Kimseyi istemiyorsun yanında, ama durup durup da yalnızlıktan şikâyet edesin geliyor. Bir şeyden şikâyet edebilmek için bile insan lazım. Öyle hileli bir şey bu.
Okumuşlar, okuyamamışlar, fakirliğin batağındaki yaşamlar; ev içi kavgalar, terk edenler, terk edilenler; heba olan masum hayatlar. Ya da hayatını zindana çeviren sevgiliyi unutayım derken bir yabancının düğününde başkalığı tadanlar. Büyümek, geçinmek için bin dereden su getirenler. Top peşinde koşanlar, kızının çeyizini örenler… Bir otostopla geçmişe, lise yıllarına dönenler ve tesadüfle altüst olan hayaller. Çay bahçeleri, düğün salonları, daracık ev içleri, camlarında yankılanan şarkılar ve feryatlar. Bandırma, Erdek, Susurluk, Samsun ve sokaklar, sokaklar…
Mahir Ünsal Eriş, ikinci öykü kitabı Olduğu Kadar Güzeldik’le kuşağının en özgün, en sevilen yazarları arasına adını yazdırmış, küçük insanların büyük duygularını anlatışıyla, samimiyeti ve sonsuz duyarlılığıyla geniş bir hayran kitlesi yaratmıştı. Olduğu Kadar Güzeldik ince ince işlediği onca hüzne, umutsuzluğa ve acıya karşın yaşam sevgisiyle dolu, edebiyatımızın unutulmayacak kitaplarından.
İÇİNDEKİLER
sen o zaman parasız yatılıdaydın …………………………………. 13
benim adım Feridun………………………………………………….. 23
işe çıkılacak gün ……………………………………………………….. 43
kanatlarımız olsa be Metin …………………………………………. 61
malibu…………………………………………………………………….. 73
dayımın avrupa’ya kaçırılışı ………………………………………… 89
zehir miktarda………………………………………………………… 103
stoper……………………………………………………………………. 115
sen o zaman parasız yatılıdaydın
Sen o zaman parasız yatılıdaydın. Anlatmadık bunları sana. Annem istemedi. “Aklı bizde kalmasın, dersine çalışsın yavrum, okusun da kurtarsın kendini,” dedi. Sana haftada iki-üç kez yazdığım mektuplara koyamadım bunları, diyebilemedim. Doğum haberini verdiğinden beri düşünüyordum ama, anlatayım istiyordum. Bugüne kısmetmiş. Annemin de babamın da inancı tamdı sana, biliyorsun. Benden pek ümitleri yoktu.
Oğlan çocuğu yerine sayıyorlardı beni. Okumaz bu, diyorlardı. İte kaka liseyi bitirir, sonra Susurluk’un içinden, olmadı Bandırma’dan, Karacabey’den bulur birini evlendiririz diye düşünürlerdi. Zaten dedeme kalsa, kız çocuğun okuması da neymiş. Kız evlat dediğin, memeleri dolunca oturur kocasının dizinin dibinde, kocasının ağzının içine bakar. Çocuğunu büyütür, salçasını, tarhanasını, turşusunu kurar biraz da örgü, dikiş geldi mi elinden, daha ne? Ah, canım dedem! Dedem ne çok severdi beni, ne çok. Babam da seni. Onca borcun içine seni okutabilmek için girdi biraz da. Şimdi üstünden bunca vakit geçti diye bu kadar rahat diyorum bunu, alınma.
Albayın Nihat sokmuştu onu bu ortaklık işine. Babam ki şunca yılın ırgat çocuğu, ne anlasın fabrikadan, muhasebeden, stopajdan, sacdan, Allahını seversen. Fakirin umudu kazancından çok, borcundan az işte, ne yaparsın. Balıkesir yolundaki sac fabrikasına sermaye koyacaklar, civarın peynircilerine, yağcılarına teneke ambalaj satacaklar, bir yılda borcu temizlediler mi, iki, çok çok üç yılda feraha çıkacaklardı. Senesi gelmeden, Nihat çekti parasını işten. “Ben,” dedi babama, “Şofben parçası işine giriyorum. Senin Allah yolunu açık etsin.” Senesi geçince de muhasebecisi, maliyecisi, ustabaşısı çekiştirmeye başladılar emanet kravatından babamı. Hani lisede bir Mesut Hoca vardı, yakışıklı, küfürbaz edebiyatçı; o vermişti. “Patron adamsın sen artık. İşçi milleti yavşaktır, jilet gibi olmazsan hürmet görmezsin,” demiş hatta. Sen yoktun, anlatmıyorduk bunları sana, moralin bozulmasın, derslerin kötülemesin diye.
Tebligatlar, tebligatları kovaladı. En sonunda devletin kiremit rengi kamyoneti yanaştı kapının önüne, neyimiz var neyimiz yok yükledi, götürdü. Annem, şaşkınlıktan yazık, banyonun açık yeşil paspasını kucaklamış, ağlıyor da ağlıyordu. Babam yoktu ortalarda, kayboluverdi. Bir müddet de görünmedi zaten. Hatırlarsın, Keşan’a gitti demiştik sana da. Yok efendim, orda bir arsa varmış da, asker arkadaşı illa tutturmuş da, “Gel, bir gör, beğenmezsen almazsın,” demiş de, bir sürü senaryo. İki buçuk ay, birkaç parça üst baş, bir düdüklü tencere, annemin çeyiz sandığı, bir de banyonun yeşil paspasıyla alt katta, kuru kuruya yaşadık dedemlerde. Babamı hiç sevmezdim ben. Mıymıntılığı, ellerinin kabalığı, haki yeşil emanet kravatı ve seni benden daha çok sevişi çileden çıkarırdı beni. Yine de merak ediyordum. Öyle, başına bir şey gelmiştir, alacaklılarının eline düşmüştür, bir yerlerde kendi canına kıymıştır diye değil, sen işkillenip kalkar geliverirsin diye, annem daha çok ağlayacak, dedem daha çok sövecek diye, üst katı bomboş görünce üzüntüden okuyamazsın diye.
Dedem de sevmezdi babamı. Dedem, bir beni severdi, bir de çarpık bacaklı Skoda kamyonetini. Beni yanına atar, Biga’nın, Çanakkale’nin, Ezine’nin, Bayramiç’ in, Çan’ın panayırlarına, yağlı güreşlerine, hayvan pazarlarına götürürdü. Küçücük canımla, arkadaşıymış gibi yanında dolaştırırdı beni, kocaman insanmışım gibi konuşur, anlatırdı. Çiçekli tokalar, ağzı gözü mürekkep lekesi gibi dağılmış bez bebekler, şekerli simitler alır, çoğunluğu çiftçi, celep olan arkadaşlarıyla çay boylarında, çınar altlarına kurulmuş gündüz sofralarında, azıcık ağzımın ucuyla rakılar içirirdi bana.
Panayırlarda Kent’e, Malbora’ya halka attırır, brandadan kuyruğuyla yarı beline kadar büyükçe bir akvaryumun içinde oturan Çingene denizkızını seyrettirir, tükürük köfteleri yedirirdi. Susurluk’ta da ayırmazdı beni yanından, basbayağı arkadaşı sanırdı. Bir tek cumaya gittiğinde, ben Deli Sabri’yle caminin avlusundaki kahvede oturur, onu beklerdim. Gitmeden bana ve Sabri’ye oralet söyler, “Uslu uslu oturun Sabri Abinle, e mi kızım?” derdi. Sabri konuşmaz, konuştuğunda ne dediği anlaşılmaz, kendi dilince şarkılar söylerdi. Birdenbire oraletime tükürür, sonra neşeyle, bu hareketini alkışlardı. Ben zaten soğusun diye elimi sürmediğim oraletten bir yudum alamadan öylece beklerdim dedemi. Korkmazdım yine de Sabri’den. Saçlarımı okşadığında, durup dururken havayı yumrukladığında, ayakkabısını araba yapıp masanın üstünde gezdirdiğinde, yoldan geçen koca koca köpeklere sarıldığında bile. Cumadan sonra ayran içmeye götürürdü beni dedem, Balıkesir yoluna. Ne çok isterdim halbuki onunla camiye gitmeyi. Anneannem bütün duaları belletmişti bana. Senesine hatim bile indirecektim. “Kızlar gitmez cumaya,” derdi dedem. “Seneye Kuran kursuna gidersin.” O sene bayram namazına götürmüştü ama beni, kurbanda. “Keşke, kızlar da gitseymiş cumaya,” demiştim. “Belki o zaman, bu kadar kötü kokmazdı halılar.” Gülmüştü dedem. Hatırlarsın, “yavrumun yavrusu” derdi bana; “karabiberim, bademşekerim” diye severdi. Dedim ya, iki buçuk ay sonra göründü babam. Öldü mü kaldı mı bir tek haber almamıştık ki çıktı geldi.
Sakalları uzamıştı. Fabrikaya giderken giydiği gri takımın dirsekleri, dizleri parlamış, havalandırıp havalandırıp yeniden giyilen gömleğinin ensesi kayış gibi olmuştu. Gözleri nasıl çöküktü bir görsen. Çok zamandır bir sofraya oturmamış, bir evde, temiz çamaşırlar, temiz çarşaflarla uyumamış insan yabanlığıyla bitti kapımızda. Dedem istemedi önce, geri çevirdi kapıdan. “Uçan kuşa borcun var, borcunu bitir, adam ol, ailene sahip çık öyle gel!” dedi. Döndü gerisingeri, gitti babam. Birkaç gün orada burada kaldı, Susurluk’ta herhalde, eşi dostu çoktu. Dedem küfürbazdı, cimriydi, anneannemi döverdi ama insanlıklı adamdı. “Gelsin,” dedi, bir hafta sonra. Göründü babam.
Dedemin, anneannemin elini öptü, sakalını tıraşladı, dedemin Ecevit gömleklerinden birini geçirdi sırtına, içgüveysi oldu evimize. Dedemle tarlaya, mısıra gitti bir müddet. Borcu mısır toplayarak bitecek gibi değildi. Olmayınca, bir de çok, bin de. Ah o batan balık, ne meraklıdır ya yan gitmeye, biliyorsun. Akşamları tarladan sonra Allahsız Ercan ve Patkan İbram’la çay boyunda kuru soğanla şarap içmeye başlamışlar. Bir de sarhoşluğu çıktı başımıza. Dedem bir dayandı, iki dayandı, en sonunda, “Senin ananı bellerim, itin eniği,” deyip dehleyiverdi evden. Her gün birileri geliyordu babamı sormaya. “Kapımıza dayanmayan esnaf bırakmadı eşeğin oğlu eşek,” diyordu dedem durup durup. Annemin yüzü ağlamaktan eleğe dönmüştü. Dedem, dayanamadı. Lafın sözün bini bir para. Tuttu, üst katı sattı, yarıladı borcunu babamın. Zaten boş duruyordu hacizden beri. Sırf bizim hatrımıza.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıOlduğu Kadar Güzeldik
- Sayfa Sayısı136
- YazarMahir Ünsal Eriş
- ISBN9789750761973
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Atam Oğuz ~ Ramazan Ateş
Atam Oğuz
Ramazan Ateş
Türklerin Atası olarak kabul edilen Oğuz Kağan kimdir? Bu soruya onlarca yanıt verebiliriz. Geçmiş zamanlardan beri Oğuz Kağan hakkında birçok araştırma yapılmış, birçok tez ortaya konulmuştur. Bu araştırmalardan yola çıkarak, Oğuz Kağan’ın Zülkarneyn, Makedonların efsanevi kralı Büyük İskender, Saka Hükümdarı Alp Er Tunga, Hun İmparatoru Mete Han, 2.Göktürk Devleti’nin kurucusu Bilge Kağan, olduğu iddia edilegelmiştir. Bu kişilerin her biri içinde güçlü kanıtlar sıralanmıştır.
- Bazı Günlerin Sonu ~ Murat Çelik
Bazı Günlerin Sonu
Murat Çelik
Murat Çelik, şiir ve öykülerinin ardından bu kez usta işi diyaloglarla kurduğu; anlatıcılarıyla, zaman sıçrayışlarıyla adeta bir labirent inşa ettiği ilk romanı Bazı Günlerin...
- Emanet ~ Bige Güven Kızılay
Emanet
Bige Güven Kızılay
“Hani bir kadim atasözü vardır, ‘Her yaşlı adam öldüğünde, bir kütüphane toprağa gömülür’. Sana bırakmaktan en onur duyduğum şey kütüphanemdir. Ama ya hayat hikâyemizi...