenmezdi ve başkalarının kendi görüşlerine itiraz etmesine şaşırıyordu.
Danny’nin düğünlerinin olmayacağını haber verdiği gece Eliza, “Ağacına daima sahip olacaksın,” demişti Star’a. Ana kız denize nazır bahçelerinde el kesimi iki kişilik ceviz kanepede oturmuş, kuşburnu çayı içiyorlardı.
Star diktiği ağaca kasvetle baktı. Sonra çevresindeki yaklaşık iki hektarlık arazide bulunan tüm diğer ağaçlara baktı. Eğimli çatısı ve cumbalı penceresiyle, karmakarışık beyaz bir ahşap karmaşası olan ev ağaçlarla kuşatılmıştı: Pürüzsüz kabuklu, yüksek dişbudak ağaçları, üzerine çullanmış söğütler, zarif bir çınar ağacı, sebze bahçesinin yanında bir kızıl gürgen topluluğu ve sonbaharda kan kırmızısına dönen sivri yapraklı bir başka akçaağaç.
“Çok ağacımız var,” dedi Star aniden anlayarak. Diğer akçaağaca dokunmak için ayağa kalkmıştı. “Bir zamanlar bunun babamın ağacı olduğunu söylemiştin, değil mi?”
Star’ın babası yerleşik olmak yerine seyahat etmeyi seven türden bir erkekti. Tüm dünyada en sevdiği yer Hindistan’dı, özellikle de insanın güneşte oturabileceği ve insan ırkının ne için var olduğunu veya diğer felsefi sorulardan başka hiçbir şey düşünmesinin gerekmediği Goa kumsalları.
“Babanı sevmiştim,” dedi Eliza.
“Ama o terk etti, öyle değil mi?”
“Ağacı birbirimize âşık olduğumuz zaman ekmiştim,” diye yanıtladı Eliza.
“O zaman sonradan terk etti.” Star anlamıştı. “Peki ya diğer ağaçlar?” diye sordu, bunu daha önce nasıl tartışmamış olduklarını merak ediyordu. Fakat annesi yumuşak ve yavaş bir öğretmendi. Ders, dersin zaman gelince yapılırdı.
“İki tane daha ekmiştim, her ikisi de sen doğmadan, babanla tanışmadan önceydi.”
Üç aşk.
“Peki ya tüm bu diğer ağaçlar?” diye işaret etti Star.
“Annemin, onun annesinin, burada yaşadığımız sürece bütün Bluestone kadınları ağaç dikmiştir.”
O zaman Star gülmüş ve kıymetli ağaçların her birinin gövdesine ellerini değdirerek bahçede dolaşmıştı. Kadın atalarıyla bu bağlantıyı seviyordu. Bu, adeta hepsinin ellerini tutmak, çok fazla şey görüp geçirmiş bu kadınların gülüşlerini ve konuşmalarını dinlemek gibiydi.
Star’a bu kadar rahatlık veren vahşi bahçesindeki bitkiler ve ağaçlar, sonunda ona geçimi için hammadde sağlamıştı. Nakışlı ve doğal boyalarla renklendirilmiş el boyaması yünlüler, ipekler uygulanmış goblenler tasarlamış ve dokumuştu.
Star doğayı görüşünü resimlerinde tepe manzaraları ve ormanlık alanlar, bazen ağaçların dibindeki çalılıklardan bakan parlak tüylü bir kuş veya yemyeşil bir fona yerleşmiş açmakta olan krem rengi bir manolya, hatta uzaktan görünen tek boynuzlu atın puslu görüntüsü olarak ifade ediyordu.
Yıllar boyunca ürünlerini Wicklow şehrinin dışında küçük bir el sanatları dükkânında satmış ve geçimini zar zor sağlamıştı. Sonra birisi yaptığı goblenlerden tekini Ardagh’da Kenny’s alışveriş merkezindeki bir alıcının dikkatine sunmuştu.
Kenny’s yeni yetenekleri daima kollar, demişti kadın. Star’ın nefis sanat eserleri ev eşyaları bölümünü mükemmel bir şekilde tamamlayacaktı. Dükkân resimleriyle ilgilenmiyordu: Çok karmaşıktı ve vakit alıyordu fakat Bluestone goblenleri tam aradıkları şeydi. Altı ay içinde, Star’ın küçücük işi başarılı bir ev endüstrisi haline gelmişti. Bu beş yıl önceydi. Şimdi üç çalışanı vardı ve Kenny’s’e en son siparişlerini yetiştirmek için son sürat çalışıyorlardı.
Yosun yeşili kâğıtların içinde her ebatta yirmi goblen vardı. Yöneticilerden biri ve satın almacı olan kişi, Star’ın büyük denizkızı goblenine ne diyeceğini görmek için ölüyordu. Star daha önce deniz resimleri üzerinde pek çalışmamıştı, çünkü boya maddelerini yapmak zordu. Zengin yeşilleri ve belirsiz toprak renklerini karıştırmak kolaydı, fakat deniz resimleri için saf maviler yaratmak çok daha zordu. Deniz goblenlerine giriştiği zaman, sonunda esnaftan satın alınan el yapımı boyalar kullanmaya başlamıştı, ama zengin mavileri yapmak için saf mavi ortancalarının başlarını ve okyanusun derinliklerini göstermek üzere de mor böğürtlenleri hâlâ kullanıyordu. Star gobleni satıp satmamak konusunda bocalamıştı. Mutfak duvarında, bakır kapların asılı olduğu rayın altında mükemmel görünürdü. Fakat bağrına taş bastı ve onu paketledi. Bluestone denizkızının, köpüğe benzeyen deniz yeşili gözleri ve soluk saç lüleleriyle dışarda başka birisinin duvarında büyüsünü göstermesi gerekiyordu.
Star kedileri besledikten sonra meyve ve yoğurttan oluşan kahvaltısını etti ve demlediği bir fincan çayı küçük limonlukta içti. Kahvaltı bitince giyindi. Hazırlanması hiçbir zaman uzun sürmezdi. Duş alacak, her ne kadar çok fazla beyaz tel olsa da, her zaman olduğu gibi sarı saçlarını tarayacak ve kara gözlerine biraz kalem çekecekti. Olağandışı bir birleşimdi: Soluk renkli saçlar, zeytuni bir ten ve kara gözler. Zaman zaman süpermarkette karşılaştığı eski arkadaşı Trish, daima Star’ın nasıl her zamanki kadar ince kaldığını bilmek istemişti.
“Bu benim yaptığım bir şey değil,” dedi Star, “annem de aynen böyleydi, hatırlarsın.”
Trish başını salladı, hatırlıyordu. Star, Trish’in bir sonraki düşüncesini neredeyse okuyabiliyordu; üç çocuk sahibi olmanın insana kilo aldırdığını, ne de olsa Star’ın hiç çocuğu yoktu, hem ailesi yoksaaltmış yaşında olmanın ne önemi var ki?
Star çocuk sahibi olmayı çok isterdi. Ellerinde küçük, güvenen bir eli hissetmek, ağaç dikmeyi öğretmek için ikili ceviz kanepede birlikte oturacağı kendi kızına sahip olmak isterdi. Fakat onun yolu bu değildi. Ona güzel eserler yaratma ve bitki yetiştirme yetenekleri ihsan edilmişti. Bir zamanlar bu yeterli olmayabilirdi ama şimdi yetiyordu.
Ayrıca hayatındaki yardım ettiği kadınlar onun çocukları gibiydi. Star’ın kayıp ruhları toparlama becerisi annelik içgüdüsü için güçlü bir çıkış sağlamıştı.
Hızla giyindi, kıyafetleri sevdiği bahçe renklerindeydi: Baharın pastelleri, yaz mevsiminin sıcak pembe tonları, sonbaharda yaprakların döndüğü altın rengi ve karlı bir kış manzarasının serin gölgeleri. Bu Şubat gününde, krem rengi yünlü bir elbiseyle buna uygun gri bir palto ve uzun siyah çizmeler giymişti. Saçlarını yüzünden geriye çekerek ense kökünde bir tokayla tutturdu. Her günkü üniforması çok farklıydı, bol etekler veya kot pantolonlar ve tişörtler giyerdi fakat bugün şık bir iş kadını olarak görünmesi gerekiyordu.
Kenny’s mağazası bir efsaneydi. 1924 yılında, Avrupa Büyük Savaş’tan sonra toparlanırken ve İrlanda dünya sahnesinde ortaya çıkarken, iç savaşın yıkıcı etkilerinin ardından kurulmuştu ve Kenny’s kendi tarzında bir sembol olmuştu. Herkesin, paralı sınıfın ve bir gün paralı sınıfa ait olmayı umanların ağırlandığı bir yer olmuştu. Yaşlı Bay Kenny’s’in ilkesi, bir işçi veya unvanlı bir leydi de olsa her müşteriye aynı şekilde nezaketle davranılmasıydı. Bu zarafet ve eşitçilik onun başarısına katkı sağlamıştı.
Yıllar geçtikçe Ardagh’da çok fazla şey olmuştu. Eski aile işleri ana cadde zincirlerine ve büyük işletmelere yol verirken tüm sokaklar değişmişti. Star’ın ve arkadaşlarının patlamış mısır yedikleri ve Jaws sayesinde korkudan haykırdıkları Klasik Sinema şimdi bir araba parkıydı ve ucuz kahve içip ikramların -bir banana split- keyfini sürecek parayı nadiren buldukları Soda Pop yıkılmış, yerine bir süpermarket inşa edilmişti.
Ne var ki her şey değişirken Kenny’s hiç değişmemişti. Büyük miktarda para harcanarak yenilenmişti, fakat özünde aynı görünüyor ve hissediliyordu. Gösterişli küçük bölmeli pencereleriyle ve parlak pirinç aksesuarlarla süslü döner kapılarıyla, bütün bir bloğu kaplayan zarif eski tarzda bir kral Edward dönemi şaheseri. Her kapıda süslü kıvrımlı bir tabela asılıydı:
Kenny’s
Kuruluş 1924.
Star arabasını Kenny’s’in arkasındaki otoparka bıraktı, arkadaki servis kapısına doğru yürüdü ve zili çaldı. Açılışa bir saatten fazla vardı ve personelin çoğu henüz gelmemişti ama Lena sabah saat sekizde servis kapısında olmaya söz vermişti. Kapı vızıldayınca Star iterek açtı, arkasından kıymetli goblen kargosuyla yüklü küçük tekerlekli arabayı çekiyordu. İçerisi karanlıktı ve görünürde kimse yoktu, bu yüzden Star kapının düğmesine basarak kendisini içeri kimin aldığından emin değildi, ama etrafını kolaçan edip yaşam belirtileri arayarak ofislere giden arka merdivenlerin yönünde ilerlemeye başladı. Ancak merdivenlere giden kapılar kilitliydi. Sadece üretim bölümüne giden çifte kapılardan ışık geliyordu. Belki de Lena buradaydı.
Star kapıları iterek açtı ve Kenny’s’in sihirli kokusunu soludu.
Sevkıyat bölümünün kasvetinden sonra bu, adeta güzel bir şekilde aydınlatılmış bir mücevher kutusuna girmek gibiydi. Dükkânda ışıklar yanıktı, parfüm kokusu, mobilya cilası kokusu ve yukardaki kafeden aşağıya süzülen belli belirsiz bir sıcak kek kokusu birbirine karışmıştı. El arabasını bir duvara dayayarak bıraktı ve orada tamamen kendi başına olmanın zevkini hissederek bu cennette yürümeye başladı.
Lena’yla sık sık başka bölümler hakkında sohbetler yapardı. Şimdiki sahibi David Kenny büyük markalarla olduğu kadar yerel sanatkârlardan ve kadınlardan alınan sıradışı parçalarla nasıl çok farklı bir mücevherat alanı istediğini söylemişti. Bu moda bölümünde de aynıydı: Genç, okulu henüz bitirmiş tasarımcıların giysilerini sergileyebilecekleri küçük bir bölüm vardı. Her alışveriş merkezindeki metre kare başına en değerli yer olan parfüm ve kozmetik bölümleri alışılmış markalarla doluydu, fakat buranın gururu bütünüyle West Cork’ta küçük bir köyde yapılan bir cilt ürünü yelpazesine, Organic Belle’e aitti.
“David sonradan gelişecek konularda işini iyi bilir,” diye sır vermişti Lena. “İki yıl önce o tanıtmadan Organic Belle’i kimse duymamıştı; şimdi Los Angeles’ta çok büyüdüler ve bazı ünlü otel zincirleri bütün spalarında bu ürün yelpazesini istiyor. Çok büyüyecekler. Ürünleri denemelisin. Orada çalışan çok sevimli bir kadın elemanımız var, Charlie Fallon. O sana yardım edebilir.”
Star kısmen uzak bir yerde yaşadığı, kısmen de Kenny’s’e nadiren uğradığını söylediği için Lena’nın kendisini eksantrik bir sanatçı olarak gördüğünü hissetmişti. Dükkânı yaşayan ve soluyan, başka birisinin buraya nasıl hayran olmadığını anlayamayan Lena şoke olmuştu.
“Yani Kenny’s’te alışveriş yapmadığını mı söylemek istiyorsun?”
“Geçen sene iki kere geldim,” diye belirtti Star.
“Fakat bu beni görmek içindi,” dedi Lena.
Bu yüzden, doğallığı şüpheli olanlar da dahil olmak üzere onun sevebileceğini düşündüğü parçaları vurgulayarak Star’a Kenny’s kavramını satmak için elinden geleni yapmıştı.
Star, Organic Belle tezgâhlarını geçerken markanın en çok satan tatlı kokusunu içine çekti: Anında rahatlatan limon otu ve lavanta karışımı.
Star eski ziyaretlerinden birinde Lena’nın bahsettiği Charlie’yi görmüştü. Tam olarak annesine benzemediği halde Star, Charlie’nin yıllar önce tanıdığı ve yetmişli yıllardaki feminist hareketin ateşli bir aktivisti olan Kitty Nelson’ın küçük kızı olduğundan emindi. Tıpkı annesininkiler gibi gözleri çok hafif kedi gözü biçimliydiler. Fakat Kitty’nin gözleri her bakımdan, özellikle konu erkekler olduğunda kurnazken, Charlie’ninkiler yumuşak ve nazikti. O girişken, baştan çıkarıcı bir kadın olan annesinden çok farklı türde bir kadındı, Star bunu içgüdüsel olarak sezmişti.
Organic Belle tezgâhlarının ötesinde yiyecek reyonunun girişi uzanıyordu, tüm tatlı ve kurabiye kutuları toplanıp ortadan kaldırılmış olmasına rağmen, havayı karamel ve tereyağı aromasının geçmek bilmeyen kokusu doldurmuştu.
“Yiyecek reyonunu seviyorum,” diye açıkladı Lena, Star’ı
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıÖmründe Bir Kere
- Sayfa Sayısı480
- YazarCathy Kelly
- ÇevirmenNil Bosna
- ISBN9789944825665
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviEpsilon / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bitmeyen Yol ~ Natsume Soseki
Bitmeyen Yol
Natsume Soseki
Bitmeyen Yol, modern Japon edebiyatının önde gelen temsilcileri arasında gösterilen Natsume Sōseki’nin yaşamının hesaplaşmalarla dolu en karanlık dönemine tanıklık eden romanıdır. İngiltere’de gördüğü edebiyat...
- Kafes – Sakın Gözlerini Açma ~ Josh Malerman
Kafes – Sakın Gözlerini Açma
Josh Malerman
Netflix filmi Bird Box’a ilham veren roman Daha Önce Yayımlanmamış “Bobby Kapıyı Çalıyor” Öyküsüyle Görülmemesi gereken korkunç bir şey… Ona atılan bir bakış kişiyi...
- Almodovar Teoremi ~ Antoni Casas Ros
Almodovar Teoremi
Antoni Casas Ros
Bir gece aniden yola fırlayan bir geyik, korkunç bir trafik kazası,kazada ölen bir sevgili, yok olan bir yüz, uçup giden hayaller, yalnız,düşünerek geçirilen yıllar...