Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Oda
Oda

Oda

Emma Donoghue

“Oda’da her türlü duygusal darbe var. Ama duyguyu mümkün kılan şey, kitabın kusursuzca kurgulanmış olması. Oda öylesine güzel düşünülmüş ki, hiçbir şekilde yapmacık gelmiyor….

“Oda’da her türlü duygusal darbe var. Ama duyguyu mümkün kılan şey, kitabın kusursuzca kurgulanmış olması. Oda öylesine güzel düşünülmüş ki, hiçbir şekilde yapmacık gelmiyor. Ama uyarmış olayım, bir içeri girdiniz mi, son sayfaya kadar Donoghue’nun gönüllü tutsağı olacaksınız.”
Newsweek

“Oda anne sevgisinin şimdiye kadar okuduğum en hayat dolu, en ışıltılı, en güzel ifadesi. “
Irish Times

Beş yaşındaki Jack’e göre, Oda bütün dünyadır: Doğduğu, Anne’siyle birlikte yemek yediği, oyun oynadığı, Televizyon seyrettiği ve Dışarısı hakkında bütün bildiklerini öğrendiği yer. Yaşlı Nick’in geleceği akşamlar, Anne onu güvenle uyuması için Gardırop’a kapatır.

Oda Jack’in yuvasıdır, oysa Anne için burası yedi yıldır kapatıldığı zindandan başka bir şey değildir. Anne, azim ve beceri ve ana sevgisiyle, oğluna özel bir hayat yaratmıştır ama, Jack’in soruları çoğaldıkça, onun çaresizliği de artmaktadır. Yine de, asıl sorunlar Büyük Firar’dan sonra Dışarısı’nda beklemektedir onları… Jack’in yaratıcı, komik ve iç yakıcı sesiyle anlatılan Oda, sevgileri imkânsızdan sağ çıkmalarını sağlayan bir ana-oğulun güçlü hikâyesi.

Bugün beş oldum. Dün gece Gardıropta uyumaya giderken dört yaşındaydım, ama karanlıkla Yatak’la uyandığımda beş olmuştum, abrakadabra. Ondan önce üç, daha önce iki, daha da önce bir, daha daha önceyse sıfırdım- “Ben hiç eksi sayılar oldum mu?”
“Ne?” Anne kocaman geriniyor.
“Yukarda Cennette. Eksi bir, eksi iki, eksi üç olmuş muydum?”
“Iı-ıh, sen süzülüp inmeden önce sayılar başlamamıştı.”
“TepePencere’den içeri hop diye. Karnımın içinde ben olmadan sen hep üzgündün.”
“Söylediğin gibi oldu,” Anne Lamba’yı yakmak için Yatak’tan uzanıyor, voşş diye ortalığı aydınlatıyor Lamba.
Tam zamanında gözlerimi kapatıyorum, arkasından bir tekini aralıyorum, sonra ikisini birden.
“Gözlerimden artık yaş çıkmayıncaya kadar ağladım” diye anlatıyor bana. “Saniyeleri sayarak öylece yatıyordum burada.”
“Kaç saniye?” diye soruyorum ona.
“Milyonlarca milyonlarca saniye.”
“Yok, yok, tam olarak ne kadar?”
“Sayısını şaşırdım” diyor Anne,
“Sonra yumurtan için yürekten dilek tuttun, ta ki şişmanlayana dek.”
Gülümsüyor. ‘Senin tekmelemeni hissedebiliyordum.”
“Neyi tekmeliyordum?”
“Beni elbette.”
Her seferinde tam burda kahkahayla gülüyorum.
“içerden, bum bum.” Anne uyku tişörtünü kaldırıp göbeğini hoplatıyor. “Jack geliyor, diye düşünüyordum. Sabah ilk iş, sen geldin; gözlerin faltaşı gibi açık, halıya kayıverdin.”
Gözlerimi aşağıya, birbirine geçmiş kırmızı, kahverengi ve siyah zikzaklarıyla Halı’ya çeviriyorum. Doğarken kazayla yaptığım o leke. “Kordonu kestin ve artık özgürdüm” diyorum Anne’ye. “Sonra bir oğlan oldum.”
“Aslında zaten oğlandın.” Yatak’tan çıkıyor ve havayı ısıtmak için Termostata doğru gidiyor.
Dün gece dokuzdan sonra o gelmemiş galiba, gelseydi içerde hava farklı olurdu. Sormuyorum, çünkü Anne onun hakkında konuşmayı sevmiyor.
“Söyle bakalım, Bay Beş, armağanını şimdi mi istiyorsun yoksa kahvaltıdan sonra mı?”
“Ne o, ne o?”
“Heyecanlandığım biliyorum” diyor, “ama parmağını kemirmeyeceksin, unutma, mikroplar o delikten içeriye girebilir.”
“Üç yaşındayken kusup ishal olduğum zaman olduğu gibi mi?”
“Daha bile kötü” diyor Anne, “mikroplar seni öldürebilir.”
“Cennet’e çok erken dönerim o zaman, di mi?”
“Hâlâ yiyorsun ama” diyor.
“Affedersin.” Kötü elin üstüne oturuyorum. “Bana gene Bay Beş desene.”
“Eee, Bay Beş” diyor, “hemen mi, sonra mı?”
Sallanan Koltuk’a çıkıp Saat’e bakıyorum, 07:14 diyor. Tutunmadan Sallanan Koltuk’tan aşağı kayıyorum, sonra yihhuuuu Yorgan’a dönüp bu kez snowboard yapıyorum. “Armağanların ne zaman açılması gerekir?”
“İki türlüsü de eğlenceli olur. Senin yerine ben seçeyim mi?” diye soruyor Anne.
“lı-ıh, ben artık beşim, benim seçmem gerek.” Parmağım yine ağzımda, onu koltuk altıma sokup sıkıca kilitliyorum. “Seçtim şimdi.
Yastığının altından bir şey çıkarıyor, sanırım bütün gece hiç görünmeden orada saklanıyormuş. Çizgili kâğıttan bir tüp, üstü Noel zamanındaki bin çikolatadan mor bir kurdeleyle sarılmış “Aç haydi” diyor. “Yavaşça ama.”
Düğümü nasıl açacağımı buluyorum, kâğıdı düzleşliriyorum, bu bir resim, sadece kurşunkalemle yapılmış, hiç renk yok. Ne hakkında olduğunu bilmiyorum, sonra geri veriyorum. “Bu benim!” Ayna’daki gibi, ama bundan fazlası da var, uyku tişörtümle kafam ve kolum ve omzumla. “Neden gözlerim kapalı?”
“Sen uykudaydın” diyor Anne.
“Sen uykudayken nasıl resim çizdin ki?”
“Hayır, ben uyanıktım. Dün sabah ve ondan önceki ve daha önceki sabah, lambayı yaktım ve seni çizdim.” Gülümsemeyi bırakıyor. “Ne oldu, Jack? Beğenmedin mi?”
“Yani sen uyanıkken çizemezdim ya seni, yoksa sürpriz olmazdı, di mi?” Anne bekliyor. “Sürprizden hoşlanacağını sanmıştım.”
“Sürpriz olmasını isterdim, ama ben bilirken.”
Nedense gülüyor.
Raftaki Sepet’ten bir iğne almak için Sallanan Koltuk’a çıkıyorum, eksi bir demek artık beşten geriye sıfır kaldı demek. Daha önce altı vardı, ama biri yok oldu. Biri Sallanan Koltuk’un arkasında Batı Sanatının Muhteşem Başyapıtları No3.’ Azize Henne ve Vaftizci Yahya’yla birlikte Bakire ve Çocuk’u, biri Batı Sanatının Muhteşem Başyapıtları No. 8: izlenim: Gündoğumu’nu tutuyor, biri mavi ahtapotu tutuyor, bir tanesi de Batı Sanatının Mıılıteşeın Başyapıtları No. 11: Guerııiea adlı çılgın atı. Başyapıtlar yulaf ezmesiyle geldi, ama ahtapotu ben yapımı, Mart’ta yaptıklarımın en iyisi, Banyo’daki buharlı havadan birazcık kıvrıldı. Annenin sürprizini Yatak’ın üstündeki mantar karonun tam ortasına iğneliyorum.
Başım iki yana sallıyor. “Oraya değil.”
Yaşlı Nick’in görmesini islemiyor. “Yoksa Gardırop’a, arka taraf mı?” diye soruyorum.
“İyi fikir.”
Gardırop tahtadan, bu yüzden iğneyi çok ama çok itmek zorunda kalıyorum. Aptal kapılarını kapatıyorum, her zaman gıcırdıyorlar, menteşelere mısırözü yağı sürdüğümüz halde. Pervazlarından içeri bakıyorum, ama çok karanlık. Şöyle bir bakmak için birazcık aralıyorum, gizli resim küçük gri çizgiler dışında beyaz. Anne’nin mavi elbisesi uyuyan gözümün üstünden sarkıyor, resimdeki gözü demek istiyorum, ama Gardırop’taki elbise gerçek.
Yanı başımda Anne’ninkokusunu alıyorum, ailedeki en iyi burun bende. “Ah, uyandığını zaman biraz almayı unuttum.”
“Olsun varsın. Belki ara sıra ihmal edebiliriz, artık beş oldun değil mi?”
“Dünyada olmaz.”
O zaman Yorgan’uı beyazına uzanıyor, ben de öyle; bir sürü alıyorum.
Yüz tane gevrek sayıyorum ve hiç sıçratmadan, sütü döküyorum üstlerine, neredeyse kâse kadar beyaz o da, Bebek isa’ya şükrediyoruz. Kaynayan makarna tavasına kazayla yaslandığı zaman olan sapındaki bütün o beyaz kabarcıklarıyla Erimişimsi Kaşık’ı seçiyorum. Anne, Erimişimsi Kaşık’ı sevmiyor, ama benim en sevdiğim çünkü farklı.
Yiyecek doğramaktan olan çiziklerdeki griler dışında bembeyaz bir daire olan Masa’mn çiziklerine vuruyorum onları düzeltmek için. Yemeğimizi yerken, dudaklara gerek olmadığından, Mırıltı oynuyoruz. “Macarena”yı ve “Dağdan Dönecek Yalanda” (“She’ll Be Corning Round the Mountain”| ve “Aşağı Sallan, Güzelim Cennet Arabası’nı (“Swing Low, Sweet Chariot”) tahmin ediyorum, ama bu aslında “Fırtınalı Hava” (“Stormy Weathern) imiş. Böylece iki puan yapıyorum, iki öpücük alıyorum.
Ben de “Çek, Çek, Çek Sandalının Küreğini”yi (“Row, Row, Row Your Boat”) mırıldanıyorum, Anne derhal biliyor. Sonra “Parmak Davulu’nu (“Tubthumping”) yapıyorum, yüzünü buruşturup şöyle diyor, “Hay Allah, bunu biliyorum, yere yapışıp yeniden kalkmakla ilgili bir şeydi, adı neydi?” Sonunda doğru hatırlıyor. Üçüncü hakkımda, “Seni Kafamdan Atamıyorum’u (“Can’t fiet You out of My Head”) yapıyorum. Anne’nin hiç fikri yok. “Çok zor bir şey seçmişsin… Televizyondan mı duydun?”
“Hayır, senden.” Kendimi tutamayıp sözlerini söylüyorum haykırarak, Anne kendisinin tam bir budala olduğunu söylüyor.
“Mankafa” Ona iki öpücük veriyorum.
Ellerimi yıkamak için sandalyemi Lavabo’ya yanaştırıyorum, kâseleri de, onları nazikçe yıkamak zorundayım, ama kaşıkları klik klok yapabilirim. Ayna’ya dilimi çıkarıyorum. Anne arkamda, yüzümün Cadılar Bayramı’nda yaptığımız maske gibi onunkinin üstüne yapıştığım görebiliyorum. “Keşke resim daha iyi olsaydı” diyor, “ama en azından nasıl biri olduğunu gösteriyor.”
“Nasıl biriyim ben?”
Ayna’da alnımın olduğu yeri tıklatıyor, parmağı ardında bir çember bırakıyor. “Hık diyip burnumdan düşmüşsün.”
“Nasıl hık diyip burnundan düşüyorum?” Çember neredeyse yok oluyor.
“Tıpkı bana benziyorsun demek. Sanırım benden yapıldığın için, burnumdan düşmüş gibi olmalısın. Aynı kahverengi gözler, aynı büyük ağız, aynı sivri çene…”
Aynı anda ikimize bakıyorum, Ayna’daki biz de bize bakıyor. “Aynı burun değil.”
“Eh, şimdilik seninki çocuk burnu elbette.”
Burnumu tutuyorum. “Düşüp yerine yetişkin bumu mu çıkacak?”
“Yo, yo, sadece büyüyecek. Aynı kahverengi saçlar-“
“Ama benimki tam ortama kadar uzanıyor, seninki sadece omuzlarına kadar.”
“Doğru” diyor Anne, Diş Macunu’na uzanırken. “Senin tüm hücrelerin benimkinden iki kat daha canlı.”
Şeylerin yarım canlı olabileceğini bilmiyordum. Yine Ayna’ya bakıyorum. Uyku tişörtlerimiz ve çamaşırlarımız da farklı, onunkilerde ayıcık yok.
İkinci kez tükürdüğünde, Diş Macunu sırası bana geliyor, her bir dişimi her yönden fırçalıyorum. Anne’nin Lavabo’daki tükürüğü bana azıcık bile benzemiyor, benimki de. Hepsini yıkıyorum ve vampir gibi gülümsüyorum.
“Ayyy.” Anne gözlerini eliyle örtüyor. “Dişlerin öyle temizlenmiş ki, Közlerim kamaştı.”
Onunkiler bayağı çürük, çünkü onları fırçalamayı unutmuş, şimdi üzülüyor ve artık unutmuyor, ama dişleri hâlâ çürük.
Sandalyeleri kapatıyorum ve ikisini de Kapı’nın yanına Çamaşır Askısı’na dayıyorum. Her seferimle homurdanıyor ve yer olmadığını söylüyor ama tamamen dimdik dursa çok yer olur. Ben de dümdüz katlanabilirim, ama o kadar da düz değil, kaslarını yüzünden, canlıyım ya. Parlak sihirli metalden yapılma Kapı, benim Gardıırop’a kapanmış olmam gereken dokuzdan sonra bip bipliyor.
Tanrı’nın sarı yüzü bugün içeri gelmiyor, Anne kardan geçmekte güçlük çektiğini söylüyor.
“Kar nedir?”
“Bak işte” diyor, yukarıya işaret ederek.
Tepe Pencere’nin üstünde birazcık ışık var, geri kalanı tamamen karanlık. Televizyon içinde kar beyaz, ama gerçeği değil, bu tuhaf, “Neden üstümüze düşmüyor?”
“Çünkü dışarıda.”
“Dış Uzayda mı? İçerde olsaydı keşke, onunla oynayabilirdim.”
“Ha, ama o zaman erirdi, çünkü burası güzel ve sıcak.” Mırıldanmaya başlıyor, “Bırak Yağsın Kar” |”Let it Snow”) olduğunu hemen buluyorum, ikinci dizeyi söylüyorum. Sonra “Kış Harikaları Diyar’na (“Winter Wonderland”) yapıyorum, Anne daha yüksek sesle katılıyor bana.
Her sabah yapacak binlerce şeyimiz var, dışarıya su sıçramasın diye Bitki’ye Lavabo’da su vermek, ardından onu Konsol’un üstündeki tabağına geri koymak gibi. Bitki eskiden Masa’da yaşıyordu, ama Tanrı’nın yüzü onun bir yaprağını yaktı. Geriye dokuz tane kaldı artık, tümü benim elim genişliğinde, hepsi de Anne’nin köpeklerin olduğunu söylediği gibi tüylü. Ama köpekler sadece Televizyon. Dokuzu sevmiyorum. Gelen minicik bir yaprak buluyorum, onu iki kez görmüştüm, bu yüzden on sayılır.
Örümcek gerçek. Şimdi ona bakıyorum ama Masa’ıun bacağıyla tablası arasında bir ağ var sadece. Masa’nın dengesi çok iyi, bu çok garip, ben tek ayağımın üstünde durduğumda bunu çok uzun süre yapabiliyorum, ama sonunda hep düşüyorum Anne’ye Örümcek’ten söz etmiyorum. Ağı süpürüp atar, bunların pis olduğunu söylüyor ama bence çok ince gümüşe benziyor. Anne yaban yaşamı gezegeninde birbirlerini yiyerek dolaşıp duran hayvanları seviyor, ama gerçek olanları sevmiyor. Dördümde olduğum zamanlarda, Ocak’a yürüyen karıncaları seyrediyordum ki, koşup yiyeceklerimizi yemesinler diye hepsinin üstüne vurdu. Bir dakika önce canlıyken, bir sonraki dakika kir olmuşlardı. O kadar ağladım ki, gözlerim çıkacaktı neredeyse. Sonra bir başka seferinde, gece nnnnn nnnnnnnnnng nnnng diye beni ısıran bir şey vardı ve Anne, Raf’ın altında Kapının olduğu Duvar’a yapıştırdı onu, bir sivrisinekmiş. Ovarak sililiği halde iz hâlâ orda, sivrisineğin yeniyetme bir vampir gibi benden çaldığı kanımmış. Kanımın benden çıktığı tek sefer o oldu.
Anne, yirmi sekiz minik uzay gemisi olan gümüşümsü ambalajdan ilacım alıyor, ben de oğlanın amuda kalktığı şişeden bir vitamin, tenis oynayan kadın resimli büyük şişeden o da bir tane alıyor. Vitaminler hastalanmamak ve hemen Cennet’e dönmemek için yapılan ilaçlar. Ben hiç gitmek istemiyorum, ölmeyi sevmiyorum, ama Anne insan yüz yaşma geldiğinde ve oyun oynamaktan usandığında bunun olmasının doğal olacağım söylüyor. Ayrıca bir de ağrı kesici alıyor. Bazen iki tane alıyor, ama asla ikiden çok almıyor, çünkü bazı şeyler bize iyi gelir ama fazlası çok kötü yapabilir.
“Kötü Diş mi?” diye soruyorum. Ağzının arkasında üst tarafta olanı, o en kötüsü.
Anne başryla onaylıyor.
“Neden her gün iki kesici almıyorsun?”
Yüzünü buruşturuyor. “O zaman bağımlı olurum.”
“Ne – ne olursun?”
“Bir kancayla bağlanmış gibi. Daha kötüsü, gitgide daha çoğuna ihtiyaç duyabilirim.”
“İhtiyaç duymak kötü müdür?”
“Açıklaması biraz zor.”
Anne her şeyi biliyor, bir tek doğru hatırlamadığı şeyler dışında, ya da bir şeyi bana açıklayamayacağı kadar küçük olduğumu söylediği zamanlar dışında.
“Dişimi düşünmediğim zamanlarda biraz daha iyi oluyor” diye anlatıyor bana.
” Nasıl yani?”
“Buna irade gücüyle acıyı yenmek denir. Eğer aklımızdan çıkarırsak, acı yok olur.”
Benim bir yerim acıdığında, hiç aklımdan çıkmıyor. Anne benim omzumu ovuyor, ama aslında omzum acımıyor. Gene de hoşuma gidiyor.
Ona örümcek ağını hâlâ anlatmıyorum. Anne’nin-değil-benim olan bir şeye sahip olmak garip, Başka her şey bizim. Sanırım bedenim, ve kafamdaki düşünceler benim. Ama hücrelerim onun hücrelerinden yapılma, bu yüzden ben bir çeşit ona aidim. Ayrıca ne düşündüğümü söylediğim zamanlar o da bana ne düşündüğünü söylüyor, birimizin fikirleri öbürünün kafasına sıçrıyor, tıpla sarının üstüne mavi pastel sürüp yeşil yapmak gibi.
8:30’da Televizyon’un düğmesine basıyorum ve üçüne sırayla basıp sonunda Kâşif Dora’yı buluyorum, yaşasın. Anne resmi düzeltmek için kulaklarından ve başından Tavşancık’ı ağır ağır oynatıyor. Dört olduğum zamanlarda bir gün Televizyon öldü ve ağladım ağladım, ama gece Yaşlı Nick bize Televizyon’u hayata döndürecek sihirli bir dönüştürürü kutu götürdü. Üçüncüden sonra öbür kanallar hep bulanık, bu da gözlerimizi acıttığından onları seyredemiyoruz, sadece müzik olduğunda üstüne Battaniye’yi örtüyoruz ve onun griliğinden gelen müziği dinleyerek popomuzu sallıyoruz.
Bugün sarılmak için parmaklarını Dora’nın başına koyuyorum ve artık beş olduğumdan, sahip olduğum süper güçlerden söz ediyorum ona, gülümsüyor. Uçları sivri kesilmiş, tam bir kahverengi miğfere benzeyen kocaman bir saçı var, geri katanı kadar büyük hem de. Seyretmek İçin Anne’nin kucağına Yatak’a oturuyorum yeniden, altımda sivri kemik kalmayana kadar iyice kıpırdanıp yerleşiyorum. Yumuşak çok yeri yok, ama olanlar da süper yumuşak.
Dora gerçek dilde olmayan bir şeyler söylüyor, bunlar İspanyolca, fo hicimos’ gibi şeyler. Hep bir Sırt Çanlası’yla dolaşıyor, Sırt Çantası’nın içi dışından çok daha büyük, Dora’nın ihtiyacı olan bir sürü şeyle dolu, dans etmesi ve futbol oynaması ve flüt çalması ve en iyi arkadaşı Boots’la maceralara atılması için gereken merdiven veya uzay giysileri gibi Dora her zaman benim yardımıma ihtiyacı olacağını söylüyor, sanki ben büyülü bir şey bulabilirmişim gibi, devamlı “Eveeeeeeet” dememi bekliyor Bağırıyorum “Palmiyenin arkasında” diye, o zaman palmiye ağacının arkasına tıklıyor, sonra da Teşekkür ederim” diyor. Televizyon kişilerinin başka hiçbiri dinlemiyor. Harita her sefer üç yeri gösteriyor, ikinciye ulaşmak için önce birinciye gitmek zorundayız, en son da üçüncü geliyor. Dora ve Boots’la birlikte, onlarla el ele yürüyorum, özellikle taklalar veya çak-bir-heşlik ya da Aptal Tavuk Danslı şarkıların tümüne katılıyorum. Sinsi biri olan Arakçı’ya dikkat etmek zorundayız, üç kez “Arakçı, ayıp sana” diye bağırınca, o adamakıllı deliriyor ve “Hay aksi!” diyerek ordan uzaklaşıyor. Bir keresinde Arakçı bir uzaktan kumandalı robot kelebek yaptı, ama kelebek bozuldu, yapması gerekenler yerine Arakçı’nın maskesini ve eldivenlerini arakladı, çok ama çok komikti. Bazen yıldızlan yakalıyoruz ve onları Sırt Çanlası’mn gözüne koyuyoruz, ben her şeyi uyandıran Gürültücü Yıldızla tüm şekilleri dönüştürebilen Dönüştürücü Yıldız’ı seçmiştim.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıOda
  • Sayfa Sayısı296
  • YazarEmma Donoghue
  • ISBN6051119939
  • Boyutlar, Kapak14x23 cm, Karton Kapak
  • YayıneviDoğan Kitap / 2011

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Soğuk Ter ~ Pierre Boileau, Thomas NarcejacSoğuk Ter

    Soğuk Ter

    Pierre Boileau, Thomas Narcejac

    Pierre Boileau ve Thomas Narcejac ikilisinin 1954’te Ölüler Arasından başlığıyla yayımlanan bu klasik kara romanı, gerilim filmlerinin büyük ustası Alfred Hitchcock’un unutulmaz filmi Vertigo’ya...

  2. Leonard ve Hevesli Paul ~ Rónán HessionLeonard ve Hevesli Paul

    Leonard ve Hevesli Paul

    Rónán Hession

    Leonard ve Hevesli Paul, otuzlarındaki iki arkadaşın hayatta anlamlı buldukları şeyleri koruma çabalarını hikâye ediyor. Kitap, bu dünyanın sıcak kalpli gözden kaçan insanları hakkında:...

  3. Garson ~ Matias FaldbakkenGarson

    Garson

    Matias Faldbakken

    Hills isimli asırlık bir Avrupa restoranında, orta yaşlı bir garson işinin değişmez yönleriyle gurur duyuyor: Kusursuz bir üniforma, bir örnek masa örtüleri, müdavimleri ve...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur