Okumak eylemi var olmasaydı uygarlık mümkün olur muydu? Yaygın okuma becerisinin yokluğunda toplumsal kurumlar hayal edilebilir miydi? Okumanın ilham verici, harekete geçirici, aydınlatıcı, bilgi verici gücünün toplumlara ve bireylere etkileri nelerdir? Okumak farklı zamanlarda ve farklı mekânlarda hangi anlamlara gelmiştir? Giderek dijitalleşen bir çağda okumanın rolü nedir?
Okumanın ne olduğunu bildiğimizi düşünsek de aslında bu eylem, birçok yönden epey gizemli bir süreçler dizisi olmaya devam etmektedir. Okumanın sunduğu fırsatlar, bir taraftan siyasi amaçlar için desteklenmesine yol açarken, diğer taraftansa bazı iktidar odakları tarafından yıkıcı fikirlerle ilişkilendirilmiş; bu da tarih boyunca birçok yönden sansüre ve şiddete olanak tanımıştır. Okumanın önüne engeller getirmek isteyen odaklar insanların eğitimsiz bırakılması, yayıncılığın baskı altına alınması, kütüphanelerin ve eserlerin yok edilmesi, hatta yazarların ve yayıncıların öldürülmesi gibi yollara başvurmuşlardır. Yazar Belinda Jack, tüm bu bastırma girişimlerine karşın okumanın, yazar ile okur arasında işbirliğine dayalı bir eylem olduğunu ve asla tamamen kontrol edilemeyeceğini son derece sürükleyici bir dille göstermektedir.
1.BÖLÜM
Okumak Nedir?
Okumak Derken Neyi Kastederiz?
Pek çoğumuz okumayı olağan sayarız. Ancak örneğin bir başkasına okuma öğretmeye kalkıştığımızda, okumanın ne kadar tuhaf ve karmaşık bir süreç ya da süreçler dizisi olduğunun farkına varabiliriz. Okumanın nörolojisi ya da nöropsikolojisi, henüz nispeten emekleme aşamasındaki araştırma alanlarıdır. Bu da şaşırtıcı değildir. Okumak, üzerimizde sayısız etki bırakabilir. Korkutucu, ruhani, duygusal, erotik, teşvik edici, eğlenceli, bilgilendirici, aydınlatıcı ya da bunlara benzer daha birçok farklı etki sıralanabilir. Üstelik bu tanımların her biri daha da fazla yoruma açıktır. Bir kişinin erotik algısı, başkasınınkiyle her zaman örtüşmeyebilir. Seksolog Thomas Laqueur, bireysel okuma eyleminin kendisinin, okunan şeyden bağımsız olarak mastürbasyonu mümkün kıldığını öne sürecek kadar ileri gitmiştir. Laqueur ayrıca, hayal gücünün uyarıcılığının içe dönüşü ve toplumsal kısıtlamaların zincirini kırma hissini de teşvik ettiğini savunur.
Nerede ve kiminle okuduğumuz da okuduğumuzu nasıl anladığımızı ve ona nasıl tepki verdiğimizi etkileyecektir. Çok uzun bir dönem boyunca, çoğu insana kitap okunmuştur; çocukken yazılı sözcüklerle ilk kez bu şekilde tanışmış olabiliriz. Bize bir şey okunurken biz de aynı anda okuyabilir, bir yandan okunanı dinlerken diğer yandan metni takip edebiliriz. Dini ortamlardaki okumaların büyük kısmı böyledir. Okulda ve üniversitede, işte, evde, yemek yerken, seyahat ederken, bahçede, parklarda, bir randevu saatini beklerken, sahilde, kütüphanelerde ve benzeri yerlerde okuruz. Tek başımıza ya da daha sosyal mekânlarda okuruz. Okuduklarımızı gizlemeyi -ya da ilgi alanlarımızı belli etmek, siyasi veya toplumsal cinsiyet bağlamında aidiyetlerimizi, eğitim düzeyimizi, kültürel farkındalığımızı ve bunun gibi şeyleri ilan etmek için okuduklarımızla böbürlenmeyiyeğleyebiliriz. Okunan metin, güçlü bir sembol işlevi görebilir. Maddeselliği de içeriği kadar önemli olabilir. Semitik dinlerde -Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyettekitap bir ululama ya da fetişizm nesnesi anlamına gelebilir. Pek çok dini ritüelde kitap havaya kaldırılır, törenlerde taşınır, öpülür vb… Öte yandan, kitabın fiziksel varlığı, bize okuma hakkında nispeten pek az şey söyler. Mao’nun Küçük Kırmızı Kitap’ının, 1961 yılındaki ilk baskısı ile 1969’da Kültür Devrimi’nin zirve yaptığı dönem arasında, 740 milyon adet basıldığı sanılmaktadır. Bu kitabın kim tarafından nasıl okunmuş ve okunmakta olduğu hakkında ne kadar az şey bilirsek bilelim, kültürel ve sembolik değeri yine de baki kalır.
Kitapları teker teker okuyabileceğimiz gibi, birden fazla kaynağı az çok eşzamanlı da okuyabiliriz. Bu şekilde metinden metne atlamayı yeni bir olgu, dijital okuma çağının “tıklaması” olarak düşünebiliriz ama aslında kütüphaneler uzun zamandır hemen hemen aynı anda birden fazla kitaba göz atmaya olanak tanıyacak şekilde düzenlenmiştir. 16. yüzyılda icat edilen kitap çarkı ya da okuma çarkı, çok sayıda ağır kitaba
kolaylıkla başvurulmasına ve bir dizi kitap arasında ileri geri okuma yapılmasına imkân veren büyük bir döner kitap rafıydı.
Okuduğumuz tek şey, basılı metinler ya da bunların elektronik kopyaları değildir; manzaraları, yüz ifadelerini, çay yapraklarını, matematik formüllerini, geleceği ve internetteki her türlü materyali de okuruz. Okumayı genellikle yazılı ve dijital materyalin kodunu çözme süreci olarak düşünürüz ve bu epey çeşitlilik gösterebilir: bir tişört üzerindeki logo, bir şiir, siyasi bir manifesto, rehberler ve el kitapları (yardım ve erişim kolaylığı sağlayan okuma formatlarına işaret eden tabirler), tweetler, duvar yazıları, haritalar, telefon faturaları, dövmeler, sözlükler, blog yazıları, Wikipedia, bulmaca ipuçları, okunaksızlığıyla nam salmış doktor reçeteleri (artık genellikle el yazısıyla yazılmak yerine basılıyor), mevzuat, kasa fişleri, e-kitaplar, gıda ambalajlarının üzerindeki içindekiler listeleri ya da yemek tarifleri vb.
Antik dünyada ise okuma, kamusal anıtlar üzerindeki yazıtları da kapsayacak şekilde daha da çeşitli olabiliyordu; yazıtları çok az kişi okuyabilse de herkes onları devletin gücünün sembolü olarak anlardı. Yazıtlar, genel olarak anladığımız anlamda okunmamış olabilirdi ama onları görenler için yine de bir anlam ifade ediyorlardı. Ovidius (MÖ 43-MS 17/18) Romalı bir köle tarafından gönderilmiş bir aşk mektubunu anlatır. Mektup, kölenin bedenine yazılmıştır.
Bazı okuma biçimleri hem gerçek hem de metaforiktir. Bir ansiklopedi maddesini okuyabiliriz ama ansiklopedik bilgiye başvurmamızın bir nedeni de okuryazar olmanın ihtiyaç duyabileceğimiz ya da bilmek isteyebileceğimiz her şeye erişimimizi sağlayacağı düşüncesidir. Elbette işin aslı öyle değildir. “Bilmek” okuyabilmekten çok daha fazlasıdır. Diğer yandan, “okuryazarlık” da sorunsuz bir kavram sayılmaz. Avrupa’da ortaçağ boyunca, dünyanın diğer bölgelerinde de başka zamanlarda, okuryazarlık hakkındaki fikirlerin çok farklı olduğunu biliyoruz. Leydi Eleanor De Quincy yazamıyordu ama üç dilde (Latince, Fransızca ve İngilizce) okuyabiliyordu. Kıyamete adanmış elyazmaları geleneği içinde epeyce çizim içeren bir eser olan Lambeth Apocalypse’i yaptırmıştı. Bu eser hem okuma becerisi hem de okurken kutsal bir imgeyi zihinde tutabilmeyi içeren bir tür meditatif okuma yeteneği gerektiriyordu. Önemli olan tefekkürdü, okuyucunun “kalp gözüyle görmesi”ydi. Benzer şekilde, Budist metinler de okunmak için ama öncelikle ezberlenmek üzere tasarlanmıştı. Nesnelerin kendileri kutsal nesnelerdi.
Akademisyenler, Avrupa ortaçağ metinlerinin sayısız farklı şekilde -yüksek sesle ya da sessizce, tek başına ya da grup içindeokunmaya yönelik yazıldığını ve farklı dilsel düzlemlerde, hem sözden hem de imgeden çıkarılacak farklı anlam düzeylerinin özümsenmesinin hedeflendiğini ileri sürmüşlerdir. Hukuki belgeler, metinle birlikte yorumlanması gereken mühürlerle ve imgelerle bezenmiştir.
Modern dünyada görüldüğü gibi, yüksek düzeyde okuryazarlık kazanabiliriz ama bu, her türlü mecradaki yazılı sözün anlaşılacağını garantilemez. İster sözlü ister yazılı olsun, dil kaygan bir zemindir; her zaman yanlış anlaşılmaya ve yanlış okunmaya açıktır. Bir yemek tarifini ele alalım, sorunsuz olması için tasarlanmış bir yazı örneğidir bu. Verilen talimatlar açık değilse yemek bir fiyaskoyla sonuçlanabilir.
Peki ama temel talimatlar dahi yanlış okunmaya ya da yanlış anlaşılmaya müsaitse, deyimleri, metaforları, değişmeceli dili ve dilin, özellikle de muğlak dilin muhtemelen en yoğun olduğu edebiyatın etkin kullanılmasını sağlayan bütün o teknikleri nasıl anlamlandıracağız?
“Bütün dünya bir sahnedir,” sözünü okuduğumuzda anlarız. Ama nasıl? Edebiyat, okuma eyleminin kendisine dair karmaşıklığın en ayrıcalıklı örneklerini sunar.
Okuma eylemini anlamak için çok çeşitli disiplinlere başvurmamız gerekir; bunlar arasında ilk akla gelenler, her türlü tarihi, edebi ve metinsel çalışmalar, psikoloji, fenomenoloji (varlığın doğasının bilimine karşı şeylerin bilimi) ve sosyolojidir. Kitap tarihçileri ve edebiyatla ilgili akademisyenler, bu alandaki araştırmalara ağırlıklarını koymuştur. Günümüzde yaygın olarak kabul gören görüş, okumanın önceden kodlanmış mesajların kodaçımından çok daha fazlası olduğudur. Okuma biçimimiz, akla gelebilecek her şekilde koşullandırılmıştır. Okuduğumuz şeyin görünüşü, zaten belli başlı beklentileri tetikler. Bir romanın kapağındaki pembe yüksek topuklu ayakkabılar, okuyacağımız şeyin “genç kız yazını” kategorisine dahil olduğunu düşündürür. İster kâğıda basılı ister elektronik formda olsun, bir metnin tasarımının her yönü okuma şeklimizi etkiler. Bunlar yabana atılacak meseleler değildir.
Tipografi üzerine The Form of the Book adlı çalışmasıyla çığır açan yazar Jan Tschichold (1902-1974) Almanya’da doğmuş, ama 1933 yılında Yeni Tipografi’den hoşlanmayan Naziler tarafından hapse atılmıştı. Çağdaş okur açısından, Tschichold’un ilkeleri, ideolojik anlamda son derece masumdur: “Kitapların Tipografisi öne çıkmamalıdır. Tipografi reklam grafiği unsurları barındırıyorsa, yazılı sözün kutsallığını suiistimal eder; metni, görevini salt bir emir eri olarak ifa etmekten aciz bir grafik sanatçısının kibrine hizmet etmeye zorlamış olur.”
Okuma, hem fiziksel hem de zihinsel bir faaliyettir. Gelişmiş beyin görüntüleme yöntemlerine rağmen kısmen gizemini koruyan yollarla, nörolojik kanalları uyarır. Fiziksel olarak ya da daha doğru bir ifadeyle fizyolojik olarak, göz (ya da Braille alfabesinde parmak) matbu sözcükleri “görmek” (ya da hissetmek), tanımlamak ve tanımak zorundadır. Beyne gönderilen sinir akımlarının örüntülerini oluşturan kimyasal süreçler, ancak ondan sonra tetiklenir. Serebral korteks, veriyi yorumlar. Gözler farklı hareketlerle sürece dahil olur; ilk olarak sabitlenme (gözler hareketsiz kalır), sonra noktadan noktaya sabitlenme (gözler bir duraklama noktasından diğerine kayar), ardından da dönüş taramaları (göz bir ileri bir geri gider). Hızlı göz devinimleri, geriye dönmeler ve tanıma aralıkları da söz konusu olabilir. Hızlı göz devinimleri, yüksek okuryazarlıkla ilişkilidir ve sonraki metni tanımaya hazırlanmak için, metnin ilerisine atlamayı ya da sıçramayı içerir. Geriye dönme, tam olarak anlaşılmamış olabilecek bir şeyi yeniden okumak ya da bu kısmın yeniden keyfini çıkarmak için metnin önceki bir bölümüne dönmeyi gerektirir. Tanıma aralıkları ise, uzman okurun büyük sözcük gruplarını tek seferde algılayabilme yeteneğidir. Braille alfabesi okuyucuları da “okuma” parmağı ile buna çok benzer şekillerde bir etkileşim kurar.
Çalışmalarında okumayı konu alan yegâne uzmanlar dilbilimciler ve edebiyat araştırmacıları değildir. Psikologlar ve sinirbilimciler de bu konuda ilgi çekici keşifler yapmışlardır. Psikologlar, okumanın öğretilmesi ve okuma alışkanlıkları üzerine kapsamlı çalışmalar yürütmüştür. Şurası açıktır ki okurken ne yaptığımızı bütünüyle çözümlemek, bir psikoloğun başarılarının özeti niteliğinde olacaktır.
Bu, zihnin en karmaşık işleyişini anlamlandırmanın yanında, tüm uygarlık tarihi boyunca öğrenilmiş en dikkate değer eylemin karmaşık hikâyesini de çözmek anlamına gelecektir.
Nörologlar, karmaşık bir anlatımı okuduğumuzda neler olup bittiğini anlama konusunda henüz yolun çok …
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Başvuru Kitapları
- Kitap AdıOkumak
- Sayfa Sayısı156
- YazarBelinda Jack
- ISBN9786254298288
- Boyutlar, Kapak12,5 x 20,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2024