Muallim Naci, nam-ı diğer Ömer, sekiz yaşına kadarki çocukluk hatıralarını pek sevimlice, neredeyse o yaşından anlatıyor. Babası, abisi, annesi, kedisi Fındık, Hoca Efendi, mahalledeki komşular… Bir çocuğun çevresindeki herkes var bu anlatıda. Sokakta karşılaştığı köpeğin saldırması üzerine yaşadığı korku, eve alınan oğlakla bahçede geçirdiği keyifli vakitler, oynarken düşüp yaralanması, babasıyla ders çalıştığı saatler, mektepte falakaya yatıran Hoca Efendi’den ve karanlıktan korkusu, bilmediği bir yerde kaybolduğunda duyduğu çaresizlik… Muallim Naci, hepimizin çocukluğundan tanıdığı bu duyguları öyle canlı anlatıyor ki tek başımıza gidemeyeceğimiz bir mazinin içine bizi bırakıveriyor; üstelik eski İstanbul da semtleri ve yaşayışıyla yanımızda olarak.
*
Sekiz Yaşına Kadar
Bizim Ömer diyor ki:
Kıztaşı1 dörtyol ağzından Sofular’a doğru inilirken İbn-i Melek Hazretleri’nin defnedildikleri yüksek mezarlık sağda bırakılarak biraz daha gidilince yine sağda bir akar çeşmeye rastlanır.
O civar ahalisini bunca zamandan beri diğer uzak çeşmelere gitmeye muhtaç bırakmadığı için gururlanır gibi yiğitçe duran bu çeşmenin hemen karşısında hayli uzun bir sokak görülür ki Nureddin dergâhlarından biriyle son bulur. Dergâhın sol tarafına dönerek orada incelen yoldan ilerleyecek kişi, kendini uzunluğu ötekinden daha fazla olan Çelebi Sokağı’nda bulur. Bu sokağın sonundaki taş mektebin2 önünden sola dönülünce görülecek yokuş cadde, Saraçhanebaşı’na çıkar.
Bir gün o yokuştan iniyordum. En sevdiğim uzun hırkam sırtımdaydı. Bu hırkayı, içinde ve dışında ikişerden dört cebi olduğu için pek severdim. Cepler yemiş ve ufak tefek oyuncak koymaya ne kadar iyi gelirdi! Diğer hırkalarımda ikiden fazla cep bulunmazdı. Giyilme sırası dört cepli hırkaya gelince yüzüm gülerdi. Yüreğime öyle bir sevinç dolardı ki hemen ellerimle hırkanın göğsüme gelen iki yanını okşamaya, “Oh! Oh!” diye diye odanın içinde dans ederek dönüp dolaşmaya başlardım.
İne ine mektebin hizasına geldim. Bir iki adım daha atarak eve gitmek üzere Çelebi Sokağı’na saptım. Birdenbire karşıma kuyruğu kesik bir köpek çıktı. Havlayarak üzerime saldırdı. Beni mektebin duvarına sıkıştırdı. Göğsüme doğru pençelerini atmaya kalkıştı. Ben ağlayıp haykırmaya başladım. Bir taraftan da kendimi kurtarmaya çalışıyordum. Şaşırmıştım. Kimden yardım isteyeyim? Sokakta köpekle benden başka kimse yok. Caddeden de geçen bulunmuyor!
Besbelli feryadım işitilmiş. Mektebin karşısındaki konağın alt katında bir pencereden iri bıyıklı bir ağanın başı göründü. Bir yahut iki kere “Hoşt!” dedi. Köpek benimle uğraşmaya devam ediyordu. Nasılsa bir aralık önünden savuşarak kaçmaya yeltendim. Arkamdan yetişti. Omuzlarıma doğru sıçradığını hissettim. Feryadı arttırdım. Bu hali pencereden seyretmekte olan ağa, dilinin ucuyla bir kere daha “Hoşt!” diye bağırdı. Hayvanın pençeleri sırtımdan sıyrılarak indi. Korkumdan dönüp arkama bakamıyordum. Sesim de kesilmişti. Hem ağlıyor, hem koşuyordum.
“Kurtuldum!” diyecek kadar koştuktan sonra soluk soluğa denilecek bir halde durdum. Arkama baktım. Köpekten eser yok. Biraz kendime geldim. Köpeğin bir şey yapıp yapmadığını anlamak için sağ elimi sevgili hırkamın ensesine doğru uzattım. Ense yok!.. Meğer köpek, hırkanın yakasından tuttuğu gibi eteğine üç dört parmak kalıncaya kadar yırtmış.
Hırkayı sırtımdan çıkardım. Biçarenin haline baktım. Gözlerimden yeniden yaş boşandı. Ne hazin manzara!.. Ne büyük üzüntü!..
Hırka, koltuğumun altında olduğu halde eve ulaştığım zaman ağlamaktan içimi çekmekteydim. Annem beni o halde görünce telaşla:
Sana ne oldu oğlum? Ne ağlıyorsun? Hırkanı niye çıkardın? Vah vah! Nedir bakayım söyle, diye üzülmeye başladı. Hırkayı koltuğumun altından aldığı sırada dedim ki:
Köşe başında kuyruksuz bir köpeğe rast geldim de… Üzerime atladı.
Annem daha fazla üzülerek beni kucakladı. İşte asıl o vakit ağlamaya başladım. Bir felaketzedeyi en fazla, teselli eden ağlatır.
Bu olay, bana o köşe başını hiç unutturmaz.
Şu ağaya ne dersiniz? İnsaniyetli adam değil miymiş!.. Susmadı. İnsaniyetsiz adam değil miymiş? Yardıma koşmadı.
Behey ağa! Gözünün önünde bir köpek, aciz bir çocuğu paralamaya çalışıyor. O köpeğin kuduz olma ihtimali de var. Çocuk ağlıyor, feryat ediyor, yardım istiyor. Ortada zavallıyı kurtaracak kimse de yok. Sen pencereden “Hoşt” demekle yetiniyorsun. İnsan değil misin? Yüreğin köpek yüreği midir? O senin nazarında belki köpek yavrusu kadar önemi olmayan çocuğun bir gün olup da seni yargılayacağını düşünecek kadar da mı beynin yok? Korkma! İsmini bilsem de yazmam. Senin beni koruduğun kadar ben de seni koruyabilirim! Şurasını da söyleyeyim: Sen o zaman bana gerçekten insancasına bir yardımda bulunmuş olsaydın, ben seni şimdi böyle mi yazardım?
Bilmem bu eleştirimde haksız mıyım?
Ah, insan böyle gafil olmasa da daima herkese iyilik etse ne kadar kazanacak!
Yine bir gün eve dönerken Saraçhanebaşı’ndan Kıztaşı’na giden sokakta birtakım yük hayvanlarına rast gelerek duvar dibine sığınmıştım. Yanımda kır sakallı biri belirdi. Elimden tuttu. “Korkma oğlum!” diyerek vücudunu bana siper etti. Hayvanlar geçtikten sonra tebessüm ederek, “Haydi, şimdi git oğlum!” dedi.
İhtimal ki o adam vefat etmiştir, fakat iyiliği benim gönlümde yaşıyor.
Geri dönelim.
“Çeşmenin hemen karşısında” dediğim sokağa girilerek sol baştaki evin bahçe duvarı takip edilince iki katlı bir ev görülür ki kapısının önü, basamak taşlarıyla haylice yükseltilmiştir.
Bugün üzerinde “70” numarası görülen bu evin vaktiyle içine girilse alt ve üst katlarında dört oda ile iki sofa ve arka tarafında yedi sekiz ayak merdivenle çıkılan genişçe bir bahçe bulunduğu görülürdü.
Bundan bir müddet evvel o evde oturanlar şunlardan ibaretti:
Baba: Ali
Anne: Fatma Zehra
Büyük oğul: Mehmet Küçük oğul: Ömer
İşte bu Ömer benim.
Babam kırk altı yaşında vefat ettiğinde, ben tahminen sekiz yaşındaydım. Görünüşü hâlâ gözümün önündedir: Orta boylu, geniş omuzlu, sağlam vücutlu, büyücek başlı, değirmi çehreli, kalınca kara kaşlı, ela gözlü, irice kara bıyıklı, beyaz tenli, heybetli bir yüz…
Başına giydiği büyük Tunus fesinin üzerine büyücek bir yemeni sarar. Geniş göğsünü güçlükle kaplayabilen kaytan ve sırma işlemeli çuha yelekteki düğmelerin bir kısmı, hemen yaz kış çözük olur. Yeleğin üzerindeki sade çuha saltanın1 kolları biraz kısadır. İri dolgun bilekler daima göze çarpar. Belinde en güzelinden, zemini beyaz çiçekli bir Acem şalı görülür. Bunun sarı zeminli bir eşi de omzunda veya kolunda bulunur. Çoğunlukla mendil olarak kullanır. Beldeki şalın içinde gizli olan, kapaklı, iri Corci Piryol2 saatin sırma örme işlemeli, ortası düğmeli kösteğini yeleğin üst kısmındaki düğmelerin birine iliştiriverir. Dizlerinden bir parça aşağı inmekte olan çuha şalvarın alt taraflarını Ahıska tozlukları örtmüştür. Ayakları Galata işi az üstlü, zarif, kırmızı yemenilere alışıktır.
Üzerinde eski değil, rengi solmuş bir şey dahi bulunmaz. Pek yakışıklı, dolgun vücutlu bir Osmanlıdır. Bununla beraber, şişman denilecek bir halde değildir. İstanbul’da doğmuş büyümüş, fakat kendisini bilmeyenler İstanbullu zannetmezler. Saraçhane halkından Ali Bey’i tanıyanlar hâlâ az değildir.
Ahlakına dair de birkaç söz söyleyeyim:
Terbiyeli bir İslam ailesi içinde yetişmiş, güzel yaradılışlı bir adamın gönülden gelen hisleri nasıl olur? Babamın hisleri de işte öyledir. Kimseye fenalık etmemiştir, fakat pek çok kimselere iyilik etmiştir. Doğruluk, mertlik kendisine babası Ahmet Ağa’dan miras kalmıştır. Biraz öfkeli görünür lakin yersiz öfkelenmez. Onda öfke uyandıran konular, mutlaka İslam terbiyesine ve insaniyete yakışmayacak şeylerdir. Yüreği aile sevgisiyle dolu olmakla beraber hiçbir vakit şimartıcı muamelede bulunmadığından, ev halkı heybetinin etkisi altında bulunur. Bu etki, dövüp sövmek gibi bazı sebeplerle ortaya çıkmamıştır. Kendisinin tavrından doğal bir şekilde meydana gelmiştir. Dünyada kimseye muhtaç olmamak kadar mutluluk olamayacağına inandığından işleriyle meşgul olmayı pek sever.
O evden başka, bir de Saraçhanebaşı’nda ufak bir dükkâna sahiptir. Kendi dükkânında saraçlık1 eder. Sabahleyin erkenden dükkânına gider. Akşamüstü doğruca evine gelir. Ömründe içki içmemiştir. Günde bir iki lüle2 tütün içer. Ona da tiryakiliği yoktur. Hatta bazen tütün kesesini dükkânda unutur. Evde zaten tütün bulunmadığından o gece içmeyiverir.
Kazancı öyle bir iki ev daha idare edebilecek derecede olduğu halde, büyücek bir ev edinmek, hizmetçi tutmak, halayık almak gibi fikirlerde bulunmaz. “Bu evi kendim yaptırdim, severim. Kalabalığımız yok. Bize yetip gidiyor. Dükkân da kendi malımız. Çalışıp kazanıyoruz. Güzel güzel geçiniyoruz. Cenabıhakk’a şükredelim. Bize verdiği nimetlerin kıymetini bilelim. İçimizde yabancı bulunmasın. Hizmetçi, halayık derdi çekilmez. Kendi işinizi kendiniz görün. Allah yardım eder, merak etmeyin. Hizmetçili, halayıklı evlerde bu saadet bulunmaz” der.
Evine o kadar güzel bakar ki bunu bilen aileler gipta ederler. “Keşke bizim de öyle babamız olsa!” derler. Her şe…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı
- Kitap AdıÖmer’in Çocukluğu
- Sayfa Sayısı48
- YazarMuallim Naci
- ISBN9786052956960
- Boyutlar, Kapak12,5x20,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2019
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İyi Uykular Sayın Seyirciler ~ Uğur Dündar
İyi Uykular Sayın Seyirciler
Uğur Dündar
Okuyanların “Vay canına! Demek ki Uğur Dündar bunları da yaşamış!” diyecekleri çarpıcı gelişmeler, iğrenç tezgâhlar ve bazı ilginç olaylar… Toplumun gerçekleri öğrenme hakkı dışındaki...
- Lal ~ Ayşe Kara
Lal
Ayşe Kara
Lâl Nergis’in Aşk Temelli Estetik İslam Algısı ve ikizinin Madde Nakli çabalarında temsil edilen Fatih Medeniyeti Kaybolan eşini, iki çocuğuyla senelerce bekleyen Nergis’in, Bosna...
- Allah Beni Böyle Yaratmış – Pucca Günlük 3 ~ Pucca
Allah Beni Böyle Yaratmış – Pucca Günlük 3
Pucca
Allah Beni Böyle Yaratmış – Pucca Günlük 3 Sanal âlemin en bilinen isimlerinden PuCCa, hikâyelerine kaldığı yerden devam ediyor. İlk kitabı “Küçük Aptalın Büyük...