Hayat öfkedir. Cinsel, ödipal, siyasi, büyülü, hayvanca öfke bizi en yüksek doruklarımıza çıkarır ve en bayağı derinliklerimize indirir. Yaratıcılık, esin, özgünlük, tutku gibi, şiddet, acı, saf korkusuz yıkım; vurduğumuz ve yediğimiz, acısı asla geçmeyen darbeler de öfkeden beslenir.
Malik Solanka, Hint asıllı bir felsefecidir. Oyuncak bebeklerin felsefe tartıştığı bir TV programıyla ün ve para kazanır. Bir gün, hiçbir açıklama yapmadan, ailesini ve Londra’yı terk ederek New York’a kaçar. Yüreğinde müthiş bir öfke vardır ama sevdiklerine zarar vermekten de korkmaktadır. Ne ki, New York’ta da korkunç bir öfke çemberinin içinde bulur kendini…
Geceyarısı Çocukları, Şeytan Ayetleri, Utanç, Soytarı Şalimar gibi her biri geniş yankı uyandıran, tartışmalar yaratan romanların yazarı Salman Rushdie, New York’un içini dışına çıkaran Öfke’de, 21. yüzyıl başlarının Amerikan toplumuna en sert taşlamalardan birini yöneltiyor. Öfke, baş döndürücü tempoda ilerleyen bir trajikomedi. New York,
New York olalı böyle anlatılmadı.
Birinci bölüm
1
Yakın geçmişteki elli beşinci doğum gününden beri kendi (çok eleştirilen) tercihiyle kadınlardan kaçan ve yalnız olan, emekli idealar tarihçisi, huysuz bebek imalatçısı Profesör Malik Solanka, hayatının gümüş yıllarını bir altın çağda geçirdiğini fark etti. Penceresinin diğer tarafında uzun, nemli bir yaz, üçüncü milenyumun ilk sıcak mevsimi ortalığı kavuruyor, ter döktürüyordu. Şehir para içinde yüzüyordu. Kiralar ve gayrimenkul fiyatları tavan yapmıştı, giyim sektöründe çalışan herkes modanın daha önce hiç bu kadar moda olmadığı konusunda hemfikirdi. Saat başı yeni lokantalar açılıyordu. Mağazalar, bayiler, galeriler, özel ürünlere gösterilen yoğun ilgiyi karşılayabilmek için mücadele ediyordu; sınırlı miktarda üretilen zeytinyağı, üç yüz dolarlık şişe açacakları, müşterinin isteğine göre değişiklikler yapılmış Humvee marka cipler, virüs koruma yazılımlarının son sürümleri, kataloglarında lastik kızlara ve ikizlere yer veren eskort servisleri, video enstalasyonları, ham sanat, soyu tükenmiş dağ keçilerinin yumuşak sakallarından dokunmuş, kuştüyü hafifliğinde şallar. Apartman dairesini yenileten o kadar çok kişi vardı ki, kaliteli demirbaş ve teçhizat fiyatları alıp başını gitmişti. Küvetler, kapı tokmakları, ithal keresteler, antika görünümü verilmiş şömineler, bideler ve mermer döşeme malzemeleri için bekleme listeleri oluşturulmuştu. Nasdaq endeksi değer kaybetmiş, Amazon hisse senetleri düşüşe geçmişti ama gelişen teknoloji şehri ele geçirmişti; herkes bilişim şirketlerinden, halka arzdan ve etkileşimden, henüz başlayan, tahayyül edilemez gelecekten söz ediyordu. Gelecek, herkesin şansını denediği ve kazanmayı beklediği bir kumarhaneydi.
Profesör Solanka’nın sokağında, hali vakti yerinde beyaz gençler, bol giysileri içinde gül rengi mermerden bina girişlerine yayılıp oturuyor, yakında mutlaka kavuşacakları milyarları beklerken modaya uygun biçimde yoksul numarası yapıyorlardı. Solanka’nın cinsel orucuna karşın hâlâ dört dönen bakışları, Orta Avrupalılara özgü çıkık elmacıkkemikli, yeşil gözlü, uzun boylu bir kıza sık sık takılıyordu. Diken diken, açık kızıl-sarı saçları, rapçi D’Angelo’nun giyim mağazası Voodoo’dan alınmış basketbol kepinin altından palyaço-modasına uygun fırlayan kızın dudakları dolgun ve alaycıydı: Eski dünyalı, biraz züppe, ufak tefek Solly Solanka akşamüstü yürüyüşe çıktığında hasır panama şapkası ve krem rengi keten takımı içinde bastonunu çevirerek önünden geçince, kız aceleyle ağzına götürdüğü avucunun arkasından edepsiz bir tavırla kıkırdadı. Solly, Profesör’ün üniversite yıllarından kalan, hiçbir zaman hoşlanmadığı ama tamamen kurtulmayı başaramadığı lakabıydı.
“Hey, bayım? Beyefendi, bakar mısınız?” Sarışın, cevap almakta ısrarcı, buyurgan bir tavırla ona sesleniyordu. Satrapları, Romalı Praetoria muhafızları1 gibi dikkat kesilmişlerdi. Küstahça, gücünden emin bir tavırla, kendi çöplüğünde oluşuna ve muhafızlarına güvenerek, hiç çekinmeden büyükşehir yaşantısının kurallarından birini hiçe sayıyordu. Güzel bir kızın küstahlığıydı alt tarafı, önemi yoktu. Profesör Solanka durdu, yayılıp oturmuş kapı eşiği tanrıçasıyla yüzleşmek için döndü, bu sırada kız sinir bozucu tavrıyla onu sorgulamaya devam ediyordu. “Çok yürüyorsunuz. Demek istediğim, günde beş-altı kere yürüyerek bir yerlere gittiğinizi görüyorum. Burada oturuyorum, yaklaştığınızı görüyorum, uzaklaştığınızı görüyorum ama köpeğiniz yok, hanım arkadaşlarınızla ya da elinizde alışveriş torbalarıyla da dönmüyorsunuz. Üstelik yürüyüşe çıkmak için tuhaf saatleri seçiyorsunuz, işe gidiyor olamazsınız. Bu yüzden kendi kendime, ‘Niçin sürekli tek başına yürüyor?’ diye soruyorum. Şehirde beton parçalarıyla kadınlara saldıran bir sapık olduğunu duymuşsunuzdur elbette, ama tuhaf biri olduğunuzu düşünsem sizinle sohbet etmeye kalkışmazdım. Üstelik İngiliz aksanıyla konuşuyordunuz ve bu sizi daha da ilginç kılıyor, değil mi ama? Birkaç kez sizi takip bile ettik fakat bir yere gittiğiniz yoktu, sadece dolaşıyor, amaçsızca yolları arşınlıyordunuz. Bana bir şey arıyormuşsunuz gibi geldi, ne aradığınızı sormak istedim. Sadece arkadaşlık etmek niyetindeyim efendim, sadece komşuluk edelim dedim. Gizemli birisiniz. En azından bana göre öylesiniz.”
Profesör Solanka aniden parladı. “Aradığım şey,” diye çemkirdi hışımla, “rahat bırakılmak.” Genç kızın teklifsiz sözleriyle hak ettiğinden daha şiddetli bir öfkeyle, sinir sistemini sel suları gibi kaplayarak kendisini bile şaşırtan öfkeyle sesi titredi. Onun hiddetli sesini duyan genç kadın irkildi, sessizliğe sığındı.
“Adamım,” dedi Praetoria muhafızlarının en iriyarı, en korumacısı ve şüphesiz kızın sevgilisi olan peroksit sarışını bölük kumandanı, “bir barış havarisi için fazla savaş heveslisi değil misin?”
Kim olduğunu çıkaramadığı birini hatırlatıyordu kız, belleğindeki bu küçük aksaklık, bu “yaşlılık ânı” yüzünden hırstan içi içini yiyordu. Neyse ki şiddetli, sıcak bir sağanağa hazırlıksız yakalandıktan sonra ıslak şapkası ve sırılsıklam giysileriyle Karayip karnavalından döndüğünde kız orada değildi, sokakta kimse kalmamıştı zaten. Yağmur altında koşturan Profesör Solanka, Batı Central Park’taki Shearith İsrail Cemaati Sinagogu’nun (dört, inanmazsan say da bak; tam dört tane yekpare Korint sütunu üzerindeki üçgen alınlığıyla beyaz balina gibi bir bina) önünden geçerken yan kapıdan içeri baktığında gözüne ilişen, ergenliğe geçiş töreni henüz bitmiş, ekmek kutsama töreni için elinde bıçakla bekleyen on üç yaşındaki kızı hatırladı. Dinlerin hiçbirinde kutsama töreni yok, diye düşüncelere daldı Profesör Solanka; hiç olmazsa Anglikanlar böyle bir tören düzenlemeyi akıl etmeliydi diye düşünmeden edemiyor insan. Kalabalık salonda kızın yüzü ışıldıyor, en yüksek beklentileri gerçekleştireceğine dair mutlak güven, genç ve yuvarlak yüz hatlarından okunuyordu. Evet, kutsanmış bir dönemdi bu, tabii “kutsanmış” gibi sözcükleri kullanmaktan hoşlanıyorsanız; bir kuşkucu olan Solanka hoşlanmazdı.
Yakındaki Amsterdam Bulvarı’nda yaz aylarına özgü bir blok partisi veriliyordu, sağanaklara rağmen iyi satış yapan bir sokak pazarı kurulmuştu. Profesör Solanka, indirimli tezgâhlara yığılmış bu ürünlerin, dünyanın diğer bölgelerinin çoğunda en seçkin küçük butiklerin ve lüks mağazaların raflarını ve vitrinlerini süslediğini tahmin ediyordu. Hindistan, Çin ve Afrika’nın tamamında, Güney Amerika kıtasının büyük bölümünde, modaya harcayacak zamanı ve parası olanlar –basitçe ifade etmek gerekirse, daha yoksul enlemlerde yaşayanlar, sadece bir şeyler elde etmek uğruna– Manhattan’da sokakta satılan ürünler için cinayet işleyebilirdi, ucuzluk mağazalarında satılan ikinci el giysiler ve tekstil ürünleri, şehir merkezindeki alışveriş merkezinde satılan ıskartaya çıkarılmış porselenler ve tasarımcı elinden çıkma indirimli markalar için de aynısı geçerliydi. Amerika insafsız zenginliğin kayıtsızlığıyla böylesi bir refaha omuz silkerek gezegenin geri kalanını aşağılamış oluyor, diyordu Malik Solanka kendi kendine, her zamanki modası geçmiş düşünce tarzıyla. Oysa bu bolluk döneminde New York dünyanın ihtiras ve şehvetinin amacı, hedefi haline gelmişti, üstelik “aşağılanmak” gezegenin geri kalanının arzusunu iyice körüklüyordu. Batı Central Park’ta faytonlar bir yukarı bir aşağı geziniyordu. Koşum takımlarındaki çıngıraklar bozuk para gibi şıngırdıyordu.
Sezonun en sevilen sinema filmi, Joaquin Phoenix’in Sezar rolünü oynadığı sezonun en sevilen sinema filmi, imparatorluk Roma’sının çöküşünü anlatıyordu, bu Roma’da onur ve asaletin yanı sıra sözünü bile etmeye gerek olmayan ölüm kalım muharebeleri ve eğlenceleri sadece muazzam gladyatör arenasında, Flavius Amfiteatrı ya da Colosseum’un bilgisayarla yaratılmış illüzyonunda bulunabiliyordu. New York’ta da hem mangır hem de sirk gösterileri boldu: Sevimli aslanları anlatan bir müzikal, Beşinci Cadde’de bir bisiklet yarışı, Garden’da masum Amadou Diallo’yu öldüren kırk bir tane polis mermisi hakkında bir şarkı söyleyen Springsteen, polis sendikasının The Boss’un1 konserini boykot etme tehdidi, Hillary’ye karşı Rudy, bir kardinalin cenazesi, sevimli dinozorları anlatan bir film, birbirine benzeyen ve kesinlikle sevimsiz iki başkan adayı (Gush, Bore)2 ,Rick’e karşı Hillary, Shea Stadyumu’ndaki Springsteen konserini vuran elektrik fırtınası, bir kardinalin göreve başlama töreni, sevimli İngiliz tavuklarını anlatan bir çizgi film, hatta bir de edebiyat festivali; bunlara ek olarak şehrin çok ırklı, çokuluslu ve cinsel kimlikli altkültürlerini yücelten, (bazen) bıçaklama olaylarıyla ve (çoğunlukla) kadınlara yönelik saldırılarla sona eren bir dizi “taşkın” geçit alayı. Kırsalın ineklere göre olduğuna inanan, doğma büyüme şehirli ve doğuştan eşitlikçi olduğunu düşünen Profesör Solanka, geçit alayı günlerinde şehirli yurttaşlarının hıncahınç kalabalığı arasında ter içinde dolaşırdı. Bir pazar günü dar kalçalı eşcinsellerin geçit törenine karışırken, ertesi hafta sonu ülkesinin bayrağını sutyen niyetine gövdesine dolamış Porto Rikolu, koca popolu bir kızın yanında kalçasını çalkalardı. Böyle kalabalıklar arasında kendini rahatsız hissetmiyordu; tam tersine. İzdihamda doyurucu bir anonimlik, kimsenin kimseye karışmadığı bir rahatlık buluyordu. Kalabalıkta onun sırlarıyla ilgilenen olmazdı. Herkes kendini kaybetmeye gelirdi. Kitlelerin gizemli büyüsü işte böyle bir şeydi, zaten son zamanlarda Profesör Solanka’nın hayattaki tek amacı kendini kaybetmekti. Bu yağmurlu hafta sonunda da havada bir kalipso ritmi vardı ama Harry Belafonte’nin Jamaika veda nağmeleri ya da Profesör Solanka’nın bir miktar suçluluk duygusuyla karışık sevgiyle hatırladığı budalaca şarkılar (“Şimdi güzellikle söylüyorum sana / sakın eşeğimi oraya bağlama / çünkü hem tepinir hem anırır benim eşek / eşeğimi sakın oraya bağlama!”) değil. Banana Bird, Cool Runnings, Yellowbelly gibi Jamaikalı polemikçi ozanların hakiki hiciv müziği canlı olarak Bryant Park’tan ya da Broadway boyunca omuzlarda taşınan teyplerden yükseliyordu.
Geçit töreninden eve döndüğünde, melankoli ve kamu alanına yönlendirip geçici olarak kurtulduğu her zamanki gizli hüznü Profesör Solanka’yı yeniden ele geçirdi. Dünyada yanlış giden bir şeyler vardı. Gençliğinin iyimser barış ve sevgi felsefesi onu uzun zaman önce terk ettiğinden, gittikçe sentetikleşen sahte (aslında pek sevdiği “sanal” sözcüğünden, bu bağlamda kullanıldığında nefret ediyordu) gerçeklikle nasıl uzlaşacağını artık bilmiyordu. Güçle ilgili sorular zihnini kurcalıyordu. Kızışmış şehir halkı çeşit çeşit lotus çiçeklerini yiyip uyuşmakla meşgulken, şehir yöneticileri kim bilir neleri hasıraltı ediyorlardı: Akşam haberlerinde amatör video kayıtları gösterilene dek saldırıya uğrayan kadınların şikâyetlerine alçakça yanıtlar veren Giuliani’ler ve Safir’ler, bu kaba kuklalar değildi şehrin asıl yönetenleri; her zaman yerlerinde olan, doyumsuz arzularını durmaksızın besleyen, yenilik arayan, güzelliği silip süpüren ve boyuna, daima daha fazlasını isteyen en yukarıdakilerdi. Dünyanın asla yüz yüze gelmediğimiz her zamanki hükümdarları –tanrısız Malik Solanka bu beşeri hayaletleri ebedî ve ezelî payesiyle taçlandırmaktan kaçınıyordu–, arkadaşı Rhinehart’ın deyişiyle hırçın, ölümcül Sezarlar; ruhları donmuş Bolingbroke’lar1 ; belediye başkanı ve emniyet müdürünün Coriolanus’larını2 kurcalayan tribunus’lar…3 Profesör Solanka bu son imgeyi yeniden düşününce hafifçe ürperdi. Karakterinde geniş, kan kırmızı bir kabalık damarı olduğunu bilecek kadar iyi tanıyordu kendini, yaptığı kaba saba sözcük oyununa yine de çok şaşırdı.
Kuklacılar hepimizi zıplatıp hoplatıyor, anırtıyor, diye endişelendi Malik Solanka. Biz kuklalar dans ederken iplerimizi çekiştirenler kim?
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıÖfke
- Sayfa Sayısı344
- YazarSalman Rushdie
- ÇevirmenBegüm Kovulmaz
- ISBN9789750736681
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sahtekâr ~ Mary Higgins Clark
Sahtekâr
Mary Higgins Clark
Burada olmamalıydım. Adımdan, sosyal sigorta numaramdan, kızımın doğum tarihinden ve saatinden ne kadar eminsem burada olmamam gerektiğinden de o kadar emindim.
- Pasaklı Tanrıça ~ Sophie Kinsella
Pasaklı Tanrıça
Sophie Kinsella
Tahmin edilemez, unutulmaz ve son derece sevimli bir roman kahramanı olarak Samantha Sweeting, Pasaklı Tanrıça kodlu ilk macerasında tüm romantizmi ve komedisiyle sizlerle buluşmaya...
- Büyük Portre Büyük Sır ~ Dino Buzzati
Büyük Portre Büyük Sır
Dino Buzzati
Bir üniversitede elektronik profesörü olarak görev yapan Ermanno Ismani, İtalyan ordusundan bir teklif alır: Çok gizli bir teknoloji projesinin geliştirme ekibinde yer almak üzere...