Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Ömer Paşa
Ömer Paşa

Ömer Paşa

İvo Andriç

Avusturya ordusunda yetişmiş, İslam’ı sonradan kabul etmiş Lika’lı bir Hıristiyan olan Ömer Paşa, bilgisi, becerisi, liyakatiyle padişahın ordusunda en üst rütbeye kadar yükselmişti. Travnik’in…

Avusturya ordusunda yetişmiş, İslam’ı sonradan kabul etmiş Lika’lı bir Hıristiyan olan Ömer Paşa, bilgisi, becerisi, liyakatiyle padişahın ordusunda en üst rütbeye kadar yükselmişti. Travnik’in sivil valisi konumundaki vezire hesap vermiyor, ne kadar zaman kalacağını, nerede ikamet edeceğini kimseye sormuyordu. Saraybosna’ya iktidarı ele geçirip yönetmek için değil, savaşmak ve cezalandırmak üzere gelmişti. Ve halkın bu adamdan ödü kopuyordu.

Nobel ödüllü yazar İvo Andriç’in bu romanında, serasker Ömer Paşa’nın Saraybosna’ya gelmesinden sonra kentte ve seraskerin köşkünde yaşananlar, her bölümde farklı karakterlerin sahne aldığı bir kurguyla anlatılıyor.

İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ / BARIŞ ÖZKUL…………………………………………………………………..7
Geliş………………………………………………………………………………………………………….11
Ordu…………………………………………………………………………………………………………37
Gölgeli Han’ın Yanında ……………………………………………………..53
Akşam……………………………………………………………………………………………………..59
Zincirlenmiş Adamlar……………………………………………………………67
Jilavka Denen Bir fiarap………………………………………………………73
Görüşme………………………………………………………………………………………………81
Ressam Dediğin…………………………………………………………………………..99
Tablo…………………………………………………………………………………………………….159
Saide ve Karas……………………………………………………………………………..163
Saide Hanım’ın Hikâyesi……………………………………………….175
Kostaş Nenisanu………………………………………………………………………197
Sonra…………………………………………………………………………………………………….225
Muhsin Efendi ve Nikola………………………………………………251
Yaz…………………………………………………………………………………………………………..265
Rüzgâr…………………………………………………………………………………………………273
Yalan……………………………………………………………………………………………………..279
Gidiş……………………………………………………………………………………………………..287

ÖNSÖZ
BARIŞ ÖZKUL

1950-1973 arasında çeşitli dergilerde tefrika edildikten sonra kitaplaştırılan Ömer Paşa, 19. yüzyıl Osmanlı tarihinin ileri gelen paşalarından serasker ve serdar-ı ekrem Ömer Lutfi Paşa’nın yöredeki huzursuzluğu bastırmak için beraberindeki orduyla çıktığı Saraybosna seferini (1850- 1852) anlatır. Tüm eserlerinde Balkanlar’daki etnik, dinî ve kültürel çeşitliliği betimleyen İvo Andriç’in tarihî roman kahramanı olarak Ömer Paşa’yı seçmesi Balkanlar’daki Osmanlı mirasıyla uyumlu bir tercihtir.

1806’da Hırvatistan’ın Plaşki (Plaški) kasabasında dünyaya gelen Macar asıllı Mihaylo Latos, Avusturya İmparatorluk Harp Okulu’ndan mezun olup kısa süreliğine Avusturya ordusunda görev yaptıktan sonra 1828’de Müslümanlığa geçmiş ve Ömer Paşa adıyla Osmanlı devletinin hizmetine girmişti. Bab-ı Seraskeri mütercimliğinin ardından 1841’de Abdülmecid’in de izlediği bir askerî tatbikattaki başarısından dolayı feriklik (bugünkü korgeneral) rütbesiyle taltif edilen Paşa, 1848 devriminin akislerinin hissedildiği Eflak’taki ayaklanmayı bastırmaya gönderilmiş, ardından 1849’da Rumeli müşirliği rütbesiyle Balkan ordusu komutanlığına tayin edilmişti. İvo Andriç’in Ömer Paşa’sı aşağı yukarı bu zaman dilimini konu eder.

Ömer Paşa’nın romandaki yolculuğu zamansal ve mekânsal açıdan döngüsel bir seyir izler: Beraberindeki orduyla, doğduğu topraklara dönen Paşa ihtida ettiği yeni din ve imparatorluk adına Balkanlar’daki huzursuzluğu, merkezî idareye isyan eden beyleri ve dolaylı olarak yöre halkını hizaya getirmeye çalışır. Emrindeki ordu, imparatorluk devrinin kültürel ve etnik çeşitliliğini simgeler: Ülkelerindeki ayaklanmalardan kaçıp Osmanlı’ya sığınan Lehler ve Macarlar, Ömer Paşa’nın askerleri olarak sefere katılmıştır.

Maria Todorova, Balkanlar’ı Tahayyül Etmek (Imagining the Balkans-Oxford Uni. Press, 2009) adlı eserinde “Balkanizasyon” teriminin coğrafi anlamının yanısıra olumsuz politik çağrışımlar kazanmasının ancak 19. yüzyıl sonunda somut bir vaka haline geldiğini; Yunan, Sırp, Karadağlı, Romen ve Bulgar halklarının Osmanlı’dan ayrılmasıyla ivme kazanan yüz yıllık milliyetçi dağılma sürecinde Osmanlı’ya yönelik tepkilerin eşzamanlı ya da eşbiçimli olmaktan ziyade bir hayli karmaşık olduğunu hatırlatır. Ömer Paşa’da bu karmaşık tepkilerin bireysel izdüşümleri, karakterlerin Osmanlı’ya yönelik karışık hislerinden anlaşılır: Yöre halkı ve Saraybosna beyleri Ömer Paşa ile maiyetinden, onların şahsında Osmanlı’nın gazabından korkmaktadır; ancak bu korku çok zaman Balkanlar’ın bağımsızlığını ya da ulusal kimliklerin tesisini amaçlayan politik tepkiler biçimini almaz. Gündelik hayat bu denli katı bir seyir izlemez. Osmanlı’nın “hayırsever otokrasisi”nin altın tepside sunduğu fırsatlardan hâlâ memnuniyet duyanlar vardır. Özellikle Ömer Paşa’nın maiyetindeki Macar ve Leh askerler, Paşa’nın karısı Saide Hanım ve tüm karamsarlığına karşın Paşa’nın kendisi, Osmanlı’yı önemli bir fırsat ve ikbal kapısı olarak görmeye devam etmektedir. Paşa’nın Macar asıllı karısı Saide Hanım Osmanlı uyruğu olmanın ona şans ve mutluluk getireceğine (en azından gençliğinde) inanmıştır. Ömer Paşa ise hayatına Mihaylo Latos olarak devam ettiği takdirde bunun ona yoksulluk, çaresizlik ve ölümden başka bir şey getirmeyeceğini düşünür.

Diğer yandan İvo Andriç, Osmanlı’nın çöküş devrinde Balkanlar’daki sıkıntıların ve büyük acıların üzerini örtme yolunu da izlemez. Saraybosna halkının merkezî idareden duyduğu korku ve endişe kitabın hemen her sayfasında hissedilir. Ömer Paşa öncelikle yöredeki beyleri zapturapt altına alıp imparatorluğun yıkılmasını önlemeye çalışsa da “sıradan halk” onun adını işitince tir tir titremektedir. Celia Hawkesworth, şehre bir yabancının gelişinin Güney Slav ve Balkan edebiyatında sıklıkla başvurulan bir kültürel gerilim ögesi olduğu kanısındadır: Yabancının şehre gelişi yöre halkının gözünde genellikle potansiyel bir şiddet, tehdit ve husumet nedenidir. Yabancının şehre gelişi aynı zamanda dedikodu gibi sözlü edebiyat ögelerini de seferber ederek bir çokseslilik yaratır. Bu çokseslilik, haliyle, birçok çelişkinin, riyakarlık ve kötülüğün de taşıyıcısıdır: Ömer Paşa’nın önünde temenna eden subaylar arkasından küfür ederler.

Ömer Paşa, imparatorluk çağının kapanış devrinin karmaşık gerilimlerini düz bir tarihçilikten ziyade karakterlerin deneyimleri ve hikâyeleriyle aksettirmeyi başaran bir eser: Bir tarafta Ömer Paşa ve maiyetinin, öbür tarafta Saraybosna halkı ve beylerinin hikâyesi anlatılırken, arkaplanda bürokrasisi ve ordusuyla Osmanlı’nın tepetaklak düşüşü yer alıyor. Serasker Ömer Paşa, ordusuyla uygun adım şehre girerken şehrin delisinin ortaya atılıp geçit törenini sekteye uğrattığı sahne Balkanlar’daki kesif korku atmosferinin içine karışmış bir kara mizah ve Osmanlı’nın ihtişamına atılmış bir taş olarak eserin ironik çıkış noktasını oluşturuyor.

Geliş

Sayısız dedikodunun ve asılsız söylentinin ardından, Serasker Ömer Paşa ile ordusu sonunda bir gün Saraybosna’ya girdi.

Travnik’e giden bir vezir Saraybosna’dan geçince bu olay uzun süre akıllardan çıkmazdı. Esnaf ve beyler, büyük esnaf ve büyük beyler vezirin Travnik’te ikamet etmesinden hoşnuttu; onun kendi kentlerine yerleşmesini ve “nefesini hep enselerinde hissetmeyi” hiç istemiyorlardı. Vezir geçerken Saraybosna’ya da uğramak zorundaydı, bu bir kuraldı, töre haline gelmişti. Maiyetiyle birlikte kentte üç gün kalabilirdi: Bu üç gün boyunca tüm barınak, erzak ve diğer ihtiyaçları temin edilirdi.

Vezirler karakterlerini ve güçlerini, niyetlerini ve tasarılarını Saraybosna’ya girerken ve orada kaldıkları kısa süre zarfında gösterirlerdi. Bazıları alçakgönüllü ve dingin tüccarlar gibi gelir, alacakları rüşvetin miktarını tartışmaya açık görünürlerdi. İstanbul’da verilmiş görevin altından en iyi biçimde kalkmaya kararlı namuslu adamlar da çıkardı zaman zaman: Ne tehditkâr ne de uzlaşmacı bir tavır sergiler, kendileri için büyük kazançlar peşinde koşmazlardı. Kargaşaları ve suiistimalleri sert bir biçimde bastırmakla görevlendirilmiş zorlu savaşçılar çıkagelirdi bazen; karanlık önseziler ve açık tehditler yüklü, silahlı birliklerin başında kentten geçerlerdi. Her çeşit vezir görülmüştü, ama şimdi olup bitenler gerçekten hiç işitilmedik türdendi.

Gelen adam bir serasker, büyük ve talimli bir orduya komuta eden bir paşaydı; isyan etmiş reayayı ya da yabancı bir düşmanı kırmak veya bastırmak üzere değil, yüzyıllardır Bosna’ya hükmeden ve daha düne dek padişahın evlatları olarak adlandırılanlara, beylere, aşiret önderlerine, en saygın Müslüman ailelerin üyelerine boyun eğdirmek üzere, geniş yetkilerle donatılarak gelmişti. Travnik’te ikamet eden ve sivil vali konumundaki vezire hesap vermiyor, ne kadar zaman kalacağını, nerede ikamet edeceğini kimseye sormuyordu. O, iktidarı ele geçirip yönetmek için değil, savaşmak ve cezalandırmak üzere gelmişti. İşin en kötüsü, imparatorluğun dört köşesinde isyanları ezmiş bu serasker, çeyrek yüzyıl önce tası tarağı toplayıp Bosna’dan kaçan Avusturya ordusunda yetişmiş, İslâm’ı sonradan kabul etmiş Lika’lı bir Hıristiyandı ve bilgisi, becerisi, liyakatiyle padişahın ordusunda en üst rütbeye kadar yükselmişti.

Böyle bir adam Saraybosna’dan geçerse, ona karşı koşullar ileri sürmek kimsenin aklından geçmez. Bu ordunun ve onun fazlasıyla meşhur paşasının kendilerine, yaşamsal çıkarlarına ve âdetlerine saldırmak üzere orada bulunduğunu iyi bilen âyan, seraskerin isteklerini ve niyetlerini öğrenmeye uğraşıyorlar; amaçları, onları engelleyebilmek ve razı olmuş gibi görünüp yakayı sıyırabilmek. Osmanlıların bir zamanlar merasim topları ve yüz askerlik bir muhafız birliğiyle gönderdikleri, ne insanları ne de ülkeyi doğru dürüst tanıyan o kelle avcılarından biriyle karşı karşıya olmadıklarını gayet iyi görüyor ve biliyorlar; karşılarındaki adam gerçek bir asker ve komutan; modern silahları, savaşta pişmiş birlikleri var; sonradan Müslüman olmuş, hırslı ve iyi bir subayın becerisine, paralı bir askerin gayretkeşliğine ve bir gâvurun, bir yabancının kural tanımazlığına sahip. Zengin, kibirli ve kurnaz beyler yine de sürtüşmeden ve silahlı çatışmadan kaçınabileceklerini, onu da aldatıp “tavlayabileceklerini”, sonra da daha önce pekçoklarının da başına geldiği gibi, Bosna’yı eski düzeni, kendi düzenleri içinde, “ezeli ve ebedi halinde” bırakıp gidişini göreceklerini umuyorlar. Ama şimdilik onlar da üstlerine çöken ağır belirsizlik havasına tutsak olmuş, güç dengesini ve kazanma şanslarını bacakları titreyerek kestirmeye uğraşıyorlar.

Basit halk, özellikle de gayrımüslimler, üç dinden (Katolik, Ortodoks ve Yahudi) reaya ise kendileri için kaygılanıyor ve ordu ile Bosna âyanı arasındaki bu çatışma ve hesaplaşmadan kendi paylarına ne düşeceğini merak ediyorlar.

Tüm bu nedenler seraskerin ve ordusunun gelişini sadece Saraybosna değil, tüm Bosna için büyük bir olay haline getirmişti.

Yağışlı bir güz ve sert bir kış geçiren tüm kentler gibi, Saraybosna’da da nisan ayı gelir gelmez kendini hissettirmeye başlayan yaz mevsimi görkemli olur. Bu ayın yumuşaklığı başka yerlerde olduğu gibi rüzgârlarla dağılmaz veya erken bastıran sıcaklarla kuruyup gitmez; Saraybosna çukurunda dingin bir biçimde, bir çanağın dibindeymişçesine yavaş yavaş serpilir, gelişir, uzar ve herkes ondan yararlanabilir; yaşamı daha güzel kılar, en azından kolaylaştırır.

Münadilerin tüm kente dağılıp sultanın seraskeri, Müşir Ömer Paşa’nın ertesi cuma günü ordusuyla gelip, Vişegrad kapısından gireceğini ve Kovaçi üstünden kente ineceğini duyurdukları o nisan gününde de güzel bir yaz geçirileceği kestirilebiliyordu. Kentin tüm ileri gelenleri paşayı karşılamaya çıkacak ve ona hoşgeldin deyip, buraya gelmesine neden olan görevlerin yerine getirilmesinde başarı dileklerini ileteceklerdi. Münadiler bunları haykırıyordu. Bu hem bir davet, hem de bir buyruktu.

Bosna-Hersek paşaları ve bütün âyan seraskeri karşılamak ve ülkenin yeni düzenine ilişkin ferman-ı âlinin okunuşunu dinlemek üzere Saraybosna’ya çağrılmışlardı zaten; çağrıdaki üslûp öylesine tehditkâr ve sertti ki, en dik kafalı ve küstah olanlar bile bunu duymazdan gelmeye cesaret edememişti. Bağımsız vezir ve Hersek beyi olarak on yıldır bir tek veziri karşılamak için bile Bosna’ya gelmemiş Mostar veziri Ali Paşa Rizvanbegoviç bile, kısa bir duraksamanın ardından, Saraybosna’ya gitmeye karar vermişti.

Saraybosna’da münadilerin çağrısına her zamanki gibi konuyla hiçbir ilgisi olmayanlar da kulak verdi. Bazıları zorunluluk, bazıları aşırı korku, kimileri de merakın her şeye egemen olan çılgınlığı nedeniyle yollara düşmüştü. En telaşlılar beyler ve âyandı; isimleri, konumları ve servetleri gereği ortada görünmek zorundaydılar; onları eşraf ve memurlar, en son olarak da milletlerin ve kiliselerin, okulların, loncaların ve çeşitli kurumların temsilcileri izliyordu. Bir yandan korkunun pençesinde kıvrandıkları, diğer yandan da kendilerini çok önemli saydıkları için davetli olduklarını ve gerek yetkili makamların, gerekse hakkında korkunç şeyler anlatılan bu seraskerin kendilerine kötü gözle bakmaması için geçit resminde mutlaka boy göstermeleri gerektiğini akıllarına koymuşlardı. Aslında o kalabalığın içinde ne varlıkları fark edilirdi ne de yoklukları. Sayısı en kabarık grup dilenciler, işsiz güçsüzler ve çocuklardan oluşuyordu. Zaman kötüydü ve insan kılık kıyafetinin bozukluğunu, karnının açlığını beklenmedik olaylara gebe olağanüstü bir gösteriyle telafi edebilirdi biraz olsun.

Kentin ve ülkenin resmî görevlileriyle ileri gelenleri geniş, eğimli meydanda toplanmıştı. Tören giysileri içindeki askerî bando, insanı şaşırtacak ölçüde kulağa hoş gelen bir müziğin eşliğinde dik bir sokaktan inip meydana girdi ve hemen durdu. Kızıl saçlı ve tombul şef uzun bagetini kaldırdı ve bando çalmaya hiç ara vermeden çeyrek dönüş yapıp bir hizada sıralanmış ileri gelenlerin tam karşısına yerleşti.

Çocuklarda ve sıradan insanlarda heyecan doruğa çıkmıştı. Durmadan kıpırdanıyor, ürperiyor, terliyor, yerlerinde duramıyorlardı. Sanki bir şeyler o tekdüze yaşamlarını değiştirmişti ve şu trampet gümlemeleri, zil çınlamaları ve üflemelilerin tiz seslerinin tüm diğer sesler gibi silinip gitmek yerine, havada asılı kalıp, onları ömürleri boyunca nereye giderlerse gitsinler her adımlarında izleyecekleri sanısına kapılmışlardı. Bu izlenim tüylerini diken diken ediyor, gözlerini parlatıyor, sanki onlar da şarkı söylemeye başlayacakmış gibi dudaklarını titretiyordu. Buna karşılık ileri gelenler ağır giysileri içinde solgun ve bitkin duruyorlardı. Sessizlik ve dinginliğin hiç kuşkusuz çok daha iyi geleceği kaygı dolu düşüncelerine tahrik edici, hakaret dolu ve utanç verici bir havada karışan bu densiz müziği hiç kıpırdamadan, gözleri yerde dinliyorlardı.

Sesi biraz alçaltan bando neşeli bir süvari marşı çalıyordu ki, bir grup atlı subay çıkageldi. Kalabalık büyülenmişti. Görkemli üniformalar giyinmiş bu subayların hepsi sanki İstanbul’da yataklarından yeni çıkmış ve yıkanıp, tıraş olup, pudralandıktan hemen sonra kendilerini birdenbire burada, Saraybosna’nın yokuşlu sokaklarının kaldırım taşları üstünde, bu alacalı bulacalı, yırtık pırtık giysiler içinde ve açlıktan kadidi çıkmış kalabalığın ortasında buluvermiş gibi zarif ve bakımlıydılar.

fiaşkınlığı gayet ölçülü bir biçimde kullanmaya yetecek bir zaman boşluğunun ardından, koşum takımı altın yaldızlı, dizginleri kırmızı bir beyaz ata binmiş, altın sırmalı lacivert bir giysi içinde, şık ve heybetli Serasker Ömer Paşa’nın ilerlediği görüldü. Tatlı ve iyi niyetli bir görünüşü olduğu söylenebilirdi. Sanki bir bulutun üstüne binmiş de öyle ilerliyordu. Gözlerine inanamayan şaşkın kalabalık eğik bir güneş ışınının onun göğsüne bir röfle düşürdüğünü ve kırçıl sakallı yüzünü aydınlattığını gördü. Bu yüze ağırbaşlı bir vakar ve muamma gibi bir tatlılık ifadesi damgasını vurmuştu.

Arkasında, belli bir mesafeyi koruyarak, bir subay grubu at sürüyordu. Sonra da ordu geliyordu. Hepsi boz renkli üniformalar giymiş, göğüste çaprazlanmış kayışlar takmış, ayaklarına koca Alman postalları çekmiş askerler tören adımıyla ilerliyor ve onları herhangi bir Hıristiyan ordusundan sadece kafalarına taktıkları fesler ayırıyordu. Süvarinin ardından sayıları az ama görünümleri mükemmel keşif erleri ve hiç alışılmadık biçimde donatılmış sıhhiye birlikleri, en arkadan da topçu ilerliyordu. Besili ve özenle tımar edilmiş güçlü atlar uzun menzilli bataryaları, kısa namlulu dağ toplarını ve kahverengi ağır mühimmat arabalarını büyük bir gürültü içinde çekiyorlardı. Arabalarda kalın Asyalı yanakları konvoyun ritmiyle sarsılırken kuklalar gibi yerlerinde sıçrayıp duran, dişlerini sıkmış genç askerler oturuyordu. Çok geniş ve dimdik bir sokaktan indikleri için, dağın tepesine çökmüş lâl rengi buluttan dosdoğru aşağı iniyor gibi görünüyorlardı.

Tüm bunlar sağa sola yalpalaya yalpalaya geçip gittikten sonra da, birçok işsiz güçsüz seyirci büyülenmiş halde orada kalakaldı; gözlerini sanki kamaşmış gibi kırpıştırıp duruyorlardı. O görkemli gücüyle sultanın ordusunun ve çok işitmelerine karşın henüz kendi gözleriyle tanık olmadıkları bir dünyanın apansız ortaya çıkıveren alışılmamış görüntülerinin merasimini izliyorlardı sanki hâlâ. (Aslında gördükleri, Bosna topraklarına ayak basmış on bin, bazılarına göre ise on bir bin, on iki bin kişilik bu ordunun küçük bir parçası, öncü kuvvetiydi sadece). Gördükleri dehşet verici, gizemli, korkutucuydu gerçi, ama kabul etmek gerek ki, aynı zamanda da çok güzeldi: silahlar, birlikler ve özellikle de subaylar! Atları ne kadar besili, koşum takımları ne kadar parlaktı! Kendileri de ne kadar güçlü, gururlu ve bakımlıydı! Sanki burada, Bosna’da yenilenden daha leziz ve zengin farklı bir gıdayla besleniyor ya da daha yumuşak ve cömert bir havayı teneffüs ediyor gibi bir halleri vardı! İçinden geçtikleri alacalı bulacalı ve binbir gülünç kılığa bürünmüş kalabalıktan çok net bir biçimde ayrılıyorlardı. Ve onların geçişini görmek üzere iki sıra halinde dizilmiş insanların çoğu açısından bu ordu sefalet ve korkunun bilinmediği çok uzak bir dünyaya aitti. Böyle bir dünyanın var olabileceği düşüncesi gözlerini nereden geldiklerini tam anlamadıkları yaşlarla dolduruyor ve karışık, çelişkili duygulara kapılıyorlardı. Onlara göre söz konusu dünya, beyaz atı üstündeki seraskerde tecessüm ediyordu. Törensel bir yavaşlıkla ilerliyor ve insan en çok neye hayran kalması gerektiğini şaşırıyordu: yüzündeki ifade, üniforması, silahları, sanki havada gidiyor gibi görünmesini sağlayan o görkemli duruşu. Ve serasker subaylarıyla, askerleriyle, mühimmat arabalarıyla ve atlarıyla onların tam tersi olan evlerin arasında kaybolduğunda, seyircilerin belleğinde en uzun süre kalan şey, silueti ve fesini süsleyen gösterişli armaydı: elmaslardan ve diğer değerli taşlardan yapılmış bir hilal ve yıldız. Bu değerli taşlar, sadece yıldız pırıltılarında rastlanan türden yaldızlı, mavimtrak, yeşilimtrak ışıltılarla hareleniyordu. Bu küçük ve kırılgan şeyin tek başına hiçbir anlamı yoktu belki, ama ulusları ve halkları yücelten ve yere seren imparatorluk erkini ve devletin gücünü simgeliyordu; sonuçta ihtiyaç duyulan her şey, gıda, giysi, silah, barış, özgürlük ve refah ona bağlıydı.

Heyecanlanmış ve korkmuş, rahatsız ve belli belirsiz utanca kapılmış kalabalık hiç acele etmeden dağılıyordu. İnsanlar yavaş yavaş ve sessizce yürüyorlardı, çünkü ne diyeceklerini bilemiyor ve aşağıda, doğdukları kentte sürüp giden gündelik yaşamlarının bayağılığına dönmek onlara zor geliyordu. Her adımda sarhoşluktan biraz daha sıyrılıyor, akılları başlarına geliyor ve seraskerin geçit alayının yarattığı büyüleyici etkiden kurtuluyorlardı. Evlerine vardıklarında oldukça ayılmış sayılabilirlerdi. Göz kırpıştırıp duran tek kandilin yanına çöküp, içlerinden çoğu için ne yağlı ne de bol olacak akşam yemeğini beklerken, bir veya iki saat önce Kovaçi’de gördüklerini yeniden gözlerinin önünden geçiriyor, ama şimdi olaya farklı bir gözle bakıp, farklı bir ölçüyle yargılıyorlardı.

O zamana dek bu kadar parlak, heybetli ve güçlü bir vezir görmedikleri doğruydu – oysa Saraybosna’dan çok vezir geçmişti. Ama araya biraz zaman girince, herkes bu parlak geçit töreninde yapay, yalancı ve aşırı bir şeyler olduğunu fark ediyordu. fiimdi gözlerinin önünden geçirdikleri kadarıyla bile bu geçit töreni korkunç ve heybetliydi, doğru; ama belki de biraz fazla öyleydi. Bu alayın önünde ve arkasında, sağında ve solunda kıtlıkla geçmiş bir yılın ve açlık içinde geçmiş bir ilkbaharın yoksunluğu, dolambaçlı ve yol yol yarıklarla kaplı daracık sokakların, kırık dökük saçakların ve yıpranmış kerpiç evlerin iç karartıcı hüznü, yüzleri kaygılı, kötü giyimli insanların sefaleti sergileniyordu. Havanın gerçek tehlikeler ve tehditlerle dolu olduğu, herkes açısından olağanüstü zor zamanların soluğu algılanıyordu. İçine girdiği kentle bu kadar güçlü bir zıtlık oluşturan o pırıl pırıl ordunun görünüşte kendini göstermekten ve fark edilmekten başka bir amacı yoktu ve şimdi bulanık suya atılan bir şeker parçası gibi eriyip gidecekti. İyi atlar, gösterişli üniformalar, işitilmemiş ve tehlikeli yeni silahlar, tüm bunlar alındıkları yere döneceklerdi. Askerler ve subaylar da, tıpkı gezici oyuncular ve büyücüler gibi, Saraybosna sokaklarının o aşina tekdüzeliği içinde külrengi ve anlamsız siluetler haline gelip, dağılıp yok olacaklardı. fiimdi bu güç ve güzellik gösterisi, daha çok pahalı bir maskeli balo etkisi uyandırıyordu. Üstelik tehlikeli bir soytarılıktı söz konusu olan, bu da onu daha çekici veya neşeli kılmıyordu haliyle.

Evet, tüm bu göz kamaştırıcı ve iyi düzenlenmiş, kaygı verici ve tehditlerle dolu geçit alayında, yapay ve anlamsız bir şeyler vardı. Ve çılgın felek daha ilk adımlarında, zavallı bir deliyi kullanarak bozuverecekti onu az kalsın.

Kalabalığı tutan ve kortejin iki yanında canlı bir duvar oluşturan muhafızlara karşın, kentin iyi tanınan delisi Osman bitişik bir sokaktan koşarak çıkmış, muhafız kordonunu geçmiş, alayın başında ilerleyen subayın önüne gelmiş ve birdenbire sanki taş kesilmiş gibi durmuştu. Atlı eyerde kalmayı ve atını yatıştırmayı başardı, ama kortej bir an duraksadı ve bu duraklama anı arkadan gelenlere doğru bir dalga gibi yayıldı ve azalarak da olsa seraskere dek ulaştı. Seraskerin atı burnundan solumaya ve yan yan yürümeye başladı. Ama seraskerin bir şey fark etmesine veya açıklama istemesine zaman kalmadan, her şey yeniden düzene girdi ve resmî geçit devam etti.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Lanetli Avlu ~ İvo AndriçLanetli Avlu

    Lanetli Avlu

    İvo Andriç

    Lanetli Avlu, Balkan edebiyatında çığır açan Nobel ödüllü yazar İvo Andriç’in hapsedilme deneyimi ve iradenin sınırları üzerine çarpıcı anlatısı. Osmanlı İstanbul’undaki bir hapishanenin “lanetli...

  2. Travnik Günlüğü ~ İvo AndriçTravnik Günlüğü

    Travnik Günlüğü

    İvo Andriç

    Travnik Günlüğü, Drina Köprüsü’nün de yazarı, Nobel Edebiyat ödüllü İvo Andriç’in Balkanlar’daki çarpıcı toplumsal değişimi Bosna’nın aynasından yansıtan başyapıtlarından biri. Travnik Günlüğü’nde Andriç, 1807-1814...

  3. Drina Köprüsü ~ İvo AndriçDrina Köprüsü

    Drina Köprüsü

    İvo Andriç

    Bir ülkeyi ve insanlarını, onların üç yüz elli yıllık tarihine tanıklık eden bir köprünün dilinden anlatan olağanüstü bir roman. Nobelli yazar İvo Andriç, Drina...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Haçlı Seferi ~ Elizabeth LairdHaçlı Seferi

    Haçlı Seferi

    Elizabeth Laird

    Yerel bir şövalyenin hizmetkârı olan Adam, Kutsal Topraklar’ı geri kazanmak için Haçlı Seferine katılır. Gün geçtikçe düşmanı yok etme arzusu ile yanıp tutuşacaktır… Selim,...

  2. Takip ~ Karen RobardsTakip

    Takip

    Karen Robards

    Çaylak avukat Jessica Ford, çalıştığı tanınmış hukuk şirketinin en büyük ortağı olan patronu John Davenport’tan gelen telefona yanıt verdiğinde, patronunun epeyce sarhoş olduğunu anlamakta...

  3. Cinayet Oyunu ~ Isabel AllendeCinayet Oyunu

    Cinayet Oyunu

    Isabel Allende

    Yeniden ağzını bağlamak zorundayım. Dinlenmeye çalış, ben bu gece dönerim; çünkü öyle her saat girip çıkamam. İnanmayacaksın ama dışarıda sabah vakti. Bu odanın duvarlarında...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur