Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Oduncular
Oduncular

Oduncular

Roy Jacobsen

“Hiçbir kasaba böylesine sessiz olmamıştır.” Fin kuvvetlerinin Ruslar gelmeden yakıp yıktığı Suomussalmi kasabasında bir kişi kalmıştı. Oduncu Timmo’nun oradan ayrılmaya hiç niyeti yoktu; hem…

“Hiçbir kasaba böylesine sessiz olmamıştır.”

Fin kuvvetlerinin Ruslar gelmeden yakıp yıktığı Suomussalmi kasabasında bir kişi kalmıştı. Oduncu Timmo’nun oradan ayrılmaya hiç niyeti yoktu; hem kasabaya sahip çıkacak, hem de vahşi savaşın ortasında her zaman doğru olanı yapmaya çalışacaktı…

Norveç’in yaşayan en önemli yazarlarından Roy Jacobsen, yeri göğü kaplayan ölümcül kuzey kışının ve İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde yaşananları göz alıcı bir üslupla anlatıyor: Timmo’nun taze karda bıraktığı derin ayak izleri, gürül gürül yanan odun sobaları, bir çift kadın ayakkabısı ve minnet duygusu üzerine kurulan incelikli bir hikâye “Oduncular”.

Hiçbir yerde ışık yanmıyordu, kum gibi kuru karlarda tek bir ayak sesi duyulmuyordu, konuşmalar yoktu, köpek havlamaları yoktu, tepinen ya da burunlarından soluyan atlar yoktu, kasabanın sesleri sönüp gitmişti ve her şeyden önemlisi bacalardan duman çıkmıyordu; dört bin nüfusun ve en az bir o kadar hayvanın yaşadığı kasaba birkaç saat içinde, insanlarla hayvanların yaratılması düşünülmeden çok önceki zamanlardan beri buradaki ormanları kasıp kavuran buz gibi soğukta omuz omuza verip soluklarını tutarak bekleşen boş ağaç kabuklarına dönüşmüştü.

*

1

Suomussalmi Aralık’ın yedisinde ateşe verilmeden önce dört bin sakini boşaltılmıştı, aralarında ben yoktum, burada doğmuştum, bütün yaşamım burada geçmişti ve başka bir yere gitmeyi aklımdan bile geçiremiyordum – derken karşımda beyaz üniformalı biri belirdi, elindeki kâğıttan buradan ayrılmam gerektiğini okuyunca ayak diredim, kimse beni kararımdan döndüremedi, dünyanın her yerinde böyledir, her zaman en az bir kişi ötekilerin tersine gider ve bunu niye yaptığını bilmesi bile gerekmez; burada, Suomussalmi’de bu bendim.

Donmuş ormanlarda tuzdan bir heykel gibi yapayalnız durmuş görkemli alevlere bakarken hem korkuyordum hem de öfkeliydim, burası güzel bir kasabaydı, yalnızca bir çatı ve duvar yığını olarak görmediğim tek kasabaydı ve şimdi geriye yalnızca birkaç ev kalmıştı, her şey olup bittiğinde yirmiden fazla ev sayamıyordum.

Tüccar Antti de ayrılmadan önce, burada kalamazsın Timmo, Ruslar her an gelebilir ve seni öldürürler, demişti.

“Aptalları öldürmez onlar” diye yanıtlamıştım. “Rusları tanırım.” “Saçmalama, tanıdık tanımadık demeden herkesi öldürürler, savaş bu Timmo.”

Bunun üzerine sözlerimi yinelemekten, kimsenin beni yerimden kımıldatamayacağını söylemekten başka bir şey gelmezdi elimden, Öte yandan bu gereksizdi bence, zaten söyleyeceğimi söylemiştim, dolayısıyla konuşmaya gerek duymadığımda hep yaptığım gibi ona, annemle babam öldüğünden beri yanında çalıştığım, zaman zaman davranışlarımı ya da yaptığım işi pek beğenmese de bana asla kötü söz etmemiş Antti’ye baktım.

“Odunları daha kısa kesmelisin” diyebilirdi bana Antti.

“Yarım metre demiştin” diye yanıt verebilirdim, gidip ölçü odununu getirebilir, yanıldığını kabul etmezse ona gerçeği göstermek için bir tür tehdit gibi elime vurabilirdim.

“Kilisenin sobası yüksek değil” diye sürdürebilirdi sözlerini, “Şimdi rahip bu odunları istemeyecek.”

“O zaman Marja’ya satarsın.”

“Lokantasına kimse gelmiyor artık.”

“Peki ya bir kez daha kesersem? O zaman odunlar 25 santim olur, Makinen’e satabilirsin, okulun sobaları küçük.”

“İki katı iş anlamına gelir” diye karşı çıkabilirdi Antti, “Ve eline hemen hiçbir şey geçmez.”

Ama konudan sapmak olur bu, kişinin dünyadaki yaşamı genellikle kendi sorunudur, çoğunluk bunda anlaşır, dolayısıyla bu kadar çok yinelenmesi tuhaf. Ayrıca bana para gerekmezdi; balık tutabilir, ava çıkabilirdim; Antti bana sütü, unu ve biraz konserveyi ya karşılıksız veriyor ya da odunlar için ödeyeceği paradan kesiyordu, bunun hiç önemi yoktu, sonuçta sütün de odunun da ederine kendisi karar verdiği için ikisine de biçtiği değer düşüktü, çünkü hem cimriydi hem de bana acırdı buralıların çoğu, görünüşüme kızmadıkları veya başka nedenlerden ötürü benimle alay etmedikleri sürece, bana acırdı, hiç aldırmazdım, bir an bana acıyanlar bir an sonra gösterdikleri şefkatten yorgun düşmüş gibi benimle alay ederdi, bir gün bana budala diyenler ertesi gün süt veya et verirdi, ikisini aynı anda verdikleri enderdi; azar azar verilen türden biri olduğumdan azla, başkalarının gözünde hiç değeri olmayanlarla yetinmeyi öğrenmem gerekmişti.

Şimdi Antti’nin iki küçük oğluyla birlikte eşyalarını toplamasına yardım ediyordum, ne var ne yok götürmek istiyordu.

“Geri gelmeyi düşünmüyor musun?” diye sordum, karısı Anna öldüğünden beri hiç kullanılmayan çıkrığı ve devasa dikiş makinesini taşırken.

“Düşünmez miyim?” dedi. “Ama evimiz yanacak, bunu görmek istemiyorum, çabuk ol biraz.”

“Geri döndüğünde yeni bir ev yapacak mısın?”

“Evet, tam buraya yapacağım, arsa bir yere gitmez nasıl olsa.” “Ben göz kulak olurum.”

Ama Antti o gün buna gülümsemedi. Bunun, elli dört yıllık yaşamında başına gelen en acıklı şey olduğunu söyledi, belki bir tek Anna’nın öldüğü gün dışında, bu da tamı tamına bir yıl önce olmuştu.

Hem büyük kızağı hem de iki küçük kızağı mobilyalar, yatak örtüleri, giysiler, çatal kaşıklar ve Anna’dan kalanlarla doldurduk, dükkândaki bütün konserveleri ve kuru yemekleri boşalttık, geri kalanları da çöpe attık, yabancı, bomboş odalarda yalnızca sobalar kalmıştı, ev seslerin yankılandığı, gri toz topaklarının korkak fareler gibi süpürgelikler boyunca koşuştuğu bir yere dönüşmüştü.

“Ben burada kalabilir miyim?” diye sordum ve başımla arka odayı gösterdim, orada bir yatağım ve birkaç parça eşyam vardı. “Ev yakılacak!” diye bağırdı Antti. “Kafana girmiyor mu bu?” “Burada kalırsam belki kurtarmayı başarırım” dedim. “Böylece geri döndüğünde yeniden yapmaktan kurtulursun.”

Antti bana hem acıyormuş hem de aşağılıyormuş gibi bakıyordu. Ama sonra bir elini omzuma koydu, üzüntüyle gözlerini benden başka yerlere çevirdi, hep böyle yapardı, bana bakmasının cılız dostluğumuzu zora sokacağını anladığında gözlerini kaçırırdı.

“O zaman vururlar seni” dedi. “Emir Mannerheim’dan geldi.” “Bu benim sorunum” dedim.

Böylece bu konuyu kapatmış olduk, her zamanki gibi ikimiz de istediğimizi elde etmiş ama mutlu olmamıştık.

Antti’nin atım Kävi’yi de almasına karar verdik. Ardından Antti derin bir iç çekişle kocaman gövdesini ilk kızağa yerleştirdi, arkasından gelen ve en büyük oğlu Harri’nin oturduğu kızağı çeken atın dizginlerini eline aldı, Harri de Jussi’nin oturduğu en arkadaki kızağı çeken atın dizginlerini tutuyordu, hepsinin arkasından bir kuş kadar özgür Kävi geliyordu. Gıcırdayan kızaklar lokomotifi ve iki küçük vagonu olan küçük bir tren gibi Hulkonniemi Köprüsü’ne giden yoldan kayarak uzaklaşırlarken merdivenlerde durmuş onlara el sallıyordum ama görebildiğim kadarıyla hiçbiri arkasına dönüp bakmadı; yüzlerce başka kızağın, arabanın, atların, ineklerin ve tek tük traktörün, Antti’nin yaşamının o en karanlık gününde, 7 Aralık 1939’da Suomussalmi’yi terk eden hareketli ve yürüyebilen her şeyin arasında gözden kayboldular.

Hiçbir kasaba böylesine sessiz olmamıştır. Hiçbir yerde ışık yanmıyordu, kum gibi kuru karlarda tek bir ayak sesi duyulmuyordu, konuşmalar yoktu, köpek havlamaları yoktu, tepinen ya da burunlarından soluyan atlar yoktu, kasabanın sesleri sönüp gitmişti ve her şeyden önemlisi bacalardan duman çıkmıyordu; dört bin nüfusun ve en az bir o kadar hayvanın yaşadığı kasaba birkaç saat içinde, insanlarla hayvanların yaratılması düşünülmeden çok önceki zamanlardan beri buradaki ormanları kasıp kavuran buz gibi soğukta omuz omuza verip soluklarını tutarak bekleşen boş ağaç kabuklarına dönüşmüştü.

Dükkândan çıktım; karşımda beliriveren, neredeyse dokunabildiğim boşlukta yürümeye başladım. Pek çok kapı kilitsiz, hatta açık duruyordu, kimileri askerler evleri kolay yaksın diye kapıların önüne odun ve saman yığmıştı; odunların çoğunu tanıdım, benimkilerdi, neredeyse kendime özgü bir kesme ve yontma biçimim vardı.

Kimileri de odunları içeri taşımış, saman ve gazete kâğıdıyla yerlere saçmış, merdivenlerin ve dolapların önlerine yığmışlardı. Antti’nin aksine çoğu kişi eşyalarının büyük bölümünü yanına almamıştı. Evlerden birinde yalnızca yatak odası mobilyaları eksikti, bir başkasından ancak en gerekli mutfak öteberisi alınmıştı, üçüncü bir ev hırsız girmiş ya da orada eşyaları kasıtlı kırıp dökmeye yol açan yabancı bir tür panik yaşanmış gibi görünüyordu.

Ama yaşlı Luukas’ın ve bizim Roosa Teyze dediğimiz karısının evinde sanki hiçbir şey eksilmemişti, tersine bütün odalar temizlenmiş, yataklar güzelce toplanmış, Noel’e hazırlık yapar gibi her şey düzenlenmişti. Duvarlarda ihtiyar çiftin üç oğlunun ve Raatevaara’daki ailesinin fotoğrafları asılıydı; şu anda Suomussalmi’ye yaklaşmakta olan askerlerin bu küçük kasabayı daha bir hafta önce ele geçirdikleri söyleniyordu.

Odun getirmek için Luukas ve Roosa’ya sık sık uğrardım, ihtiyarlar benim de bir fotoğrafımı çekmişlerdi, Kävi̇’nin ve odun arabasının yanında bir kumandan gibi duruyordum. Ama duvarlara çoğunlukla aile bireylerinin fotoğrafları asılırdı, benimki kim bilir hangi çekmecenin dibindeydi. Hiçbir şeye elimi sürmeden ortalıkta dolaştım, dokunmadım, yalnızca ortalıkta dolaştım, insanlara gereken her şeyin yanı sıra anılarına da sinmiş tuhaf temizliğe, düzene ve sakinliğe baktım; her yanda ölüm vardı, kar gibi bir ölüm.

Ama bunun sonucunda Antti’nin eviyle birlikte burayı da kurtarmaya karar verdim, bir tırmık buldum, Luukas’ın kapının önüne bıraktığı saman yığınına giriştim, hepsini samanlığa ve bodruma taşıdım. İçeride temizlenmiş bir yarım domuz buldum, ihtiyarlar ya unutmuştu ya da samanlıkla birlikte yansın istemişlerdi.

Bu konuya daha fazla kafa yormadan -sonuçta yapılacak başka bir şey yoktu, yarı donmuş domuzu parçalamaya giriştim, etleri bir brandaya sardım, ormanın biraz içerilerinde bir köknara astim, buranın buz gibi havasında başka hayvanlar rahat bırakırsa haftalarca, hatta aylarca bozulmadan kalabilirlerdi. Orada durmuş bir tuzak kursam mı diye düşünürken ilk kez savaş sesleri geldi kulağıma, uzaklardan bir motor uğultusu rüzgârsız kışın içinden yavaşça yaklaşıyordu, kasabayı boşaltanların gözden kayboldukları yönden geliyordu ses, ardından çok çok uzaklardan, doğu yönünden top ve silah sesleri geldi.

Karanlık sokaklara geri döndüm, Antti’nin dükkânına ulaştığım sırada ilk askeri taşıtlar köprüyü geçtiler, bir arazi aracı tam karşımda durdu, bu sırada ötekiler kasabanın içine doğru yollarına devam ettiler, beyaz giysili askerler aşağı atladılar, samanlar, çıralar ve parafin bidonlarıyla savunmasız evlerin arasına daldılar.

Otuzlu yaşlarında bir adam arazi aracından indi, yakılacak bir kasabada yaşayan bir insan gördüğü için gözlerine inanamıyormuş gibi beni süzmeye başladı.

“Ne yapıyorsun burada?” diye sordu.

“Burada yaşıyorum ben” dedim.

“Kasaba boşaltılacak” dedi. “Ruslar çok yakında, belki de burada olurlar.”

“Bana bir şey

olmaz.”

yarın

Yine inanmakta zorluk çektiği bir şey görmüş gibi bakıyordu. Şoförü de aşağı atladı, bir şeyler söylemeye başladı, alçak sesle konuşuyordu ama kulaklarımdan yana hiç sorunum olmadı şimdiye kadar. Benimle konuşan adam belli ki subaydı, geri geldi, bana kasabanın delisi miyim diye sordu. Bunu söylerken yüzünde alaycı bir gülümsemenin izi bile yoktu, sanki örneğin kaç yaşında olduğumu soruyormuş gibi çok sıradan bir şey söylediği için ben de ona olumlu yanıt verdim ve beni vurmakla tehdit etse bile burada kalacağımı, Suomussalmi’yi asla terk etmeyeceğimi, bir insanın zavallı yaşamından daha önemli şeyler olduğunu söyledim.

Bu sözlerim, biraz gönülsüzce de olsa gülümsemesini sağladı. “Silahın var mı?” diye sordu bir süre sonra ve kırpık bıyığından sallanan buz parçalarını çiğnedi.

Antti’nin deposunun arkasındaki aletlerimi, azıcık yiyeceğimi yığdığım odaya gittim, dışarı çıktığımda ona tüfeği gösterdim.

Düşünceli bir sesle “Bir Moisin” dedikten sonra eski hazinemi çıplak elleriyle okşarken tüfeğe çok iyi bakmamdan etkilenmiş gibi geldi bana. “Ordu malı mı?”

“Evet. Babamdan kaldı.” “Cephanen de var mı?”

Cephanemi de verdim. Hepsini arabaya koydu, yeniden bana döndüğünde onu sözlerini sürdüremeyecek kadar zorlayan bir şeyi düşünüp duruyor gibiydi.

En yakındaki evlerin pencerelerinin arkasında alevler belirmeye başlamıştı, adamlar bağırarak evlerle arabaların arasında koşuşturuyorlardı, ilk pencereler çifte bir bombayı andıran bir sesle patladığı anda Antti’nin komşusu iki ev de tümden tutuştu. Yoğun sıcak karşısında gerilememiz gerekti, subay şoföre arabayı güvenli bir yere çekmesini işaret etti, kendisi de ağır adımlarla arkasından yürüdü, o sırada ben, taştan bir güneş gibi sırtıma vuran sıcağın önünde durmayı sürdürdüm.

Birkaç adım attıktan sonra durdu, geri geldi, beni köprüye doğru çekti, bir tütün kesesi çıkardı, sigara ister miyim diye sordu. Hayır, dedim.

“Şunu da yakmamız gerekiyor” deyip Antti’nin dükkânını gösterirken titreyen burun deliklerinden çıkan sigara dumanı iki beyaz yılan gibiydi.

“Bunu ben yapabilirim” diye önerdim. Yüzünde yine hiçbir sonuca götürmeyen o düşünceli anlatım belirdi. “Korkmuyorum” diye ekledim. “Hiçbir şeyden.”

Artık sıcak öylesine artmıştı ki sokakta da duramaz olduk. Önceden yangın görmüştüm ama uzaktan ve tek bir evde, şimdi kafamın hiç almadığı şey dayanılmaz sıcak değildi, seslerdi, patlamalar birbirini kovalıyordu, hepsi bir arada görkemli bir yanardağ patlamasını andırıyordu, bir de o korkunç rüzgârın nereden çıktığını anlamıyordum, rüzgârsız cehennemde birdenbire tam bir fırtına çıkmıştı. “Yangınsız savaş hardalsız sosis gibidir” diye bağırdı subay kulağıma. “Gel.”

Köprüye doğru koşar adım ilerlemeye başladı. Arkasından koşmaktan başka yapacak bir şeyim yoktu, çabucak yakaladım, bir süre yanında koştum. Onun hızında koşmak hiç zor değildi, elbette benden hızlı koşmayı denedi mi bilemem ama aslında oldukça rahat koşuyordu, yine de köprünün dibine kadar onunla koşabilmeme birazcık gücenmişe benziyordu. Orada arabalar toplanmış yeni emirleri bekliyorlardı Suomussalmi’nin üzerine kurulduğu burun, girintili çıkıntılı bir yılan gibi dolanan on kilometrelik Kiantajärvi Gölü üzerindedir ve şimdi karşı burundaki evlerin de yandığını görüyordum ama orada çok daha az ev vardı, askerler gölün güneyindeki buzların…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Görülmeyenler ~ Roy JacobsenGörülmeyenler

    Görülmeyenler

    Roy Jacobsen

    “Kimse bir adayı terk edemez…” Norveç’in yaşayan en önemli yazarlarından Roy Jacobsen’den modern bir destan… Görülmeyenler, ülkenin kuzeyindeki küçük bir adada denizin ve gökyüzünün...

  2. Beyaz Deniz ~ Roy JacobsenBeyaz Deniz

    Beyaz Deniz

    Roy Jacobsen

    Beyaz Deniz Yıl 1944… Çocukluk adası Barrøy’e geri dönen Ingrid, artık sadece onu ağırlayan bu ıssız kara parçasında denizin ve gözyüzünün güçlerine kafa tutup...

  3. Harika Çocuk ~ Roy JacobsenHarika Çocuk

    Harika Çocuk

    Roy Jacobsen

    Mutfak masasında oturmuş kızartmanın soğuyan yağlarını kemiriyoruz, bütün dişlerimiz gıcırdıyor. Ardından kâğıt oyunları oynuyoruz; Linda kazanması için hiçbir şey yapmamıza gerek kalmadan kazanıyor. Masanın...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Dişi Kurt – Roma İmparatoriçesi 1 ~ Luke DevenishDişi Kurt – Roma İmparatoriçesi 1

    Dişi Kurt – Roma İmparatoriçesi 1

    Luke Devenish

    GÖLGELERİN ARASINDA DİŞİ BİR KURT VAR M.Ö. 44 Roma’nın rakip güçleri cumhuriyeti şiddetli bir sona doğru sürüklemektedir. Bir kâhin genç Tiberius Nero’ya esmer güzeli...

  2. Aradığım Her Şey Var Sende ~ Sheila O’FlanaganAradığım Her Şey Var Sende

    Aradığım Her Şey Var Sende

    Sheila O’Flanagan

    Britt her ne kadar aşk romanları yazarak ünlü olsa da gerçek hayatın hikâyelerdeki gibi olmadığını biliyordu. Eski işi boşanma avukatlığı olan birinden ne beklenebilir...

  3. Al Midilli ~ John SteinbeckAl Midilli

    Al Midilli

    John Steinbeck

    Steinbeck’in doğaya ve insana on yaşındaki bir çocuğun gözünden baktığı Al Midilli kendi edebi kariyerinde olduğu kadar Amerikan edebiyatında da bir dönüm noktası. Salinas...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur