Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Olimpiyat
Olimpiyat

Olimpiyat

Volker Kutscher

Nazi rejiminin bütün dünyaya hem gösteriş yapıp hem kendini meşrulaştırmak için muazzam bir sahne olarak kurduğu 1936 Berlin Olimpiyatları sırasında, Başkomiser Gereon Rath baş…

Nazi rejiminin bütün dünyaya hem gösteriş yapıp hem kendini meşrulaştırmak için muazzam bir sahne olarak kurduğu 1936 Berlin Olimpiyatları sırasında, Başkomiser Gereon Rath baş döndürücü entrikalarla boğuşuyor.

Volker Kutscher’in tarihî siyasi polisiye dizisinin sekizinci romanı, Nazi rejiminin Almanya toplumuna iyice yerleştiği bir atmosferde geçiyor. Öyle ki, siyasi açıdan güvenilir bulunmayan Başkomiser’le eşinin elinden alınan evlatlığı da artık iyice Nazileşmiştir. Başkomiser, Olimpiyat organizasyonunda görev alan evlatlığıyla tesadüfen karşılaştığında, sadece ilişkileri yeni bir boyut kazanmayacak, Olimpiyat Köyü’nde işlenen cinayet, bir dizi entrikanın perdesini aralayacaktır.

Başta Jesse Owens, siyah atletlerin başarılarının Nazi ileri gelenlerini ifrit ettiği Olimpiyat atmosferinde, Nazi rejiminin karanlık dehlizlerinde bir kovalamaca…

“Başkomiser Rath’ın yeni romanını okumak, okuru ürperterek birkaç saatliğine bizzat diktatörlük altında yaşadığı duygusuna kaptırıyor.”
Deutschlandfunk

“Volker Kutscher’in yeni romanı, zehrin ağır ağır Alman toplumuna nüfuz edişini odağına alıyor.”
Frankfurter Allgemeine Zeitung

*

Gerçek şu ki, bazılarımız Berlin’e
bir spor buluşmasının seyircisi veya
katılımcısı olmak gibi yanlış bir fikirle gitmiştik;
oysa siyasi propagandanın bir parçası olmaya itildik.
ARTHUR GODFREY KILNER BROWN,
1936 OLİMPİYAT ŞAMPİYONU İNGİLİZ ATLET

Prolog
29 Nisan 1937 Perşembe

Şehrin her yerinde yerlerden, kanal kapaklarından, mazgallardan, kuyulardan duman fışkırıyordu. Ancak en kesif duman, balkonları Kochbrunnenplatz’a bakan Rose Oteli’nin önündeydi. Wiesbaden’deki hemen hemen bütün binalar gibi ahı gitmiş vahı kalmış bu büyük otelin iç avlusundan bile yeraltı dünyasının buharı ve sisi yükseliyordu. Dotzheim’daki Jacoby Bağı’nın nakliye aracı duman bulutunun içinden süzülüp kiler kapısının önünde durdu. Şarap garsonu merdivenin başında bekliyordu; adamın mesleği icabı büründüğü zarif görünümü yüz ifadesiyle tam bir tezat içerisindeydi. “Nihayet gelebildiniz, gözümüz yollarda kaldı! Riesling bitmek üzere, müşterilerimizin dili damağı kurudu. Haydi, acele edin biraz!” Nakliye aracının direksiyonundaki adam ağır ağır bir sigara yaktı. Hiç konuşmadan şoför mahallinden atladı, arabanın arka tarafına geçip bagaj kapağını açtı. Rose Oteli’nin şarap garsonunu epeydir tanıdığından ona nasıl davranması gerektiğini biliyor, dırdırını kaale almıyordu. Günbegün haşır neşir olduğu lokanta işletmecilerini ve şarapçıları idare etmesini biliyordu – yoksa şu şehirde kapıcısı, şefi ve mesai arkadaşları dışında tanıdığı bir kişi yoktu. Bu kadardı işte, ne arkadaş vardı, ne grup ne de bir sevgili. Onun gibilere münzevi deniyordu galiba. Bazen kendine sorduğu oluyordu, hep mi böyleydi, yoksa Olimpiyat’tan birkaç hafta sonra ihtiyar Jacoby’ye iş başvurusu yaptığı ve tüm yaşamını altüst eden o günden sonra mı değişmişti? Masasında işkilli bir baykuş gibi oturan Heinrich Jacoby, kalın gözlük camlarının arkasından izlemişti onu. “Adınız Kessler demek…” “Kessler. Evet efendim. Wilhelm Kessler.” “Neuwied’de doğmuşsunuz?” “Evet efendim.” “Bekârsınız.” “Evet efendim.” “Gördüğüm kadarıyla Wittkamp firmasına da şoförlük yapmışsınız.” “Evet efendim. Köln içinde ve çevresinde.” “Vatani hizmetinizi de yapmışsınız.” “Evet efendim.” “Kızmayın da, evet efendim evet efendim demelerinizden belli oluyor bu zaten.” Bir tebessüm ve tokalaşmadan sonra yeni yaşamı başlamıştı. Tercih ettiği yaşam değildi bu ama bu zamanda insanın fazla seçeneği var mıydı? Bir yaşamı vardı ya, asıl ona şükretmeliydi. Yıpranmış deri eldivenleri eline geçirdi ve iki kasa Dotzheimer Judenkirch’i sırtladı. Hiç konuşmadan kasaları art arda şarap kilerine indirdi; avluda dikilen şarap garsonu bu arada gereksiz emirler yağdırıp duruyordu. Son kasayı da indirdi araçtan, hem Rose Oteli’nin hem de günün en son kasasını yani. İrsaliyeyi de imzalattıktan sonra arabaya bindi. Geç olmuştu. Aslında bundan pek rahatsızlık duymuyordu, bu meslekte tam saatinde paydos yapmak zaten mümkün değildi. Ancak suareye bile yetişemediği durumlarda kaderine sövüyordu. Arada bir bir film seyretmek – şu uyuşuk şehirde inzivaya çekildiğinden beri kendisine ödül diye layık gördüğü tek lüks buydu. En azından bir buçuk saat boyunca onunla birlikte karanlık salonda oturan insanlara yakın hissetmek kendini. Onlara hiç de yakın olmadığı halde. Hayatta kalmak için ödemek zorunda olduğu bedeldi bu: yani artık yaşama, her halükârda mutlu bir yaşama sahip olmamak. Peki hiç olmuş muydu böyle bir yaşamı? Bir karısı, hatta onunla çocuk sahibi olmak istediği bir karısı olmuştu, ama çocuk maalesef yalnız istekte kalmıştı. Ve bu kasvetli yaşamını katlanabilir kılan tek şey, onu günün birinde tekrar görme umuduydu. Bazen aslında hiç de mükemmel olmayan eski yaşamına duyduğu özlem öyle büyüyordu ki içinde, dayanması zordu. Ancak bu da eski şiddetini kaybetmişti, kaderine razı geliyordu artık. Zaman iyiye gidecek olsa bile eskisi gibi olmayacaktı bir daha. Nakliye arabasını oraya buraya sapmadan dosdoğru Wiesbaden Westend’e sürdü ve evinin önündeki sokak lambasının dibine park etti. Bagajı açarken pencerede aksi yansıyan adamın gözüne bu kadar aşina gelmesine şaştı. Kadife pantolon, deri ceket, kasket, bıyık… annesi görse tanıyamazdı. Akşam içmek için arabadan bir şişe Riesling aldı. Sokakta in cin top oynuyordu. Kapıdan girip avluyu geçti. Merdivenlerde ona eşlik eden tek ses bir radyonun dırıltısıydı. Genelde böyleydi burası, tesadüfen biriyle karşılaşsa da, kimsenin onunla ilgilendiği yoktu. Karşılıklıydı bu, o da arka binadaki komşularının çoğunu tanımıyordu hâlâ. Çatı katına geldi mi rahattı artık, oraya ondan başka çıkan yoktu. Dairenin kapısı kilitli değildi. İlk defa yaşamıyordu bunu, birkaç kez sabah kilitlemeyi unuttuğu olmuştu, ama yine de tam kapalı olmayan kapı onu huzursuz ediyordu. Her seferinde. İzini bulmuş olamazlardı, o kadar kolay değildi bu, yine de şarap şişesini sağ eline alıp şişenin ucunu sımsıkı kavradı. Eğer onu gerçekten buldularsa ne kadar anlamsız da olsa savunacaktı kendini. Hayat ona tek bir şey öğrettiyse, o da şuydu: Baştan kaybetmiş bile olsan mücadele edeceksin. Kapıyı sessizce açtı, pürdikkat bütün seslere kulak verdi ama tek duyduğu şey aşağıdan gelen radyo sesi ve kapı menteşelerinin belli belirsiz gıcırtısıydı. Usulca eve girdi, adım attıkça döşeme tahtaları ayağının altında çatırdıyordu. Durdu ve kalakaldı, çünkü odanın orta yerinde birisi oturuyordu. Koltuğa gömülmüş adamın hiç hareket etmediğini fark etmesi biraz zaman aldı. Başı hafif yana eğik, fal taşı gibi açılmış gözlerle karanlığa bakıyordu. Sanki müzik dinlemek için oraya oturmuş, iyice duymak için de kulağını pikaba yaklaştırmıştı. Ama müzik filan çalmadığı gibi adam da artık herhangi bir şey duyacak durumda değildi. Odadaki en rahat mobilya olan o hardal sarısı koltukta bir ceset oturuyordu. Hayatında hiç görmediği birisi. Adam zayıftı, kırklı yaşlarının ortasındaydı, üstünde gösterişsiz bir gri takım elbise vardı. Tam kendine bu da kim, eve nasıl girdi acaba diye soracakken bir gürültü duydu ve olası bir saldırıyı göğüslemeye hazır, aniden arkasına döndü. Hayatında yapacağı en son şey o bile olacaksa, icabında bir şarap şişesiyle. Karanlığın içinden tok bir kadın sesi duyuldu. “Sakın! Dokunmayın bana!” Tanıdık bir sesti bu. Eski yaşamına ait bir ses. Korkmasını, havadaki elinde bir şarap şişesi tutmasını gerektirecek seslerden biri değil. Ancak şuna hiç şüphe yoktu ki, geçmiş gelmiş yakasına yapışmıştı.

BİRİNCİ BÖLÜM
Citius
25 Temmuz Cumartesi – 3 Ağustos Pazartesi 1936

Almanya’da düzenlenen olimpiyat ülkenin dünyadaki saygınlığını artırma ve devlet yönetimine karşı var olan güvensizliği yok
etme amacına hizmet etmesi gerektiği ve de edebileceği için olimpiyatın Almanya’ya bahşedeceği başarı, eğer mutlaka gerekmiyorsa, eşit zamanda ortaya çıkacak tehlikeleri bertaraf etmek
amacıyla alınacak önlemler uğruna risk altına sokulmamalıdır.
– SS1
REİCH LİDERİ’NE BAĞLI GÜVENLİK DAİRESİ’NİN
1936 OLİMPİYATI HAKKINDA POLİS VE PROPAGANDA
TEDBİRLERİYLE İLGİLİ DAHİLİ DEĞERLENDİRMESİ

1

Zittau Evi’nin hemen önündeki havuzun yanında dikili Amerikan bayrağı rüzgârda takır tukur ede ede sallanıyordu. Bayrağın sesi çevredeki tek gürültüydü, köy öğle güneşinde ölü gibiydi; sokaklarda kimsecikler yoktu. Halbuki daha bir akşam önce, Amerikan milli marşı eşliğinde bayrak direğe çekilirken insanlar sarkık çatılı sade evlerin arasındaki daracık yolda anca itiş kakış ilerleyebiliyordu.

Fritze gazeteden kesip özenle bir kartona yapıştırdığı resmi göğüs cebinden çıkardı. Gizli gizli yapmıştı bunu, babalığının ruhu duymamalıydı. Fritze’nin gönülsüz, hiç içinden gelmeden Herr Rademann demek zorunda kaldığı Wilhelm’e bakılırsa zenci sporcular Olimpiyat’tan dışlanmalıydı. “Bunlar hayvan,” diyordu, “ne gereği var? İnsanlar atlarla da yarıştırılmıyor ya.”

Fritze’ye göre ise Jesse Owens hayvan ne kelime, kâinatın en büyük sporcusuydu. Lamı cimi yok, dünyanın en hızlı adamıydı. Fritze kendi düzenlediği imza kartını daha bir gün öncesinden cebinden her an çekip çıkarabilecek şekilde hazırlamıştı. Ancak kader yüzüne gülmemiş, dağıtımda kendisine en arkadaki otobüs düşmüştü. Owens ise en öndeki araçtaydı ve de ilk inenlerin arasında olmuştu. İki valiz, bir de yüzücülerden birinin paltosunu taşıyan Fritze’nin artık hiç şansı yoktu. İki yüzden fazla Amerikalı atlet. Üzerlerinde mavi takım elbiseler, kafalarında hasır şapkalar, sağlarında sollarında Jugendehrendienst’in2 beyaz üniformalıları, en önde ise Alman karşılama komitesi ile resepsiyon binasının önünden kalacakları yere doğru yokuşu tırmanmışlardı. Jesse Owens bayağı önlerdeydi. Fritze ise yüzücüsüyle en arkada. Uzun yolculuktan bitap düşmüş atletler milli marşın ardından hemen dinlenmeye çekilmişlerdi. Adeta misafirhaneye yeni varmış da en iyi yatağı kapmak için kavgaya girişmiş bir sınıf havasındaydılar. Owens’in hangi binaya girdiği Fritze’nin gözünden kaçmamıştı: Haus Bautzen.

Havuz ile kantin arasındaki bu kesite Sachsenstrasse adı verilmişti, Amerikalı atletlere tahsis edilen misafirhanelerin her biri bir Saksonya kentinin adını taşıyordu.

Hâlâ inanmakta zorlanıyordu: Berlin’de Olimpiyat oyunları düzenleniyordu ve kendisi bizzat olayın içindeydi. Onu reddeden bir annenin ve onu hiç tanımayan, ismi cismi, hayatta olup olmadığı bile bilinmeyen bir babanın oğlu olan Friedrich Thormann, çocukluğunu ve gençliğini büyük oranda sokaklarda ya da yetimhanelerde geçiren, daha birkaç yıl öncesine kadar Berlin’deki tren istasyonlarında ondan bundan para dilenen, şöyle ya da böyle ayakta kalabilmek için kapısı kırık müştemilatlarda yatıp kalkan Fritze Thormann. Ama şimdi artık toplumun bir parçası, Olimpiyat’ın göbeğinde, yani Olimpiyat Köyü’nün tam merkezindeydi; Gençlik Şeref Hizmeti’nin üniformasını gururla taşıyordu: dize kadar beyaz çoraplar, beyaz şort, beyaz ceket, kafada beyaz bir gemi, göğüs cebinin üstünde ise Olimpiyat halkaları.

Aslında yalnız en iyiler seçilmişti. Üyesi olduğu Hitler Gençliği grubunun en sportmen genci olmasının muhakkak bunda etkisi olmuştu ama dil bilmesinin rolü daha büyüktü; liseye yazılabilmek için Fransızcayı Charly ile, İngilizceyi ise Gereon’la çalışmıştı. Onlara müteşekkirdi bu açıdan ama daha ziyade Führer’e şükran duyuyordu. Fritze Thormann gibi birisi bu ülkede ta buralara gelebilmişti ya. Sokak çocukluğundan Gençlik Şeref Hizmeti’ne.

Büyük tatilin başlangıcından beri buradaydılar, ilk takımlar da hemen sonra gelmişti. Ancak daha önceki akşamdan beri, yani Amerikalıları getiren silahlı kuvvetlere ait gri otobüsler geldikten sonra Olimpiyat Köyü adına layık olmaya başlamıştı. Şeref Hizmeti’nde son günlerde başka bir şey konuşulmaz olmuştu. Yankiler –Jesse Owens, Glenn Hardin, Earle Meadows ya da Eleanor Holm gibi yıldızlar– olmadan Olimpiyat oyunlarına Olimpiyat oyunları denemezdi, bunda herkes hemfikirdi. Aslında bir süre Amerikalılar hiç gelmeyecek şeklinde söylentiler dolaşmıştı ortada. Daha bir yıl önce gazetelerde, Amerikalılar Yahudilerin Amerikan gazetelerindeki iğrenç propagandaları yüzünden Berlin’deki oyunları boykot edebilir diye haberler çıkmıştı. Führer en nihayet Amerikalı ilgilileri, Almanya’nın diğer öbür ülkeler gibi normal bir ülke olduğuna, hiç de yalancı yabancı basının göstermek istediği gibi bir canavar olmadığına inandırmıştı.

Fritze gözlerini etrafta gezdirdi. Önceki akşam Jesse Owens’in girdiği ev tamamıyla sessizliğe bürünmüştü. Kimsecikler görünmüyordu. Owens muhtemelen de huzursuzdu, yoksa diğerleriyle yemekhanede olurdu. Diğer atletler de Fritzelere rahat vermiyor, her dakika birisi bir şey istiyordu. Fritze o gün kimseye haber vermeden biraz uzaklaşmıştı ama şimdi asker kaçağı gibi hissediyordu kendisini. Kazınan midesi, Owens’ten alacağı imza için ödemeye hazır olduğu bedeldi.

Sarkık çatılı tek katlı evin etrafını dolaştı. Terasta kimse oturmuyordu, ahşap şezlonglar boştu. Bir tanesine bir mavi havlu serilmişti. Fritze teras kapısına gelip ani bir kararlılıkla camı tıklattı. Daha parmağının ilk temasıyla kapı içeri doğru hareket etti. Fritze önce bir irkildi, sonra kafasını kapının aralığından uzatıp içeriye baktı. Oda çok büyüktü, içeride kimse yoktu. Duvarda bir Bautzen manzara resmi asılıydı, yerel kıyafetler içerisindeki kadınların resmedildiği çerçeveli tablonun üstünde Protestan Slav Kadınları Kiliseye Giderken yazıyordu. Yatak odaları hemen salonun arkasındaydı, sokak kapısına kadar uzanan holün iki tarafına sıralanmışlardı. Atletlerin odalarının hepsi tek tipti. Fritze içeriye bir adım attı. Gerçekten bir cesaret önüne çıkan ilk yatak odasının kapısını tıklatsa mıydı? Yok, daha şimdiden kendisini mütecaviz gibi hissetmişti, vakit kaybetmeden geri dönmeliydi. Tam teras kapısından tekrar dışarı çıkmak üzereydi ki, gür bir sesle donup kaldı.

“What the heck are you doing here, boy?”

Fritze yakalandığını hissetti. Ondan bir şey istenmediği sürece atletlerin konakladığı mekânlarda işinin olmaması gerekiyordu. O an ne görevliydi, ne de onu çağıran olmuştu. Salonun kapısında, Fritze’nin hayatında gördüğü bütün zencilerden daha da kara birisi duruyordu. Adamın üstünde Amerikalı Olimpiyatçılara özgü, göğsünde boydan boya kırmızı beyaz ABD yazılı mavi eşofman vardı. Mütecavize kuşkulu gözlerle bakıyordu.

Fritze, Gençlik Şeref Hizmeti’nde, Hitler Gençliği’nde öğrendiği şekilde hazır ola geçti.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Islak Balık ~ Volker KutscherIslak Balık

    Islak Balık

    Volker Kutscher

    Almanya’da Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Weimar Cumhuriyeti’nin kırılgan demokrasisi çöküyor, Nazilerin iktidarı yaklaşıyor… Volker Kutscher, bu dönemin atmosferini, polisiye edebiyatın dünyası içinden anlatıyor....

  2. Mart Şehitleri ~ Volker KutscherMart Şehitleri

    Mart Şehitleri

    Volker Kutscher

    Mart Şehitleri şüphe götürmeyen belgesel öğeler ile ince ince örülmüş bir kurmacayı, siyasi olayların karanlığı ile gündelik hayatın parıltılı anlarını aynı yörünge üzerinde hareket...

  3. Vaterland Dosyası ~ Volker KutscherVaterland Dosyası

    Vaterland Dosyası

    Volker Kutscher

    Berlin’in gözde alışveriş merkezi Vaterland’da işlenen bir cinayeti kovuşturan Komiser Rath’ın yolu Doğu Almanya taşrasına uzanıyor. Naziler’in iktidarı ele geçirmesinin arifesinde, aydınlatılacak cinayetin üzerine...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Yalancı Tanık ~ Karin SlaughterYalancı Tanık

    Yalancı Tanık

    Karin Slaughter

    SIRADAN BİR HAYAT… Leigh Coulton, dışarıdan normal görünen bir hayat kurmak için çok çalıştı. İyi bir savunma avukatı oldu, boşanma sürecini medeni bir şekilde...

  2. İklimler ~ Andre Mauroisİklimler

    İklimler

    Andre Maurois

    Sahaflarda buldum bu romanın eski bir baskısını. Varlık Yayınları’ndan çıkmıştı. 1967 yılında, Tahsin Yücel çevirisiyle. Sayfalarını karıştırırken bir ithafla karşılaştım, şöyle diyordu: “Sevgilim, bu...

  3. Mutluluğa Dair Bir Düşünce ~ Luis SepúlvedaMutluluğa Dair Bir Düşünce

    Mutluluğa Dair Bir Düşünce

    Luis Sepúlveda

    Hız hastalığına tutulmuş günümüz dünyasında mutluluk hâlâ olası mı? Yaşam alanlarımızın tüm katmanlarına nüfuz etmiş, hayata yönelik duru bir bakışa izin vermeyen, yaşam kalitemizi...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur