Sıtma ve veremin pençesindeki Lawrence, ölmeden yayımladığı son uzun öyküsü Ölen Adam’da yaşama arzusunu, Etrüsk mezarlarını ziyaret ettiğinden beri aklında olan ölüm, diriliş ve ölümsüzlük konularıyla birleştirir. İsa’nın dirilişinin anlatıldığı hikâyelerden yola çıkan öyküde, uzun uykusundan acılar içinde uyanan adam, yaşamın tadına varamadan öldüğünü fark eder. Görevini tamamlamış, sıradan biridir artık. Ölümlü dünyayı bu kez azımsamayacak, bedeni ve arzularının peşinden gidecektir.
Birinci bölüm
Kudüs yakınlarında oturan bir köylü vardı, ufak tefek, sümsük sümsük duran yavru bir dövüş horozu satın almıştı, ama ilkyaz ilerledikçe gösterişli gösterişli tüylenen horoz, incir dallarının ucunda yapraklar belirdiği zaman turuncu renkli kemer boynuyla ışıl ışıl yanıyordu. Yoksuldu bu köylü, bir kerpiç damda otururdu; bütün toprağı, kart bir incir ağacının boy gösterdiği, daracık, pis bir iç avlusuydu. Efendisinin bağları, zeytinlikleri, buğday tarlaları içinde Tanrı’nın günü çalışır, sonra patikanın kıyısında duran kerpiç damına, uyumaya gelirdi. Ama yavru horozuyla kıvanıyordu. Kapalı avlunun içinde, küçücük yumurtalar yumurtlayan, zaten seyrek olan tüylerini döküp duran, boylarından umulmayacak kadar ortalığa ters yığan üç uyuz tavuk vardı. Bir köşede, samanla örtülü bir sundurmanın altında, çoğu zaman köylünün yanında tarlaya giden, ara sıra da evde kalan uyuşuk bir de eşek dururdu. Köylünün bir karısı da vardı, kara kaşlı kara gözlü, pek de çalışkan olmayan tazece bir kadın… Tavuklara tane serper, sofradan artan yulaf lapasını döker, eşek için de orağıyla yeşil otlar biçerdi. Yavru horoz bayağı alımlı bir şey oldu. Talihi yüzüne gülmüş, üç kıtıpiyos tavuklu o küçücük pis avluda, züppe horozun biri kesilmişti. Duvarların ötesinde, hiç mi hiç bilmediği bir dünyada öten başka horozların sesine, boynunu uzatıp süzerek acı, tiz karşılıklar vermesini öğrendi. Ama ötüşünde ateşli bir özellik vardı; öteki horozların uzaktan gelen sesleri onu umulmadık taşkınlıklara, patlaklara kışkırtıyordu. Köylü, yatağından kalkıp entarisini giyerken, “Nasıl da ötüyor,” derdi. “O yirmi tavuğun hakkından gelir,” derdi karısı. Köylü damından çıkar, genç horozuna övünçle bakardı. Lime lime olmuş o üç tavuğun –artık son noktasına varana değin– ıcığını bellemiş olan arsız, yalım yalım yanan bir kuştu bu. Ama horozcuk, bilinmeyen bir acunda, görünmeyen, uzakta kalmış horozların meydan okuyuşlarını dinleyerek başını bir yana eğerdi. Tutsak tutuldukları yerden kendisine esrarlı esrarlı seslenen cisimsiz ötüşleri. O ise, hiç yıldırılamayacak, çın çın öten bir meydan okuyuşla karşılığını verirdi bunların. Köylünün karısı, “Çok sürmez, kaçar bu muhakkak,” diyordu. Bu yüzden, onu yemle kandırdılar, kanatlarının, ayaklarının bütün gücüyle direndiği halde yakaladılar, bacağı na bir ip bağlayarak mahmuzlarının üstünden düğümlediler; ipin öbür ucunu da eşeğin ahırının saman çatısını tutan merteğe bağladılar. Serbest kalan genç horoz, haksızlığa kızgın uzun, cakalı adımlarla kişioğullarından uzaklaştı, ipini sonuna dek gerdi, bağlı ayağını bütün gücüyle çekti, takıldı, bir an yere kapaklandı, kirli toprak tabanın üzerinde, uyuz tavukları yılgı içinde bırakarak, çılgıncasına debelendi, sonra da gönül bulandırıcı bir yalpalama ile ayağa kalkabildi, düşünceye durdu. Köylü ile köylünün karısı yürekten güldüler, genç horoz onların bu gülmesini işitti. Ayağından bağlı olduğunu, gamlı, uğursuzluğu sezen bir bilgiyle bildi. Artık ne caka satıyor ne de tüylerini kabartıyor, parlatıyordu. İpinin sınırlandığı yer içinde kasvetli kasvetli yürüyordu. Gene de yemlerin en iyisini gövdeye indiriyor, gene de ara sıra yemin pek güzel bir parçasını, o sırada gözdesi olan tavuk için ayırıyordu. Gene de, yöresine kayıtsızca sokularak o görünmez büyüyü salan dişilerinden birinin üzerine titreyen, ürpertiler içinde bir ateşlilikle sıçrıyordu. Gene de, gün ışırken tutsak tutuldukları yerden boşanan horoz ötüşlerine meydan okurcasına karşılık veriyordu. Ama şimdi, yemini yutuşunda yavuz bir açgözlülük, uyuz tavukların üzerine atılışında sıkıntılı bir zafer sevinci vardı. Her şeyin üstünde, sesi, çınlayıcılığının altın parlaklığını yitirmişti. Ayağından bağlıydı, bağlı olduğunu da biliyordu. Bedenini, ruhunu, canını bağlıyordu o ip. Bununla birlikte, alttan alta, içindeki dirim yavuzcasına kesintisizdi. Kesilmesi, kopması gereken şey, ipti. Böylece, bir sabah, tanyeri ağarmadan önce ani bir güç dalgasıyla uykularından sıyrılarak kanatlarını açtı, ileriye atıldı, ip kopuverdi. Garip, yabanıl bir sesle acı acı haykırdı, bir sıçrayışta kendini duvarın üzerinde buldu, oracıkta tiz, kulak paralayıcı bir sesle öttü. Ses, öyle tizdi ki köylüyü uyandırdı. Aynı saatlerde, tanyerinin ağarmasından önceki aynı dakikalarda aynı sabah, bir adam, kendisini bağlı tutan uzun bir uykudan uyandı. Kayaların içine oyulmuş bir mağarada, uyuşmuş, üşümüş olarak uyandı. Bütün o uzun uyku boyunca vücudu sızılarla doluydu, şimdi de hâlâ sızılar içindeydi. Gözlerini açmadı. Bununla birlikte uyanmış, uyuşmuş, üşümüş, kaskatı, sızı içinde, sımsıkı bağlı olduğunu biliyordu. Yüzü soğuk sargılarla sarılmıştı, bacakları sargılarla bağlanmıştı. Yalnız elleri özgürdü. İstese kıpırdanabilirdi: Biliyordu bunu. Ama kıpırdanmak istemiyordu canı. Ölülerin arasından kalkıp dönmeyi kim ister ki? Kımıldamanın önsezisinde bile, içinde, derinden derine bir gönül bulantısı kıpırdıyordu. İçinde zaten başlamış olan garip, ölçüye vurulmaz harekete, bilinçliliğe yeniden dönüş hareketine içerliyordu şimdiden. Öyle olmasını istememişti. Ötelerde, belleğin bile taşlar gibi ölü yattığı yerde kalmak istemişti. Şimdi ama, geri gelen bir mektup gibi, bir şeyler geri gelmişti ona; bu geri gelişle birlikte ansızın, elleri kımıldadı. Havaya kalktı elleri; soğuk, ağır, acılı… Gene de bu eller yüzünden örtüyü çekmek, omuz sargılarını açmak üzere kalkmıştı. Sonra soğuk, ağır, uyuşmuş, buncacık hareketten bile bitkin, daha çok kımıldamaya isteksizlikleri anlatılamayacak kadar büyük eller, düştü gene. Yüzü açılmış, omuzları özgürdü; gene daldı; ölü olmanın soğuk hiçliğinde bir destek bularak, ölü, yattı. En çok istediği şey, öyle olmaktı. Bu işi başarmıştı da hemen hemen: Ötede olmanın tamamıyla soğuk hiçliğini, bütünüyle elde etmişti. Bununla birlikte, neredeyse kendini artık tamamıyla yitireceği anda, ansızın, bileklerde duyulan bir ağrı ile itelenen elleri yeniden havaya kalktı, dizlerindeki sargıları itmeye başladı, göğsü buz gibi, ölücesine kıpırtısız dururken bile ayakları oynadı. Sonunda da gözleri açıldı. Karanlığa. Aynı karanlığa. Ama gene de, belki, altüst edici ışığın, katkısız karanlığı yırtıp açan, bir soluk ışını vardı ortalıkta. Başını kaldıramıyordu. Gözleri yumuldu. Her şey bir daha sona erdi. Sonra birden, bir dirseği üzerinde doğruldu, ulu dünya çevresinde dönendi. Sargılar sıyrıldı düştü. Daracık kaya duvarlar, üzerine doğru geldi, tutsaklığın yepyeni acısını duyurdular. Işık yarıkları vardı ortalıkta. Kasılmadan doğan bir güç dalgasıyla, o daracık kuyunun içinde ileriye doğru uzandı, ışık yarıklarının yanındaki kayaya zayıf ellerini dayadı. Bir yerlerden, kasılmanın içinden, güç buluyordu; bir ışık çatırtısı, bir ışık dalgası vardı ortalıkta; ölü adam ininde pısmış, ışığın hayvansal saldırışını karşılıyordu. Oysa gün ancak yeni yeni ağarıyordu. Tan ağarışının keskin soluğunun, garip, delici sertliği üzerine doğru geliyordu. Bütün bütün uyanmak demekti bu. Ağır ağır, ağır ağır, emekleyerek, kötü bir yara almışların sakınırlığıyla, kaya hücresinden çıktı. Sargılar, keten bezler, kokular sıyrıldı üzerinden; unutmaya yeniden ermek için sırtını kaya duvarına dayayarak yere çöktü. Ama, anlatılmaz acılar içinde, yaralı ayaklarının yeniden toprağa –artık bir daha değinmeyeceklerini bellemiş oldukları toprağa– değdiklerini görüyor, ölmüş olan ince bacaklarını görüyordu; içini bilinmez, tanınamaz bir acı –salt bedene bağlı bir umut kırıklığı gibi bir acı– öylesine doldurdu ki, etleri yırtılmış elini mezarın kenarına dayayarak doğruldu. Geri gelmek: Bunca şeyden sonra gene geri gelmek. Ölü ayaklarının dolaylarına dökülmüş keten sargı bezlerini gördü, eğilerek onları topladı, katladı, içinden çıkmış olduğu kaya oyuğuna bıraktı. Ondan sonra, kokulu keten kefeni alarak ona sarındı, ayazlı gündoğusunun solgunluğuna doğru döndü. Yalnızdı; ölmüş olduğu için de yalnızlığın bile ötesindeydi. Adam anlatılamayacak bir umut kırıklığının gönül bulantısıyla içi hâlâ dolu, ürkek ayaklarıyla kayalık yamaçtan aşağı inmeye başladı, yaban defnelerinin altında yünlü harmaniyelerine sarınmış uyuyan askerlerin yanından geçti. Yalın, yaralı ayaklarıyla ses çıkarmadan yürüyen, ak ketenden bir kefene sarınmış olan adam, askerlerin kıpırtısız, yığını andıran vücutlarına bir an baktı, iğrençtiler, ağır bir miskinlik içindeydiler; gene de bir çeşit acıma duydu onlara. Uyanmalarından korkarak yola doğru yürüdü. Gidecek yeri olmadığından, tepelerine kurulmuş duran şehirden yana bakmadı, yüzünü çevirdi. Şehirden uzaklaşarak ağır ağır yoldan yürüdü, altında, gündoğusunun ayazında erguvan rengi gelinciklerin başlarını sarkıttıkları, koyu yeşil otların sık demetlerce yetiştikleri zeytinlikleri geçti. Dünya, her zamankinin aynı; yeşilliğe boğulan doğa dünyası, bir çaycığın kıyısındaki çalılıkların içinden sevinçli, istekli, ayartıcı sesiyle, bu dünyada –sabahlardan, akşamlardan örülü bu doğal, bu hiçbir zaman ölmeyen dünyada, kendinin ölmüş olduğu bu dünyada– öten bir bülbül… Yaralı ayaklarına basa basa, ne bu dünyanın ne de ötekinin insanı olarak yoluna devam etti. Ne buradaydı ne de ötedeydi, gözü görmüyordu ama daha kör olmamıştı; şehirle şehrin kenar mahallelerinden bir düş içindeymişçesine uzaklaşarak yürüyordu, yürüyüp gitmesinin nedenini şaşkınlıkla düşünüyor, gene de içinden onu, bir umut kırıklığının bulanık, derin gönül bulantısı, farkına bile varmamış olduğu bir karar, güdüyordu. Zeytinliğin kupkuru taş duvarının dibinde bir yarı bilinçli hal içinde ilerlerken, hemen yakınlarında bir horozun, tiz, çılgın ötüşüyle irkildi; elektrik değmiş gibi kendisini ürperten bir sesti bu. Yola doğru uzanan bir dala tünemiş karalı turunculu bir horoz, ondan sonra da, yukarı setteki zeytin ağaçlarının arasından koşan, boz yünlüden bir gömlek giymiş bir köylü gördü. Kırmızı ibiği, parıltılar içinde, gürül gürül kuyruk tüyleriyle karalı turunculu horoz, yeşilliğin içinden fışkırıvermişti. “Efendi, ne olur, yakala şunu!” diye haykırdı köylü. “Kaçan horozum bu!” Bu sözlerin söylendiği adam, dudaklarında bir gülümseyiş yanıp sönerek, sıçrayan kuşun önünde kefeninin geniş ak kanatlarını açtı. Horoz, acı bir gıdaklama, bir kanat çırpışıyla kendini arkaya attı, köylü ileriye atıldı, korkunç
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıÖlen Adam
- Sayfa Sayısı80
- YazarD.H. Lawrence
- ISBN9789750741005
- Boyutlar, Kapak14 x 20 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hayata Başlarken ~ Memduh Şevket Esendal
Hayata Başlarken
Memduh Şevket Esendal
Hayata Başlarken’de yazarın çekmecesinde kalmış ve ancak 1983’ten sonra kitaplarına alınmış öyküleri okuyacaksınız. Bu tarihsiz öyküler bir araya getirilirken yazım ve anlatım biçimleri dikkate...
- Kendini Arayan Çocuk ~ Hamdullah Köseoğlu
Kendini Arayan Çocuk
Hamdullah Köseoğlu
Hayal mi, Gerçek mi? Hayal kurmadan yaşanır mı hiç? “Hayallerinizi kovmayın; çünkü onlar gittiler mi siz kalırsınız belki, fakat artık yaşamıyorsunuz demektir.” demiş Mark...
- Şaka Gibi ~ Güldem Şahan
Şaka Gibi
Güldem Şahan
Şans; sevgi dolu, zeki ve aile dostu olarak bilinen Golden cinsi bir köpektir. Havuza düşen küçük kızı kurtarmak, eve giren hırsızı yakalamak, ay ışığında...