Kızılırmak Deltası’nda da iki hafta içinde üç kişi esrarengiz bir şekilde ölür. Cinayet masası baş komiseri Çetin Akın, bu kaza sonucu ölümlere şüpheyle yaklaşır. Ve ölümlerin nedenlerini araştırmaya başlar. Ölümlerden, gazeteci arkadaşı Ahmet Kerim’i de haberdar ederek, ondan yardım ister.
O sırada dünyanın başına gelecekler ve küresel ısınma konularında gazetesine seri yazılar hazırlamakla meşgul olan Ahmet Kerim, baş komisere yardımcı olmak için Samsun’a gider…
Bu ölümler bir kaza mı, yoksa bir cinayet midir?
Soruşturma derinleştikçe deltada başka kuşkulu ölümler de meydana gelir. Gazeteci ve baş komiser, çeşitli engellemelere rağmen, tüm zorlukları göğüsleyerek, yılmadan, kuşların ve kuş bilimcilerin dünyasına girerler; esrarengiz ölümlerin ve deltanın gizemini çözmeye çalışırlar…
“Poseidon’un Laneti” adlı romanın kahramanları gazeteci Ahmet Kerim ile baş komiser Çetin Akın, bakalım bu kez de başaracak mı? Deltanın sırrını ve kuşkulu ölümleri aydınlatabilecekler mi?
***
6 Kasım Pazar
Güzel bir kasım sabahıydı. Doğancalı Salih, küçük sandalıyla Çernek Gölü’nde küçük sandalıyla balık avlıyordu. Deltadaki göllerde ve denizde tuttuğu balıkları köyde satarak geçimini sağlıyordu Salih. Balıkçılık babadan kalma bir meslekti. Gerçi deltada göçmen kuşlar projesi yüzünden kasım ayında balık avı yasaktı. Ancak Salih’in bu yasağa pek aldırdığı yoktu. Hiç kimse ve hiçbir proje, onun bu göllerde balık avlamasını engelleyemezdi. Kaç kuşaktır bu böyleydi. Hiç kimse, eski köye yeni adet getiremezdi.
Oltasını atmış beklerken gözü suyun üzerinde çırpınan bir cisme takıldı. Cisme doğru yaklaşmaya başladı. Yaklaştıkça bunun yaralı iri bir kuş olduğunu gördü. Küreğin de yardımıyla kuşu sudan çıkardı. Bu iri bir kazdı. Onu yaralayanın ne olduğunu anlamak için sağını solunu incelemeye başladı. Sonra incelemeyi bıraktı. Olta takımlarını topladı. Yaralı kazı kıyıya çıkarmak için küreklere asıldı. Belki bir yardımı dokunabilirdi. Kasabadaki veterinerine götürmeye karar verdi. Birden sazlıklardan bir kuş sürüsü havalandı. Canhıraş bir şekilde bağırıyorlardı. Kuşları ürkütenin ne olduğunu anlamak için dikkatlice sazlıkların olduğu yere gözlerini dikti. Sazlıkların arasında hareket eden bazı karaltılar gördü. Ama ne olduğunu bir türlü seçemedi. Sanki bir şeyler ters gidiyordu. Gözetlendiği hissine kapıldı. Hızla küreklere asıldı.
İki Gün Sonra, 8 Kasım Salı
Kuş bilimci Arda, çadırından çıkmış dürbünüyle çevreyi gözlüyor ve birtakım notlar alıyordu. Dürbünüyle deltanın doğu tarafındaki göller bölgesinde havalanan bir kuşu takibe aldı. Kuş aniden yön değiştirdi. Yalpalıyordu. Sonra bir taş gibi Gıcı Gölü’nün batı tarafına düştü. Herhangi bir patlama sesi duymamıştı. Yani kuş bir avcı tarafından vurulmamıştı. Arda yerinden fırlayarak kuşun düştüğü yöne doğru hızla yürümeye başladı. Kuşu gördü. İri bir kuştu. Zavallı hayvanın yarısı suya batmıştı. Sazlıkların arasında hareketsiz bir şekilde yatıyordu.
İyice yaklaştı. Kuşun yanına geldiğinde iri bir kaz olduğunu fark etti. Onu yavaşça sudan çıkardı. Eline aldığında vücudunun göğüs kısmına bir iğne saplı olduğunu gördü. Bunu kim yapmış olabilirdi ki. Bu bölgede bir ekibin, göçmen kuşlarla ilgili bir proje yürüttüğünü biliyordu. Belki ekipten birilerinin işiydi. Ne olursa olsun onu bu halde bırakmaya gönlü razı olmadı. Kucakladığı gibi çadırına götürdü. Kuş uyuşturulmuştu. Kazı daha dikkatle incelerken eline birşey takıldı. Eline takılan cismi inceledi. Gördüğü manzara karşısında adeta şok olmuştu. Hemen cep telefonuna sarıldı. Ancak aradığı kişiye ulaşamıyordu. Aradığı kişinin telefonuna bir mesaj bıraktı. Birden çevresinde birtakım çıtırtılar duydu. Arkasını döndüğünde dünyası karardı ve olduğu yere yığıldı.
16 Kasım Çarşamba
İsmail deltada avlanıyordu. Koşu Köyü’nün birkaç yüz metre güneyinde pusuya yatmıştı. Onun da tıpkı balıkçı Salih gibi av yasağına falan aldırdığı yoktu. Burası onun köyüydü ve hiç kimse onun avlanmasını engelleyemezdi. Av onun için bir tutkuydu. Ara sıra avlanmanın kime ne zararı vardı ki? Ağaçların arasında gizlenmiş bekliyordu. Yeni havalanmış ve alçaktan uçan bir kaz grubuna doğru tüfeğin namlusunu doğrulttu. Bir el ateş etti. Saçmalar gökyüzüne doğru hızla dağılmaya başladı. Grubun arkalasında kalmış olan bir kaz sanki gökyüzünde asılı kalmıştı. Sonra hızla yere çakıldı. İsmail hedefi vurmuştu. Sevinçle havaya zıpladı. Kazın düştüğü yere doğru koşmaya başladı. Avını kimseye kaptırmak niyetinde değildi. Kaza yaklaştığı sırada birden ayağı tökezledi ve kendini yerde buldu.
– 1 –
20 Kasım Pazar
“Günümüzde kaç kişi bilgisayarsız, arabasız, mikrodalga fırınsız ya da televizyonsuz bir hayat düşünebilir? İnternette sörf yapmak için bilgisayarımızı açarken ya da televizyonda sevdiğimiz bir programı izlerken teknolojinin nasıl bu evreye geldiğini düşünür müyüz? Birçoğumuz bu soruya hayır cevabını verecektir! Gerçek şu ki, günlük hayatımızı kolaylaştıran ve kolaylaştırması doğrultusunda yapılan her türlü hamlenin altında kuantum devrimi yatıyor…”
Kuantum fiziğine saplanmıştım son zamanlarda. Ve okuduğum kitapta şu cümleye takılmıştım.
“Aldığınız her nefes, Marilyn Monroe’nun verdiği nefesten bir atom içerir.”
“Yok, artık daha neler!” dedirtecek bilimsel çalışmalar, inanılmaz ölçüde gelişme gösteriyordu.
Şu anda ben bunları düşünürken dünyada kim bilir bilim insanları hangi buluşların peşindeydi? Hangi problemlerin çözümüne yaklaşmışlardı? Kaç çocuk dünyaya gözlerini açıyor; kaç insan ise gözlerini kapıyordu? Kaç kişi cinsel birleşmenin doruğundaydı? Kaç cinayet işleniyordu? Hangi bölgede ne gibi felaketler, savaşlar, acılar yaşanıyordu? Doğal felaketlerin kasıp kavurduğu yerler nereleriydi? Ya da, hangi bölgede sevinçler, mutluluklar birbirini izliyordu?
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündü. Biz içinde bulunduğumuz anı yaşarken, aynı anda dünyanın çeşitli yerlerinde farkında olmadığımız neler yaşanıyordu kim bilir? Acaba kaç kişi benim gibi bu kuantum konusuna kafayı takmış, Marilyn Monroe’nun nefesini soluyordu?
Bu konulara dalıp gitmişken, düşüncelerim, şefin telefonda, hazırlamakta olduğum küresel ısınma konusundaki seri yazımın hangi aşamada olduğunu sormasıyla bölündü.
“İyi gidiyor,” dedim büyük bir rahatlıkla.
Elimi çabuk tutmamı, seri yazının birkaç gün içinde başlayacağını söyledi.
Çalıştığım gazetedeki şefim Harun Sezgin’in hazırlamamı istediği seri yazı, dünyada son yıllarda art arda gelen ve pek alışık olmadığımız ritimdeki felaketler konusundaydı. Dünyaya ne oluyordu? Dünya S.O.S mi veriyordu? Depremler, seller, heyelanlar, volkanlar gibi doğal afetlerde gözlenen artış, tabii bir de buzulların erimesiyle ciddiyeti iyice anlaşılan küresel ısınma, herkese aynı soruyu sorduruyordu: Dünya kıyamete doğru mu yol alıyordu? Bunlar dünyanın sonunun alametleri miydi?
Bu yazının iddialı bir seri yazı olması isteniyordu. Okuyucuların heyecanlanmasına, hop oturup hop kalkmasına, dünyanın geleceğini düşünmelerine yol açmalıydı. Öyle umuyorduk.
Günlerden pazardı. Bütün günümü bu seri yazıyı hazırlamakla geçiriyordum. Yazmaktan sıkıldıkça da kuantuma kafa yoruyordum. İkisinden de sıkılırsam ya film izliyor, ya da bisikletle dolaşmaya çıkıyordum. Büyükada’daki ev yazıyı hazırlamam için ideal bir ortam oluşturuyordu.
Ada sakindi. Şömine de yanan odunun çıtırtılarından başka ses yoktu. Ara sıra dışarıda martıların çığlıkları ve uzaktan atlı arabaların sesleri duyuluyordu.
Kendime salam, eski kaşar, salatalık turşusu, marul ve biraz da mayonez ve ketçaptan oluşan enfes bir sandviç hazırladım. Masaya yeniden döndüğümde çalan telefonun sesiyle irkildim. Arayan baş komiser Çetin Akın’dı. Yaklaşık dört beş aydır görüşmemiştik. Son olarak İzmir’den Samsun Emniyet Müdürlüğü Cinayet Masası’na baş komiser olarak tayin edildiğinde aramış tebrik etmiştim.
Kısa bir hasret giderme konuşmasından sonra Çetin sadede geldi.
“Kızılırmak Deltası’nda son bir haftada üç ceset bulundu. Belki sen de takip etmişsindir.”
Aslında takip etmemiştim, ama biliyormuş gibi yaptım. Çetin devam etti.
“Aralarında bir de kuş bilimci var.”
“Bir ornitolog yani. Bu ölümlerin birbirleriyle bağlantıları var mı?”
“Henüz bir bağlantısını bulmuş değiliz. Birbirinden bağımsız üç ölüm gibi gözüküyor. Ama iki hafta içinde aynı bölgede üç ölüm olması beni biraz rahatsız etti.”
“Peki, ölümler nasıl olmuş?”
“Biri boğulma, diğeri ağaçtan düşme sonucu ölüm. Balıkçı boğulmuş, avlanan köylülerden biri de ağaçtan düşerek ölmüş. Kuş bilimci ise mantar zehirlenmesi sonucu hayatını kaybetmiş. Tüm bu ölümler kasım ayının yani bu ayın ilk iki haftasında oldu. Hepsi kaza sonucu ölümler gibi görünüyor. Ama içimde bir his var. Bu ölümlerin sanki bir şeyle bağlantısı varmış gibi.”
“Yani bunlar cinayet mi sence?”
“Olabilir, ama emin değilim. Hepsi kaza da olabilir. Ama bana şüpheli ölümler gibi geliyor.”
“Sen öyle diyorsan öyledir. Soruşturma başlattın mı?”
“Evet. Seni şunun için aradım. Burada geçen yıl röportaj yaptığın kuş bilimci Dr. Kaan Yıldızoğlu var. Deltada Ruslarla ortak bir proje yürütüyorlar. Belki ilgini çeker diye düşündüm. Ayrıca bu kuşkulu ölümleri araştırmamda bana yardımcı olmanı isteyecektim.”
“Nasıl?” diye sordum biraz da isteksizce.
“Merak etme, şimdilik senden haber yapmanı istemeyeceğim. Yerel basın haber yaptı zaten. Ulusal basında küçük de olsa yer aldı. Zaten ölümleri şüpheli olarak duyurmuş değiliz. Senden ricam buraya gelip bana araştırmamda, özellikle bazı kaynaklara ulaşmamda yardımcı olman. Hem seni de çok özledim. Gel buraları sen de gör. Birkaç gün kalırsın, senin için de bir değişiklik olur. Rakı balık yaparız.”
“Çok isterdim Çetin ama birkaç gün içinde başlayacak olan seri yazıyla meşgulüm şu aralar. Ama balık rakı sözünü unutma.”
“Anlıyorum. Sen bilirsin, ama yine de bir düşün. Bu arada senden bilgi konusunda yardım isteyebilirim. Yardımcı olursan sevinirim.”
“Tabii, seve seve…”
Telefonu kapadıktan sonra masada beni bekleyen sandviçimi yerken gözüm duvardaki tabloya ilişti. Bir kuş tablosuydu. Çetin’in sözünü ettiği ornitolog Dr. Kaan Yıldızoğlu röportajdan sonra bana bu tabloyu hediye etmişti. Kaan aynı zamanda bir kuş ressamıydı da. Bu tabloya ne zaman baksam hüzünlenirim. Çünkü tablodaki kuşların suçluymuş gibi başları öne eğik ve ifadeleri üzgündür. Tablonun sağındaki dağların ardında da gri bulutlar bir mantar gibi göğe yükselmişti. Denize karışan ırmağın her iki yanında ağaçlar göğe uzanıyordu. Uzakta, büyük bir ağaca yaslanmış, kendinden geçmiş yüzleri birbirlerinden farklı yönlere dönük bir çift vardı. Küs gibiydiler. Kolları iki yana açıktı. Ellerinde ne olduğunu tam anlayamadığım belli belirsiz bir şey tutuyorlardı. Sisli, hüzünlü bir resimdi. Hüzünlü bir resimdi. Ama yine de tablo, insanı büyüleyen bir havaya sahipti. Bazı kuşların boyunlarında boncuktan birer kolye var gibiydi.
Kaan bu tabloyu bana hediye ederken, “Tabloda bir gizem var, umarım bu gizemi çözersin,” demişti. Israr etmiştim ama söylememişti.
Kaan, birkaç yıl öncesine kadar akademik çalışmalarını ABD Stanford Üniversitesi Biyoloji Bölümü Çevre Koruma Merkezi’nde yürütmüştü. Burada dünyaca ünlü bir Türk bilim adamının asistanlığını yapmıştı. Küresel ısınma yüzünden yok olabilecek kuş türlerini belirlemeye çalışıyorlardı. Yaptıkları araştırmalar sonucu, küresel ısınma ve doğal alanların yok edilmesinin önüne geçilmezse, 2100 yılına kadar kuş türlerinin yüzde otuzunun soyunun tükenebileceğini belirtiyorlardı.
Ancak Kaan, daha sonra ABD’deki çalışmalarını bırakıp apar topar Türkiye’ye geldi. Çalışmalarını Türkiye’de yürütmeye başladı. Ama Çetin söyleyinceye kadar, Kızılırmak Deltası’nda Ruslarla ortak bir projede çalıştığını bilmiyordum.
Adadaki sakin hava, poyrazın kendini hissettirmesiyle sona ermişti. Dalgalar kıyıyı dövmeye başlamış, rüzgârın uğultusu giderek artmıştı. Uzaktan gökyüzündeki kalın gri bulutların altındaki denizde, dalgaların arasında bir görünüp bir kaybolan irili ufaklı teknelerle sanki bir Ayvazovski tablosu seyreder gibiydim.
Aslında Samsun’a gitme fikri fena bir fikir değildi. Kaan, iki yıl kadar önceki röportajda küresel ısınma nedeniyle kuşların kuzeye yöneldiklerini anlatmıştı. Belki bu ortak projede böyle bir araştırma yapıyorlardı. Bu hazırladığım seri yazı için de iyi bir malzeme oluşturabilirdi. Hem Çetin’e de kuşkulandığı ölümler konusunda yardımcı olabilirdim. Ertesi gün gazeteye gittiğimde bunu şefe anlatmaya karar verdim. Biraz mırın kırın edecekti, ama sonunda onu ikna etmeyi başaracağımı umuyordum. Onu ikna etmek için sürprizim de hazırdı.
Nasıl olsa seri yazının ilk dört bölümünü de yazmıştım. Zaten seri yazıya birkaç gün içinde başlanacaktı. Zamanım vardı. O arada gider gelirdim.
Çetin’i arayıp geleceğimi bildirmek için erkendi. Şefle görüştükten, onu ikna ettikten sonra aramaya karar verdim.
Hava giderek soğuyordu. Şömineye birkaç odun daha attım ve kuantumu anlatan kitabıma geri döndüm.
– 2 –
21 Kasım Pazartesi
Şefi güç bela ikna etmiştim. Onun için özel olarak sakladığım eski bir İstanbul kartpostalına dayanamamış, istemeyerek de olsa izni vermişti. Bir yandan koleksiyonuna yeni bir kartpostal katmanın keyfini yaşarken, diğer yandan, “Sakın geç kalıp beni zor durumda bırakma, ancak bir iki gün idare ederim,” diyen endişeli gözlerle bana bakmıştı. Bu rüşvet olayı doğrusu çok işime yarıyordu. E-bay’den ucuza buluyor, sonra rüşvet olarak zamanı gelince şefe veriyordum.
Şefe merak etmemesini söyleyip, doğru havalimanına gitmiştim. Uçak kalkmadan önce Çetin’i aramış, geleceğimi söylemiştim. Çok sevinmişti. Beni havaalanında karşılayacaktı. Bavulumu otele yerleştirdikten sonra Bafra’ya doğru yola çıkacaktık.
Uçak Kızılırmak Deltası’nın üzerinden havaalanına doğru süzülürken, birkaç saat içinde orada olacağımı düşündüm.
Yaklaşık bir saat on beş dakikalık rahat bir uçuştan sonra uçak, öğleden sonra saat ikide Samsun Çarşamba Havaalanı’na inmişti. Baş komiser Çetin beni havaalanında sevinçle karşıladı. Her zamanki gibi yakışıklı ve takım elbiseliydi.
“Hoş geldin Ahmet Kerim,” diyerek sarıldı. Kucaklaştık.
“Görüyorsun ya sensiz yapamıyorum,” dedi gülümseyerek. Sonra ekledi.
“Seni bir türlü bizim teşkilata alamadık ama, ben seni rahat bırakmıyorum. Sonunda teşkilata alacağım seni.”
“Gerek yok, ben zaten teşkilattanım ama senin bundan haberim yok. Yani bir nevi ajanım,” diye takıldım. Şaşkınlıkla yüzüme baktı.
“Valla olabilir. Günümüzde her şey olabilir, şaşırmamak lazım,” diyerek koluma girdi. Bir an bu esprime gerçekten inandığını düşündüm.
Yanında deltayı iyi bilen 19 Mayıs Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü’nden Dr. Yıldırım Gürol adında akademisyen, genç bir rehber getirmişti. Yıldırım, doktorasını Kızılırmak Deltası’ndaki yaban hayatı üzerine yapmıştı. Şehirde Atatürk Bulvarı üzerindeki Büyük Samsun Oteli’ne giriş yapmak ve valizimi odama bırakmak için birkaç dakikalığına uğramıştık. Sonra hiç vakit kaybetmeden yola koyulduk. Uçakta bir şeyler yediğim için aç değildim. Zamanı en hızlı şekilde değerlendirmek niyetindeydim. Zaten birkaç saat sonra hava kararmaya başlayacaktı. En azından bu birkaç saati değerlendirmek istemiştim. Çetin deltaya ertesi gün gidebileceğimizi söylemişti ama ben bir an önce işe koyulmak istiyordum. En azından Dr. Kaan Yıldızoğlu’nu görüp ondan ertesi gün için bir randevu alabileceğimi düşünüyordum.
Çetin’in verdiği bilgiye göre Bafra’ya yaklaşık kırk beş dakika sonra ulaşacaktık. Çetin’in kullandığı Range Rover cip yolda oldukça hızlıydı.
Yol boyunca nefis manzarayı seyrederken, Dr. Yıldırım bana delta hakkında bilgi veriyordu.
Delta elli altı bin hektarlık geniş bir alana yayılmıştı. Bunun 116 bin 110 hektarı muazzam bir sulak alandı. Kızılırmak, Karadeniz’e doğru düz bir çizgi halinde uzanıyordu. Sadece denize yaklaşırken biraz kıvrım yapıyordu. Delta ovası, denizden güneye doğru yükselmekteydi. Deltanın gerisinde, Kızılırmak Nehri’nin her iki kenarında yay şeklinde uzanan ve yükseklikleri 600-800 metreye varan Kuzey Anadolu Dağları’nın ilk sırasını oluşturan platolar, daha geride ise 1000-1500 metre yüksekliğindeki dağlar yer almaktaydı.
Kızılırmak Deltası, gerçekten de doğal özellikleri büyük ölçüde korunabilmiş, Türkiye’nin Karadeniz kıyısındaki tek sulak alanıydı. Deniz, ırmak, göl, sazlık, bataklık, çayır, mera, orman, kumul ve tarım alanları gibi farklı ekolojik karakterlerdeki habitatların bir arada bulunması, besin maddelerince zenginlik ve uygun iklim koşulları, deltanın eşine az rastlanır ölçüde biyolojik çeşitliliğe sahip olmasını sağlamıştı.
Deltada, altısı doğu ve birisi ise batı yakasında olmak üzere yedi adet göl bulunmaktaydı. Delta’nın batısında Karaboğaz Gölü, doğusunda ise Balık Gölü, Uzun Göl, Çernek Gölü, Liman Gölü, Gıcı Gölü ve Tatlı Göl yer alıyordu. Bunlardan Balık Gölü’nün (Ulu Göl) denizle bağlantısı vardı. Göllerin suları tatlı denebilecek kadar az tuzluydu. Sadece, denizle bağlantısı olan Balık Gölü’nde denizden su girişinin olduğu dönemlerde tuzluluk artmaktaydı.
Tamamı sığ olan göllerin en derin yeri, su seviyesinin yüksek olduğu dönemlerde dahi üç metreyi geçmiyordu. Ortalama derinlik bir buçuk metre civarındaydı. İlkbaharda suların yükselmesiyle geniş alanlar su altında kalmakta, deltanın doğu bölümündeki göllerin tamamına yakını birleşmekte ve tek bir gölü andırmaktaydı. Bu dönemde, Balık Gölü ile deniz arasında bulunan Türkiye’deki nadir subasar (longoz) ormanlardan biri olan Galeriç Ormanı’nın da büyük bir kısmı su altında kalmakta ve eşsiz bir görünüm oluşturmaktaydı. Deltadaki karakteristik oluşumlardan biri de, göllerle deniz arasındaki kumullardı. 200-300 metrelik şeritler halinde kıyı boyunca uzanan kumulların yükseklikleri yedi, sekiz, bazı yerlerde ise on iki metreye ulaşıyordu.
Mikro ve makro faunanın çok yüksek bir üretim düzeyine ulaştığı deltalar, yeryüzünün en verimli doğal alanlarından biriydi. Yüksek verimin oluşturduğu yiyecek ağı, başta su kuşları olmak üzere, değişik türlerden zengin bir yaban hayatının barınmasına ve beslenmesine imkân sağlamaktaydı. Delta, balıkların yumurta döktüğü, özellikle yavru balıkların beslendiği, korunduğu alanlardı. Yapılan araştırmalar, yediğimiz balıkların üçte ikisinin yaşamlarının tamamını ya da belirli bir devresini sulak alanlarda geçirdiğini gösteriyordu. Bu nedenle sulak alanlar, özellikle deltalar, balıkçılığın devamlılığı yönünden hayati öneme de sahiplerdi.
Kızılırmak Deltası, yaşama ortamlarının çeşitliliği ve türlerin durumları ile uluslararası öneme sahip bir sulak alan ekosistemiydi. Ülkenin Karadeniz kıyısında doğal karakteri korunabilmiş tek alan olması, deltanın önemini arttırmıştı. Karadeniz’i direkt olarak aşan göçmen kuşların uçuş hazırlığı ve uçuş sonrası dinlenebildikleri, beslenebildikleri ve korunabildikleri tek alandı.
Değişik habitatları, zengin bitki ve hayvan varlığı ile bilimsel çalışmalar için bir açık hava laboratuarı gibiydi. Tüm bunların yanı sıra, Kızılırmak Deltası su ürünleri üretimi, saz kesimi ve otlatma imkânlarıyla yöre ekonomisine önemli katkılar sağlıyordu. Deltada bulunan göller, sazlıklar ve bataklıkların plaktonlar ve omurgasız canlılar bakımından zengin oluşu, alanın değişik türde zengin faunaya sahip olmasını sağlamıştı. On altı bin hektarlık alanda yüz bin su kuşunun barınması, deltanın besin maddesince ve fauna elemanlarınca zenginliğinin en iyi göstergesiydi.
Deltada bulunan göllerde, sazan, sudak, has kefal, mersin merinosu, alabalık türlerine ait zengin balık popülasyonları mevcuttu. Ayrıca bol miktarda kerevit bulunmaktaydı.
Yeşil kurbağa, sıçrayıcı kurbağa, ağaç kurbağası ile su kaplumbağaları ve su yılanları deltanın değişmez ve önemli sakinlerindendi.
Delta ve yakın çevresi memeliler bakımından da oldukça zengindi. Yörede görülen başlıca memeli türleri su sıçanı, ev sıçanı, su samuru, yaban kedisi, çakal, ağaç sansarı, sincap ve yaban domuzuydu.
Deltada bugüne kadar 308 kuş türü saptanmıştı. Bu sayı, Türkiye kuşlarının yüzde 74’ü olup, Türkiye’de Göksu Deltası’ndan (332 tür) sonra bir alanda tespit edilmiş en yüksek sayıydı. Bölgede görülen türlerden büyük deniz düdükçünü ve kuzey incir kuşu bu güne dek Türkiye’de sadece Kızılırmak Deltası’nda saptanmıştı. Yine küçük kiraz kuşu ve ak kiraz kuşu son yirmi beş yılda Türkiye’de sadece Kızılırmak Deltası’nda görülmüştü.
Deltadaki türlerden tepeli pelikan, cüce karabatak, al boyunlu kaz, dik kuyruk, şah kartal, küçük kerkenez ve toy, dünya çapında nesilleri tehlikede olan türlerdi. Bu türlerden tepeli pelikan, deltada kuluçkaya yatmaktaydı.
1992 yılında yapılan bir araştırmada, yüz kırk kuş türünün deltada ürediği tespit edilmişti. Bunlardan tepeli pelikan altı çift, erguvan balıkçıl beş yüz çift, kara leylek elli çift, kaşıkçı yetmiş beş çift, boz ördek iki yüz çift, turna elli çift, Macar ördeği yetmiş beş çift, pasbaş pakta yüz elli çift, kocagöz elli çift ve bataklık kırlangıcının yüz çift üreme popülasyonlarıyla delta uluslararası öneme sahip sulak alan özelliğini kazanmaktaydı.
Deltada üreyen başlıca diğer kuş türleri küçük batağan üç yüz elli çift, bahri iki yüz elli çift ve küçük sumru kırk beş çiftti. Biyolojik çeşitlilik bakımından oldukça zengin olan ormanda otuz beş ötücü kuş türü kuluçkaya yatmaktaydı.
Kızılırmak Deltası, göç sırasında Karadeniz’i doğrudan aşan kuş türleri için hayati önem taşımaktaydı. İlkbaharda Karadeniz’i geçmek üzere uzun bir yolculuğun hazırlığını yaptıkları ve sonbahar göçlerinde ise Karadeniz’i aşan kuş türlerinin Karadeniz kıyısında sığınabilecekleri en önemli sulak alandı. Bu nedenle, özellikle göç sırasında bazı kuş türleri deltada büyük sayılara ulaşmaktaydı. Örneğin göç sırasında bir günde Çernek Gölü üzerinde kırk iki bin kum kırlangıcı sayılmış olup, bölgeden geçit yapan kırlangıç sayısının bir milyonu aştığı tahmin edilmekteydi. Ötücüler dâhil olmak üzere deltadan geçen su kuşlarının sayısı bir kaç milyonu bulmaktaydı.
Önemli Bitki Alanı, Doğal Sit Alanı, Yaban Hayatı Koruma Sahası ve Ramsar Alan ilan edilmiş olmasına karşın, çok önemli tehditlerle karşı karşıyaydı. Delta, uzun yıllardır süren sulak alanların kurutma çalışmaları nedeniyle oldukça zarar görmüştü. Buna ek olarak Kızılırmak’ın aşağı kesimlerinde iki büyük baraj inşa edilmesi, kum çıkarımı, kumul alanların ağaçlandırılması, subasar ormanlarda ve kumul alanlarda ikinci konut yapımı gibi tehditler, bitki alanlarının yavaş yavaş tahrip olmasına neden olmaktaydı.
Gerçekten Dr. Yıldırım’ın anlattıklarından delta hakkında önemli bilgiler edinmiştim. Bafra’ya birkaç kilometre kala sağdaki bir sapaktan deltanın içine doğru yol almaya başlamıştık. Bafra Ovası önümüzde dümdüz kilometrelerce uzanıyordu. Deltanın içlerine doğru girdikçe kuşların sesleri giderek artıyordu. Büyük bir kuşlar orkestrası sanki coşkulu bir mutluluk şarkısı söylüyor gibiydi. İlk durağımız, Ruslarla ortak projenin yürütüldüğü ve deltanın doğu kısmında yer alan en çok göle sahip olan delta köylerinden Yörükler Köyü’ydü. Gıcı Gölü, Tatlı Göl, Balık Gölü ve Uzun Göl bu kısımdaydı. Köyün içinden geçerek, kuzeyde ormanın dibinde bulunan proje ekibinin kampına doğru ilerledik. Yedi dev karavanın yer aldığı büyükçe bir kamptı burası. Karavanlar ağaçlarla gizlenmişti. Kampta kimse yok gibiydi, ortalık çok sessizdi.
Cipi uygun bir yere park edip karavanlara doğru yürümeye başladık. Deltaya uygun bir kıyafet giymiştim. Ayağımda rahat botlarım, üzerimde kalın keten haki renk bir pantolon, koyu yeşil bir anorak vardı. Kendimi oldukça rahat hissediyordum. Bu kıyafetlerimle deltada rahatlıkla dolaşabilirdim. Rehberin kıyafeti de benimki gibi rahattı. İçimizde sadece Çetin, üzerindeki takım elbiseyle sırıtıyordu. Tam birkaç adım atmıştık ki, birden bire arkamızda duyduğumuz sesle irkildik.
“Durun, kimsiniz?”
İki kişi bize doğru hızla nefes nefese yürüyordu. Çetin öne çıkarak kendini ve bizi tanıttı.
“Burası özel bir bölge, izin almadan girmek kesinlikle yasaktır. İzniniz var mı?”
Çetin, tam ağzını açıp bu sert ses tonuyla konuştukları ve hiç de misafirperver olmayan bir ifadeyle bizi durdurdukları için görevlileri azarlamaya hazırlanıyordu ki, “Biz Dr. Kaan Yıldızoğlu’nu arıyoruz. Ben eski bir arkadaşıyım, burada çalıştığını duyduk,” dedim araya girerek.
Buranın bekçileri olduğu her hallerinden belli olan iki görevli, sanki çok zor bir soruyla karşılaşmışlar gibi birbirlerine baktılar. Kasvetli ve kısa boylu olanı, üzerindeki şaşkınlığı atarak, Kaan’ın şehirde olduğunu, ertesi gün geleceğini, bir notumuz varsa kendisine iletebileceğini söyledi.
“Kendisine ulaşabileceğim bir telefon veya cep telefonu var mı?”
“Bilmiyoruz, ama cep telefonu kullanmıyor.”
“Burada sizden başka kimse yok mu? Diğerleri nerede?” diye sordu rehber.
“Hepsi sahaya yayılmış durumda, çalışma yapıyorlar. Bazıları ise şehirde.”
Bu oldukça ketum ve pek de nazik olmayan bekçilerden pek bir şey öğrenemeyeceğimiz anlaşılmıştı. Kartvizitimi uzatıp Kaan’a ulaştıklarında aradığımı, Samsun’da olduğumu söylemelerini rica ettim.
Kartvizitimi isteksizce alıp, istemeye istemeye, ‘peki’ anlamında başlarını salladılar.
Ayrılırken de, “Yanlış anlamayın ama yeniden buraya gelmek istiyorsanız izin almanız gerekecek,” dedi yine kısa boylu olanı. Pek konuşkan olmayan uzun boylu olanı ise, arkadaşının bu uyarısını başıyla onayladı.
Adamların davranışlarına sinirlenen ve yerinde zor duran Çetin, tam bir şey söyleyecekti ki, “Tamam Çetin önemli değil, boşver, gidelim,” diyerek onu kolundan tuttum ve oradan uzaklaştık. Aslında ben de en az Çetin kadar sinirlenmiştim.
Cipe binerken rehbere sormadan edemedim.
“Yahu, adamların bir dövmediği kaldı. Bu kadar sıkı korunmasının ve bu izinlerin nedeni ne?”
“Hassas bir proje üzerinde çalışıyorlar.”
“Nasıl hassas?”
“Ayrıntıları iyi bilmiyorum ama, bildiğim kadarıyla nesli tükenmekte olan kazlar üzerinde çalışıyorlar. Bölgeye giren kaçak avcılardan ve başka tehlikelerden korumak için böyle sıkı önlemler alıyorlar. Köylülere bile izin vermiyorlar. Çevre Bakanlığı bu projeye çok önem veriyor. Burası zaten özel bölge, ama bu projeyle daha da özel bir bölge haline geldi. Kuş uçurmuyorlar desem yeridir.”
Rehberin bu, “kuş uçurmuyorlar” sözlerine, biraz da gerilmiş olan sinirlerimiz nedeniyle kahkahalarla güldük.
Cip kamptan uzaklaşırken yaban hayatın sesleri, sanki arkamızdan bizimle alay ediyor gibiydi.
“Eng eng eng…”
“Kau-yau, kyu-yu-yu…”
“Ki-kiui…”
Rehbere bu seslerin hangi kuşlara ait olduğunu sordum.
“Bunlar kazların sesleri,” dedi.
“Hüzünlü kazlar,” diye mırıldandım.
“Efendim?”
“Yok bir şey, kendi kendime konuşuyorum.”
– 3 –
Geldiğimiz yönden geri döndük. Çetin hava kararmadan beni deltanın ucunda, avcının ölü bulunduğu Koşu Köyü’ne götürmeye kararlıydı.
“Seni buralara götürmemin nedeni, senin de bir fikir edinmen. Sonra bana nasıl yardımcı olacağın konusunda bilgi vereceğim, ama önce bir gör istiyorum. Güneş batmadan Koşu Köyü’ne, ağaçtan düşerek öldüğü söylenen köylünün bulunduğu yere gidelim. Ornitolog ile balıkçının ölü bulunduğu yerleri yarın sabah gezeriz.”
“Tamam,” dedim biraz isteksizce. Aslında bir an önce otele dönüp ılık bir banyo yapmak, güzel bir yemek yemek ve dinlenmek istiyordum. Ama Çetin çok kararlıydı. Onu kırmak istemedim. Geldiğimiz yönden geri döndük. Yörükler Köyü’nün içinden geçerken, rehberimiz, köyün özellikleri hakkında bilgi vermeye başladı. O anlatmadan ben sordum.
“Buraya neden Yörükler Köyü deniyor?”
Böyle bir soruya hazırlıklıymış gibi anlatmaya başladı.
“Sadece adıyla yörük değildir, hakikaten bir yörük kasabasıdır burası. Tabii ki yörük asıllı olmayanlar da var ama, nüfusun yüzde yetmişi yörüktür. Karadeniz Bölgesi’nde bu durum tuhaf karşılanabilir. Buranın halkının büyük bir kısmı Kocaeli ve Sakarya illerinden yüz yıl önce göçle gelmişler. Asıllarının Aydın vilayetinden olduğu söylenmekte. Belki de bu Aydın eski Aydınoğulları Beyliği’nin kapsadığı daha geniş bir alanı ifade ediyor olabilir. Bugün bile özellikle Manisa civarında, bu köydeki aşiretlerin aynı isimlerle yaşadığını biliyoruz. Köydeki belli başlı Yörük aşiretleri Karatekeli, Kızılkeçili, Şehitli, Çaparlı, Manavlı, Yeniosmanlı, Kaçar… Ve bunlara ait obalar, Topallı, Seçmezli, İbilli, Araplı… Aslında daha çoktur ama tamamına vakıf değilim.”
“Peki, yörük geleneklerini koruyabilmişler mi?”
“Korudukları pek söylenemez. Ancak yemekleri tam yörük yemekleri. Topalak, keşkek, yahni, tarhana, övelemeç, ovmaç, bazlama, saç böreği, incir dondurması, höşmerim, saraylı gibi daha ziyade yörüklerin yaptığı ve Karadeniz Bölgesi’nde çok bilinmeyen yemekler yapılmakta burada. Yörükler uzun süre kendi içlerinden evlenme geleneğini sıkı bir şekilde sürdürmüşler, son on beş-yirmi yıldır bu konuda daha esnek davranıyorlar, başka yöreden gelenlerle evlilikler olabiliyor. Bu da halkın daha da çok kaynaşmasını sağlayan bir değişim olmuş.”
Yol üzerinde başları süslü develeri görünce şaşırmıştım.
“Bu develer de neyin nesi?”
“Deve, yörükler için çok önemli bir hayvan,” dedi rehberimiz Yıldırım. Yeniden Alaçam-Bafra-Samsun yoluna çıkmıştık. Rehber yine bilgi vermeyi sürdürüyordu.
Bafra, yaşam kaynağını Kızılırmak’tan alan şirin bir ilçeydi. Karadeniz’e yirmi kilometre uzaklıkta, denizden yüksekliği yirmi metre olan ve Kızılırmak’ın biriktirdiği birikinti ovası üzerinde kurulmuştu. İlçe doğusunda ve kuzeyinde Karadeniz, batısında Alaçam, güneyinde Kavak ilçeleriyle çevrilmişti. Samsun’a uzaklığı elli bir kilometreydi. Kızılırmak Deltası’nı kaplayan Bafra Ovası güneyde dağlarla çevriliydi.
Bunlardan en yükseği 1224 metre ile Nebyan Dağı’ydı. Bu dağlar Canik Dağları’nın uzantılarını oluşturuyordu. Bafra’nın en büyük, Türkiye’nin ise en uzun akarsuyu Kızılırmak, bu dağları derin bir vadi ile geçerek ovaya ulaşıyordu. Bafra Ovası tamamen Kızılırmak tarafından oluşturulmuştu. Sessiz sakin akan Kızılırmak’ın uzunluğu 1151 kilometreydi. Sivas’taki Kızıl Dağ’dan doğuyor, Orta Anadolu’da geniş bir yay çizerek Bafra’dan denize dökülüyordu. En çok da Nisan ve Temmuz dönemlerinde su taşıyordu. Bafra’nın tarihi M.Ö. 5000 yıllarına kadar uzanmaktaydı.
Bafra adının, Kızılırmak’ın denize açıldığı yerde (M.Ö. 521 yıllarında Fenikeliler zamanında) ticaret gemilerinin yanaştığı koylara kurulan ticaret evlerine “Bafira” denilmesinden geldiği sanılmaktaydı.
Ali Kale, Alibey Çeşmesi, Asar Kalesi, Beylik Köy Höyüğü, Böğürtlen Höyüğü, Büyük Camii (Cami-i Kebir), Çetinkaya Köprüsü, Deniz Feneri Bafra’nın görülmeye değer tarihi ve turistik yerleri arasında bulunuyordu.
Bafra’yı hızla geçtik. Kızılırmak’a paralel yoldan giderek, deltanın ucunda Karadeniz’e en yakın konumda bulunan Koşu Köyü’ne vardık. Güneşin batmasına az bir zaman kalmıştı. Ama gördüğümüz manzara büyüleyiciydi. Donmuş kalmıştım. Ufuktaki kızıl perdenin önünde çeşitli sayıda kuş çığlık çığlığa şarkı söyleyerek dans ediyordu. Sesleri ovaya yayılıyor, görüntüleri deltadaki göllerdeki ve Kızılırmak’ta akan suyun üzerine yansıyordu. Ömrümde böyle doğal bir güzellikle hiç karşılaşmadığımı düşündüm. Sanki çılgın bir parti veriyorlardı. Nefesleri kesen bu doyumsuz tablo karşısında hepimiz etkilenmiştik. Cipi durdurup yanımda getirdiğim küçük dijital fotoğraf makinemle bu anı ölümsüzleştirdim. İçimden burada yaşayan insanların ne kadar şanslı olduklarını düşünmeden de edemedim.
Bafra’ya bağlı Koşu Köyü, adını burada yapılan at yarışlarından almıştı. ‘Yazı’ denilen ve yaklaşık bin dönümlük arazide ‘Koşu’ geleneği 1960’lı yıllara kadar sürmüştü. Türkiye Jokey Kulübü tarihçesinde belirtilen ve Sultan Abdülaziz zamanında, yani 1856’da, İzmir’de yapılan bugünkü anlamda ilk yarışla birlikte, aralarında Samsun’un da bulunduğu birkaç ilde at yarışlarının yapıldığı belirtilmekteydi. İşte burada belirtilen Samsun’un yarış sahası, Bafra İlçesi’ne bağlı Koşu Köyü’ydü. At yarışlarının yapıldığı dönemlerde panayır da kuruluyordu. Türkiye’nin değişik yörelerinden getirilen yarış atları, tıpkı bugün hipodromlarda olduğu gibi koşturulur, dereceye girenlere ödül verilirdi. Osmanlı mirası bu gelenek, hipodromların yapılmasıyla 1960’lı yıllardan sonra sürdürülemedi.
Köy, Samsun iline altmış yedi, Bafra ilçesine on yedi kilometre uzaklıktaydı. Kızılırmak, Koşu Köyü Kumtepe Mahallesi’nin kenarından Karadeniz’e dökülüyordu. Köy, Kızılırmak’ın Orta Anadolu’yu dolaşırken getirdiği alüvyonlar sayesinde çok verimli topraklara sahipti. Ayrıca uzun bir sahile sahipti ve bu sahil çoğu ünlü plajlara taş çıkartacak kadar güzel ve temizdi.
Gözlerimizi muhteşem manzaradan alamıyorduk. Çetin kaza yerinden emin olmadığı için, köy kahvesine gidip muhtarı bulduk. Kahvedeki köylülerin meraklı bakışları arasında ormanlık alana doğru ilerledik.
Köyde ilköğretim okulu, PTT şubesi vardı. Ayrıca köyde ışıklandırılmış bir futbol sahası bile mevcuttu.
Ölen 37 yaşındaki İsmail Hacıoğlu adındaki köylü, birkaç yüz metre ilerideki ormanlık arazide bulunmuştu. Çetin, köylünün bir meşe ağacının dibinde boynu kırılmış bir halde bulunduğunu anlattı. Ağacın epey yüksekçe dallarından birinde ona ait bir yiyecek çantası ve yeleğinin bulunduğunu, avda kullandığı tüfeğini de hemen yanı başında bulduklarını söyledi. Otopside başka herhangi bir bulguya rastlamadıklarını da ekledi.
Muhtar, ölen köylüleri İsmail’in huysuz ve söz dinlemeyen, başına buyruk biri olduğunu, ama onu bugüne kadar hiç ağaç tepesinde avlanırken görmediklerini anlattı. Ardından, “Allah rahmet eylesin, toprağı bol olsun,” diye dua etti. Ayrılırken de, İsmail’in geride gözü yaşlı bir eş ve iki çocuk bıraktığını söyledi.
İsmail’e üzülmüştük. Yola koyulduğumuzda güneş çoktan batmıştı. Güneşin batışıyla delta sessizliğe bürünmüştü. Yüzlerce hatta binlerce kuş, aralarında anlaşmış gibi susmuşlardı.
Ara sıra bu sessizliği bozan birkaç asi ötücü kuş yok değildi. Ama bir başkasının kızdığını belli eden boğuk bağırtısıyla, hemen seslerini kesiyorlardı. Karanlığın çökmesiyle delta daha gizemli bir yapıya bürünmüş.
Deltanın büyüsüyle adeta hipnotize olmuş gibiydim. İçinde bulunduğum bu atmosferden Çetin’in sorusuyla çıktım.
“Ne düşünüyorsun?”
“Hangi konuda?”
“Köylünün ölümü hakkında?”
“Normal bir ölüm gibi gözüküyor. Ama yine de bir köylünün ağaçtan düşerek ölmesi garibime gitmedi değil.”
Çetin bu kez soruyu rehbere yöneltti.
“Buralarda böyle ağaçtan düşerek ölümler çok oluyor mu?”
“Bu konuda pek bir şey bilmiyorum, ama tek tük de olsa bu tür kazalara rastlanıyor. Daha çok yaralanmalar, sakatlıklar oluyor,” diye yanıtladı rehberimiz.
“Siz neden şüpheleniyorsunuz baş komiserim?” diye sordu rehber bu kez. Çetin bu soruya hazırlıklıydı.
“Yaklaşık on beş gün içinde deltada üç ölüm olması beni biraz düşündürüyor. Sadece bir polis titizliği. Her türlü olasılığı araştırmak gerekir, öyle değil mi?”
Rehber, “Tabii, tabii, haklısınız,” diyerek başını salladı. Çetin, her zamanki gibi temkinliydi.
“Ancak bu konudan şimdilik kimseye bahsetmemenizi rica ediyorum. Bu konu aramızda kalsın. Çünkü şimdilik elimizde herhangi bir delil yok, yani bu ölümlerin görünürdekinden başka bir nedenden kaynaklandığına dair.”
“Yani cinayetten mi söz ediyorsunuz?” diye heyecanla sordu rehber. Gözleri şaşkınlıktan yuvalarından fırlayacak gibiydi.
“Neden olmasın? Ama dediğim gibi, şimdilik sadece gizli bir araştırma yapıyoruz. Ricamı unutmayın. Yoksa bozuşuruz,” diye uyardı ikimizi de Çetin. Aslında uyarmak istediği kişi meraklı sorular soran rehberimizdi.
“Merak etmeyin baş komiserim aramızda kalacağından emin olabilirsiniz” diyerek bana baktı Yıldırım. “Ben neyse de bir gazeteciye nasıl güvenilebilir?” diyen endişeli bakışlarını da göstere göstere.
Çetin, rehberin bakışlarını görmüştü. Açıklık getirmek istedi.
“Ahmet Kerim benim yakın dostumdur. Birlikte birçok olayı aydınlattık. O nedenle onu sadece bir gazeteci olarak görmüyorum,” dedi. Rehberin yüzü gevşedi.
Samsun yoluna çıkmıştık. Büyülü ve gizemli üçgeni geride bırakmış, gerçeklerin dünyasına dalmıştık.
Bir süre sonra Samsun’a varmıştık. Rehberi, şehir meydanında bir yere bıraktık. Ertesi sabah saat yedide bıraktığımız yerde bizi bekliyor olacaktı. Rehberin bizimle olması iyiydi. Çok konuşuyordu ama hiç rahatsız olmamıştım. Çünkü bilgi doluydu. Sayesinde birkaç saat içinde Kızılırmak Deltası hakkında epeyce bilgi edinmiştim.
Çetin beni de otelime bıraktı. Otele varmadan önce kentin Doğu Park sahilinde müze olarak kullanılan Bandırma Gemisi’ni görmüştüm. 19 Mayıs 1919’da Türkiye Cumhuriyeti kurucusu Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak üzere Samsun’a geldiği Bandırma Vapuru’nun özgün ölçülerde yapılan bir örneğiydi bu müze gemi. Eğer fırsat bulabilirsem, buraya gelmişken, bu müze gemiyi gezmeyi de çok istiyordum. Bugüne kadar hiç gezme fırsatım olmamıştı. Samsun’u bu tarihi özelliğinden ötürü de çok seviyordum.
Çetin akşam saat sekiz buçukta beni alacağını, sahilde güzel bir balık lokantasına götüreceğini söyledi. Bu daveti seve seve kabul ettim. Zira açlıktan bayılacak gibiydim. Dayanamayıp odama küçük bir sandviç göndermelerini istedim. Hemen ılık bir banyo yapıp kendime geldim. Yanımda fazla bir giysi getirmemiştim. Blucin pantolonumu giyip gömleğimi değiştirdim. Bir de kazak giydim. Saat tam sekiz buçukta Çetin beni otelin lobisinden aldı. Birlikte onun söylediği balık lokantasına gittik.
Salaş ama temiz bir lokantaydı. Mezeleri de muhteşemdi. Birer kalkan ısmarladık ve sohbete daldık. Geçmiş günlerden bahsettikten sonra Çetin, benden nasıl bir yardım istediğini anlattı.
Bir kere ölümlerin nedenlerini daha iyi öğrenmek ve anlamak istiyordu. Küçük bir bilirkişi heyeti oluşturmaya çalışıyordu. Bu heyeti gizli oluşturmak niyetindeydi. Özellikle bugün rehbere sorduğu sorunun yanıtını daha iyi bir şekilde almak istiyordu. Ağaçtan düşerek ölümler hakkında istatistiksel bir bilgiye ulaşmaya çalışıyordu. Ayrıca boğularak ölümler ve mantar zehirlenmeleri hakkında da uzman kişilere ihtiyacı vardı. Tabii en önemlisi bu olayın aydınlatılmasında benim desteğime, yardımıma ihtiyaç duyuyordu.
Ben de kendisine her türlü yardımı yapacağımı söyleyip onu rahatlattım. Ayrıca bildiğim bütün uzman kişilerin telefonlarını, elektronik posta adreslerini bulup verdim. Tüm söylediklerimi dikkatlice not aldı ve teşekkür etti.
Yemeğin sonuna doğru yaklaşırken gözüm dışarıda sahilde yürüyen bir çifte takıldı. Daha dikkatli baktığımda erkek olanın Dr. Kaan Yıldızoğlu olduğunu fark ettim. Yanında uzun boylu, sarışın, güzel bir kadınla kol kola yürüyorlardı. Çetin’e gösterdim.
“Evet, Kaan Yıldızoğlu,” dedi şaşkınlıkla. Hemen dışarı fırladım. Ama geç kalmıştım. Kaan yanındaki sarışın ile oldukça pahalı bir yeni model Toyota siyah cipe binip uzaklaşmıştı bile. Cipi kendi kullanıyordu. Bir kuş bilimcinin bu kadar pahalı bir arabaya sahip olmasına şaşırmıştım. Ama belki kendisine ait değildi.
Aslında canım sıkılmıştı. Kaan’ı mutlaka bulmalıydım. Çünkü buraya gelme nedenim küresel ısınma ve kuşlardı. Bu konuda da bana ancak Kaan yardım edebilirdi. Birden Kaan’la hiç görüşemeyeceğimi düşünerek umutsuzluğa kapıldım. Anlaşılan deltadaki bekçiler de kendisine ulaşamamıştı. Ya da haber bile vermemişlerdi. Haberi olsaydı mutlaka arardı. Çetin onu kaçırdığım için üzüldüğümü görmüş, merak etmememi söylemişti.
“Ne yapar eder buluruz onu. Seninle onu mutlaka görüştürürüm. Gerekirse tutuklar yine görüştürürüm.”
Çetin’in bu abartılı ama, rahatlatıcı sözlerine kahkahalarla gülmüş, bu esprinin şerefine bir duble rakı daha içmiştik. Fazla geç olmadan kalktık. Çünkü ertesi sabah erkenden yola çıkacaktık.
Otele döndüğümde yorgundum ama uykum yoktu. Dizüstü bilgisayarımı çıkarıp hazırladığım yazı dizisine göz atmak üzereydim ki, telefonum çaldı.
Numara tanıdık değildi.
“Alo, buyurun!”
“Alo, ben Kaan!”
Bir an duraksadım.
“Kaan merhaba, ben Ahmet Kerim.”
“Ahmet nasılsın? Beni aradığını yeni öğrendim ve hemen aradım. Umarım rahatsız etmemişimdir.”
“Hayır, etmedin Kaan. Ben iyiyim, ya sen nasılsın?”
“İyiyim sağol, Samsun’da mısın?”
“Evet, buradayım. Aslında bir saat kadar önce seni sahilde gördüm ama yetişemedim. Arabaya binip uzaklaştın.”
“Öyle mi? Üzüldüm. Hayrola ne arıyorsun buralarda?”
“Küresel ısınmayla ilgili bir yazı dizisi hazırlıyorum, o nedenle buradayım. Sizin bir projeniz olduğunu öğrendim. O konuyla ilgili bir röportaj yapmak istiyordum seninle.”
Kaan yutkundu. Şaşırmışa benziyordu.
“Röportaj mı?” diye fısıldadı.
“Evet, eğer yarın müsaitsen deltaya gelip seninle görüşmek istiyorum.”
“Tabii, tabii,” dedi kekeleyerek. Sanki ters giden bir şeyler vardı sesinde. Pek memnun olmamış gibiydi. Sonra birden toparladı.
“Buyur gel, yalnız gelmeden iki saat önceden haber ver ki, seni karşılayayım.”
“Merak etme veririm.”
“O zaman görüşmek üzere.”
“Yarın görüşürüz, iyi geceler.”
“Sana da.”
Telefonu kapattıktan sonra Kaan’ın neden bu kadar isteksiz yanıt verdiğini anlamaya çalıştım. “Belki de bir işi vardı, ama yine de beni kırmadı. Görüştüğümüzde habersiz geldiğim için özer dilerim nasılsa,” diye düşündüm. Kaan’ı bulduğum ve ondan bir randevu kopardığım için mutluydum. Rahatlamıştım.
Bilgisayarımdaki seri yazının başlangıç notlarını bu iç rahatlığıyla yeniden gözden geçirdim.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat
- Kitap AdıÖlüm Deltası
- Sayfa Sayısı324
- YazarÖnay Yılmaz
- ISBN2789785860808
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviDestek Yayınları / 2010