Gonçarov’un tembelliğe yeni bir tanım getiren eseri Oblomov yazıldığı zamanda büyük ses getirmiş ve bir buçuk asır sonra bile tembellikten konuşurken akla gelen ilk isim olmuştur. Gonçarov’un, Oblomov’un tembelliği üzerinden bir ulusun içinde bulunduğu hali mizahi bir dille anlattığı bu roman her okuyana biraz “Oblomov” olduğunu fark ettirir.
Oblomov ve ondan daha tembel uşağı Zahar, Rusya’yı; Oblomov’un her durumda yardıma koşan dostu Ştoltz disipliniyle Avrupa’yı temsil etmektedir. Bir de Oblomov’un hiç ummadığı bir anda tanıştığı Olga vardır, bakalım aşkın gücü Oblomovluğu yenecek midir?
Evet, muazzam bir tembelsin; evet, miskinliğin yeryüzünü tozlandırıyor; evet, kaderin bile uyuşukluğa kapılıyor sen doğrulurken. İyi de, yüz elli yıldır nasıl oluyor da tembellik etmeden her birimizle ayrı ayrı ilgilenme zahmetine katlanabiliyorsun? Ve biz, nasıl oluyor da, “bize ne” diyemiyoruz “senin uyuşukluğundan…”
Ali Ayçil
***
BİRİNCİ BÖLÜM
İlya İlyiç Oblomov, bir sabah, Gorohovaya Sokağı üzerinde bulunan ve neredeyse bir kasaba halkı kadar insanı barındıran büyük evlerden birinde, yatağına uzanmıştı.
Otuz iki otuz üç yaşlarında, koyu gri gözlü, orta boylu, düzgün yapılı, iyi görünümlü, fakat yüzünde herhangi bir düşünce belirtisi taşımadığı gibi, buna dair en ufak çabanın izi bile okunmayan bir adamdı. Düşünce, onun simasında avare bir kuş misali dolaşıyor, gözlerine şöyle bir uğradıktan sonra, yarı açık dudaklarında biraz duraklıyor, bir süre alnının kıvrımlarında saklandıktan sonra tamamen silinip gidiyordu. O zaman kayıtsızlığın tek renkli ışığı bütün simasını kaplıyordu. Zamanla bütün vücuduna yayılan bu kayıtsızlık, hırkasının kıvrımlarına kadar işliyordu.
Zaman zaman gözleri can sıkıntısı ya da yorgunluğa benzer bir duyguyla dalgalansa da, bütün varlığına hâkim olan ve bir an olsun onu bırakmayan rehavetini, ne yorgunluk ne de can sıkıntısı dağıtabiliyordu. Gözlerinde, gülüşünde, başının, ellerinin her hareketinde rahat, açık, temiz bir ruhun ifadesi kendini gösteriyordu. Oblomov’a dışarıdan, kayıtsız ve yüzeysel bir şekilde bakan biri onun için ‘İyi yürekli, kuzu gibi bir adamcağız olsa gerek’ diye düşünürdü. Daha yakından, daha derinlemesine bakan biriyse bir süre yüzünü inceledikten sonra güzel düşüncelerle gülümser geçerdi.
İlya İlyiç’in teni ne pembe ne esmer ne de soluktu. Rengi yok gibiydi ya da yüz adalelerinin yaşma uygun olmayan gevşekliği yüzünden öyle görünüyordu. Belki de havasızlık, hareketsizlik ya da her ikisi birden böyle görünmesine neden oluyordu. Boynunun dümdüz ve bembeyaz derisi, küçük yumuşak elleri, düşük omuzları bir erkekte az görülür incelikteydi.
Hareketleri çekingen ve nazikti. En telaşlı zamanlarda bile zarif bir tembellik içinde olurdu. Kaygılı bir anında gözleri bulanır, alm buruşur, yüzünde tereddüt, sıkıntı ve korku birbirine karışır, fakat bu kaygı binde bir oranında belirli bir fikre dönüşür, çok daha nadir olarak da bir niyete kadar varırdı. Bu gibi durumlarda çoğunlukla iç çekmekle yetinir, sonrasında tam bir durgunluğa, bir uyuklama haline yenik düşerdi.
Oblomov’un evde giydiği kıyafet durgun çehresine ve yumuşak vücuduna çok yakışıyordu. Acem işi bir ropdöşambırı vardı; Avrupa’ya ait hiçbir özelliği olmayan bu ropdöşambır her bakımdan Doğu’nun izlerini taşıyordu. Ne püskülü ne kadifesi ne de bel kıvrımı vardı; o kadar da genişti ki Oblomov’u iki kere sarabilirdi. Ropdöşambırın Asya biçimi kolları, bileklerinden omuzlarına doğru genişliyordu; eskiyip, ilk zamanlardaki parlaklığını kaybetmiş olmasına rağmen zamanın kazandırdığı bir cila ile parlıyor, her şeye rağmen Doğu’ya has göz alıcı renklerini koruyor, kumaşı eskisi kadar sağlam görünüyordu.
Oblomov için bu ropdöşambırın değeri paha biçilmezdi. Yumuşaktı, esnekti, vücudu onu hiç hissetmiyordu. Efendisinin en küçük hareketine uysal bir köle gibi boyun eğiyordu.
Oblomov, evinde hiç yelek giymez, kravat takmazdı; rahat, serbest olmak isterdi. Uzun, yumuşak, geniş terlikleri vardı. Uyandığında, gözlerini açmadan, ayaklarını yatağından aşağı sarkıttığında hemen terliklerini isabet ettirirdi.
Uzanmak İlya İlyiç için ne hastalarda ya da uykusu gelmiş insanlarda olduğu gibi bir mecburiyet ne yorgun birindeki gibi geçici bir ihtiyaç ne de uyuşuk bir insandaki gibi bir zevkti. Bu onun en doğal haliydi. Evde olduğu zamanlar -ki evde olmadığı zaman yok gibiydi hep uzanırdı; hem de aynı odada. Kendisini ilk defa içinde gördüğümüz bu oda onun hem yatak hem çalışma hem de misafir odası idi. Üç odası daha vardı. Ama onları yalnız sabahları, hizmetçi çalışma odasını temizlerken -bu da her gün olmazdı şöyle bir görürdü. Bu odalardaki eşyaların üzeri örtülü, camlarda perdeler inik olarak dururdu.
İlya İlyiç’in yattığı oda ilk bakışta zengin bir görüntü veriyordu. Maun bir yazı masası, ipeklerle örtülü iki sedir, üzerinde pek bilinmeyen türlü meyve ve çiçek desenleri olan güzel bir paravan, ipek perdeler, halılar, birkaç resim, tunç heykeller, Çin porselenleri ve birçok güzel tablo odayı dolduruyordu.
Ama zevkli, görgülü bir göz daha ilk bakışta bütün bunların sırf öyle olması gerektiği için odaya serpiştirildiğinin farkına varabilirdi. Çalışma odasını döşerken Oblomov’un akimda başka bir şey yoktu. Ağır kaba akaju sandalyeler, iğreti duran bir etajer, ince bir zevki tatmin edebilecek şeyler değildi. Sedirlerden birinin arkası içine çökmüş, tahtalar yer yer birbirinden ayrılmıştı. Resimler, vazolar, bibloların durumu da farklı değildi.
Oblomov’un kendisi bile bu odadaki eşyalara kayıtsız ve yabancı gözlerle bakar ve bütün bu ıvır zıvırı buraya kimin getirdiğini merak eder gibi görünürdü. Oblomov’un kendi eşyalarına karşı kayıtsızlığı bir yana, hizmetçisi Zahar’m efendisini bile geride bırakan duyarsızlığı nedeniyle oda o kadar karışık bir halde idi ki, biraz dikkat eden biri hayret etmekten kendini alamazdı.
Örümcek ağları duvarlardaki resimlerin dört bir yanını sarmış, püskül püskül kenarlardan sarkmaya başlamıştı. Aynalar, eşyayı yansıtmaktan ziyade üzerlerindeki toza yazarak not almaya yarar hale gelmişlerdi.
Halıların üzerindeki lekeler ve divanın üstünde unutulan bir havlu öylece duruyordu. Yemek masasının üzerinde akşam yemeğinden kalma yemek artığı ile bir tabak, bir tuzluk, kemik parçaları ve ekmek kırıntıları görmek neredeyse her sabah karşılaşılan, olağan bir manzaraydı.
Bu tabak, yatağın kenarında dumanı hâlâ tüten pipo ve yatakta uzanan adam olmasa buranın çoktan terk edilmiş bir yer olduğunu sanabilirdiniz. O kadar tozlu, o kadar soluk, o kadar insan izinden yoksundu her şey. Gerçi etajerin üstünde açık duran iki üç kitap, bir gazete, yazı masasında bir hokka ve kalem vardı ama kitapların çevrilen yaprakları sararmış, tozla kaplanmıştı. Kim bilir ne zaman açılmış ve öylece bırakılmıştı. Gazete geçen seneye aitti. Hokkaya bir kalem batıracak olsanız içinden mürekkep yerine ürkmüş bir sinek vızıldayarak kaçardı.
O sabah İlya İlyiç nedendir bilinmez, her zamankinin aksine erken uyanmıştı. Sekiz sularıydı. Düşünceli görünüyordu. Yüzünde bir endişe, bir keder ve sıkıntı ifadesi vardı. İçinde bir kavga olduğu belliydi ama zihni henüz bu kavgaya karışıp düzen sağlamaya hazır değildi.
Önceki sabah, çiftliğinin kâhyasından aldığı mektup keyfini kaçırmıştı. Bir kâhyadan gelen mektupta keyif kaçıracak şeylerin neler olduğunu herkes tahmin edebilir: Ürünün kötülüğü, alacakların toplanamaması, gelirin azalması vs. Geçen sene de, daha önceki sene de kâhya buna benzer mektuplar yazmıştı ama bu kez gelen mektup Oblomov’u iyice şaşırtmış ve korkutmuştu.
Kolay mı ki? Ciddi tedbirler almak gerekiyordu.
İlya İlyiç’e işlerine verdiği önem konusunda haksızlık etmemek gerekir.
Birkaç sene önce kâhyanın ilk mektubunu aldığı zaman, çiftliğinde bazı köklü değişiklikler, yenilikler yapmayı düşünmeye başlamıştı.
Yönetim, tasarruf tedbirleri ve buna benzer başka konularda yeni düzenlemeler yapmayı düşünmüş ama bunlar kafasında henüz yeteri kadar olgunlaşmamıştı. Kâhyadan gelen olumsuz haberlerle dolu mektuplar her sene onu yeniden düşünmeye zorluyor, dolayısıyla rahatını kaçırıyordu. Oblomov bir yandan aklindakilerin olgunlaşmasını beklerken bir yandan da acil önlemler almak zorunda olduğunun farkındaydı.
Uyanır uyanmaz yataktan çıkıp yüzünü yıkamaya, çayını içtikten sonra her şeyi inceden inceye düşünerek planlamaya, düşüncelerini yazmaya yani bu sorunu gerektiği gibi ele almaya niyetlenmişti.
Yataktan çıkmadan, yarım saat kadar bu niyetle savaştı, ardından niyetini her zamanki gibi yatağında içeceği çaydan sonraya erteledi. Öyle ya insan yatakta da düşünebilirdi, buna bir engel yoktu.
Öyle de yaptı. Çayını içtikten sonra yatağında doğruldu, kalkacak gibi oldu, terliklerine baktı, hatta bir ayağını yataktan aşağıya sarkıtmaya bile niyetlendi ama hemen geri çekti.
Saat dokuz buçuğu gösteriyordu. İlya İlyiç telaşlandı.
Yüksek sesle, sinirli sinirli, “Nedir bu yaptığım,” dedi, “bu kadar da olmaz, kalkıp işe başlamak gerek. Kendimi bırakırsam sonra bir daha… Zahar!” diye bağırdı.
İlya İlyiç’in odasından küçük bir koridorla geçilen, yan taraftaki odadan önce bir çoban köpeğinin homurdanmasına benzer bir gürültü, sonra döşemeye yüksekten düşen iki ayağın sesi geldi. Zahar, her zaman uzanıp uyukladığı sobanın üstünden atlamıştı.
Odaya giren yaşlıca adamın üzerinde uzun gri bir ceket, onun koltuk altlarındaki yırtıklardan görünen kirli bir gömlek ve sarı bakır düğmeli bir yelek vardı. Kafası dımdızlaktı ama kulaklarının yanında, her birinden üç sakal çıkabilecek kadar gür, kırlaşmış iki favori uzamıştı.
Zahar ne üstünü başını, ne de Tanrı’nm kendisine bağışladığı görüntüyü değiştirmek için hiç uğraşmamıştı. Elbiseleri, köydeki çiftlikten gelen örneğe göre yapılmıştı. Kısmen askeri üniformaya benzeyen gri ceket ve gri yeleği zamanında efendilerinin peşi sıra kiliseye ya da misafirliğe giderken giydiği uşak üniformasını hatırlattığı için hoşuna gidiyordu. Bu üniforma Zahar’m anıları arasında Oblomovlarm büyüklüğünü temsil ediyordu.
Bir zamanlar efendilerinin, çiftliğin sessizliği içinde sürdükleri rahat ve zengin hayattan ihtiyarın aklında kalan yalnızca buydu. Yaşlı efendiler ölmüş, aile resimleri de çiftlikte, kim bilir hangi çatı arasında çürümeye terk edilmişti. O eski görkemli hayatın, bu şanlı ailenin efsanesi de tamamen unutulmasa bile, yalnızca birkaç ihtiyar köylünün hafızasında kalmıştı. İşte Zahar bu yüzden bu uzun, gri cekete değer veriyordu. Hayal meyal de olsa bu ceket ona geçmiş günleri hatırlatıyordu. O günlere dair izleri genç efendisinin, eski efendilerini hatırlatan yüzünde, hareketlerinde, geçici heveslerinde görüyordu. Zahar bu geçici heveslere karşı zaman zaman içinden ya da açıkça söylense bile, onlara, efendi hakkının ve gücünün belirtisi olarak saygı duyuyordu.
Bu geçici hevesler olmasa Zahar, genç efendisinin üstünlüğünün farkına nasıl varacaktı? Onlar da yok olur giderse Zahar’m gençliğini, çoktan ayrıldığı köyünü, ihtiyar uşakların, sütninelerin, hizmetçile rin kuşaktan kuşağa tarihini aktardığı bu eski aileyi hatırlatacak ne kalırdı?
Oblomov ailesinin büyük serveti ve şöhreti dört bir yana yayılmıştı bir zamanlar. Fakat bu şöhret ve zenginlik her nasılsa zamanla tükenmiş, aile gittikçe fakirleşip, dağılmış, sonunda yeni türeyen zenginler arasında kaybolup gitmişti. Yalnız ak saçlı uşaklar bu uzak geçmişi kutsal bir hatıra gibi saklıyor ve birbirine aktarıyordu.
Zahar işte bu nedenle uzun gri ceketinden ayrılamıyordu. Favorilerine bu kadar bağlı olması da belki çocukluğunda bu aristokrat süsünü taşıyan bir sürü uşak gördüğü içindi.
Düşüncelere dalan İlya İlyiç uzun zaman Zahar’m geldiğini fark etmemişti. Önünde sessizce duran Zahar nihayet öksürdü.
İlya İlyiç:
“Ne var?” diye sordu.
“Beni çağırdınız ya!”
“Ben mi çağırdım? Ne zaman? Hatırlamıyorum. Yerine git. Nasılsa hatırlarım.”
Zahar gitti. İlya İlyiç olduğu yerde uğursuz mektubu düşünmeye devam etti.
Böylece bir çeyrek saat daha geçti.
“Ee, bu kadar yatmak yeter! Artık kalkmak gerek… Ama dur, şu kâhyanın mektubunu bir daha dikkatle okuyayım da sonra kalkarım. Zahar!”
Tekrar aynı sıçrama, daha kuvvetli bir homurdanma. Zahar tekrar geldi. Oblomov yeniden düşüncelerine dalmıştı. Zahar bir iki dakika efendisine yan gözle, kötü kötü baktıktan sonra kapıya doğru yönelmişti ki, Oblomov aniden:
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
Zahar hırıltıya benzeyen boğuk sesiyle:
“Bir şey söylemiyorsunuz ki, neden durayım?” dedi.
Zahar’m sesi hep böyleydi. Yaşlı efendisiyle ava gittiği bir gün boğazına yel kaçmıştı. O böyle açıklıyordu sesinin boğukluğunu.
Odanın ortasında yarı dönmüş bir halde, yan gözle bakıyordu Oblomov’a.
“Bacakların mı kurudu senin? Ayakta duramıyor musun? Görüyorsun ki meşgulüm. Biraz olsun sabretsene! Uykunu alamadın mı? Dün kâhyadan gelen mektubu bul bana! Nereye koydun?”
“Hangi mektup? Ben mektup falan görmedim.”
“Postacının sana verdiği mektup. Kirli bir zarf!”
Zahar masanın üstündeki kâğıtları, ıvır zıvırı karıştırarak: “Nereye koyduğunuzu ben ne bileyim?” dedi.
“Senin zaten bir şeyden haberin olmaz ki! Kâğıt sepetine bak! Belki kanepenin arkasına düşmüştür. Hani kanepenin arkası tamir edilecekti? Gidip marangozu getirmek zor mu geliyor sana? Üstelik kıran da sensin. Hiçbir şeyi düşündüğün yok.”
“Ben kırmadım; kendi kendine kırıldı. Eşya bu, yüz sene dayanmaz ya, elbet günün birinde kırılacak.”
İlya İlyiç cevap verme gereğini duymadı buna. Yalnız:
“Buldun mu?” diye sordu.
“Burada bir sürü mektup var.”
“Onlar değil.”
“Başka da yok.”
İlya İlyiç sabırsızlıkla:
“Tamam git!” dedi. “Kalkıp kendim bulurum mektubumu.”
Zahar yerine gitti fakat sobanın üstüne atlamak için hızlandığı sırada yeniden efendisinin sesi duyuldu:
“Zahar, Zahar!”
Zahar, efendisinin odasına gelirken söyleniyordu:
“Ah, yarabbi! Bu nasıl bir işkencedir! Tanrı canımı alsa da kur-tulsam…”
Zahar bir eliyle kapının tokmağını tutmuş, sinirlendiğini belli etmek için efendisine o kadar yan gözle bakıyordu ki onu ancak göz ucuyla görebiliyordu. Oblomov ise koca bir favoriden başka bir şey göremiyordu. Neredeyse favoriden birkaç kuş havalanacak gibiydi. Sertçe:
“Çabuk mendilimi getir. Bu kadarını bile kendin düşünemiyorsun. Görmüyor musun burnumu?” dedi.
Zahar bu emir ve sitem karşısında memnuniyetsizlik de, şaşkınlık da göstermedi. Bunları normal karşıladığı anlaşılıyordu.
“Tamam ama mendilinizin nerede olduğunu ben nereden bileyim?” diyerek odanın içinde dolaşıyor ve üzerlerinde hiçbir şey olmadığı açıkça görülen sandalyeleri birer birer yokluyordu. Mendili aramak üzere salona doğru yönelmişken kapının önünden:
“Her şeyinizi kaybediyorsunuz!” dedi.
“Nereye gidiyorsun? Buralara bak. Üç gündür salona gitmedim. Haydi elini çabuk tut.”
Zahar elini kolunu sallıyor, etrafa bakmıyor ve; “Nerede bu mendil? Yok işte!” diyerek söylenip duruyordu ki aniden sesini yükseltti:
“Hah, işte burada körolası! Altınızda, ucu görünüyor. Üstüne yatmışsınız, bir de bana soruyorsunuz!”
Zahar, cevap beklemeden kapıya doğru yürürken, Oblomov utanmış olmanın etkisiyle suçu Zahar’m üzerine atmak için başka bir bahane buldu.
“Şu odanın haline bak. Bu pislik, bu toz nedir? Aman Tanrım! Şu köşe bucağa bir bak. Hiçbir iş yaptığın yok.”
Zahar, kırgın:
“Demek hiçbir şey yapmıyorum?” diye sordu. “İşten kaçıyorum öyle mi? Daha ne yapayım? Gücümün yettiği kadar çalışıyorum. Toz alıyorum, ortalığı hemen her gün süpürüyorum…”
Zahar döşemenin ortasını ve Oblomov’un yemek yediği masayı gösterdi.
“Bakın işte,” dedi, “her şey süpürülüp, derlenip toplanmış, düğün varmış gibi… Daha ne istiyorsunuz?”
İlya İlyiç onun sözünü kesti ve parmağıyla masayı işaret ederek:
“Ya bu! Bu ne? Şuraya bak.” diyerek dünden kalan havluyu, tabağı, ekmek parçasını gösterdi. Zahar, tabağı kaldırarak:
“Eh! Bu kadar da olur. Şimdi toparlarım.” dedi.
Oblomov duvarları gösterdi:
“Hepsi bu mu? Ya duvarlardaki tozlar, ya örümcek ağları?..” “Onlar bayrama. O zaman kutsal tasvirleri temizler, örümcek ağlarını alırım…”
“Ya kitaplar, resimler?..”
“Kitaplar, resimler Noel bayramına. O zaman Anisya ile dolapları düzelteceğiz. Hem şimdi nasıl düzeltelim? Evden çıktığınız yok ki!” “Bazen tiyatroya, misafirliğe gidiyorum ya!”
“Gece temizlik mi olurmuş?”
Oblomov, Zahar’a küskün bir ifadeyle baktı, başını salladı ve içini çekti. Kayıtsızca pencereye bakan Zahar da içini çekti. Efendisi galiba içinden, “Ah dostum, sen Oblomov’lukta benden de betersin” diye düşünüyordu. Zahar’m akimdan geçenlerse aşağı yukarı şunlar olmalıydı: “Yalan söylüyorsun! Sen yalnızca büyük ve acı sözler söylemeyi bilirsin. Yoksa tozmuş, örümcek ağıymış öyle şeylerle işin olmaz.“ İlya İlyiç bağırdı:
“Tozdan güve çıkıyor, anlamıyor musun? Duvarda tahtakurusu bile gördüğüm oluyor.”
Zahar umursamazca cevap verdi:
“Benim odamda da pire var.”
Oblomov:
“Eh! Peki hoşuna gidiyor mu? İğrenç şeyler bunlar.” diye bağırdı. Zahar’m kocaman gülümsemesi yüzüne yayıldı, kaşlarına uzandı, oradan favorilerine geçip onları kabarttı, yüzüne yayılan kırmızılık alnına kadar uzandı. Masum bir şaşkınlıkla söylendi:
“Dünyada tahtakurusu varsa ben ne yapayım? Ben icat etmedim ya bunları.”
“Pislikten oluyorbunlar, pislikten. Saçmalayıp durma.”
“Pisliği de ben icat etmedim!”
“Senin odanda sıçanlar da var. Bütün gece koşuşup duruyorlar, işitiyorum.”
“Sıçanları da ben yaratmadım. Bütün bu hayvanlar, kediler, tahtakuruları her yerde bol bol var.”
“Hiç de değil! Başkalarının evinde yok.”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıOblomov
- Sayfa Sayısı528
- Yazarİvan Aleksandroviç Gonçarov
- ISBN9786055656676
- Boyutlar, Kapak14 x 20 cm , Karton Kapak
- YayıneviAntik Kitap / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Taşocağı ~ Damon Galgut
Taşocağı
Damon Galgut
Suçluluk hissi dipsiz bir kuyudur. Vaat romanıyla 2021 Booker Ödülü’ne değer görülen Damon Galgut’un kaleme aldığı Taşocağı, ölüm ve aldatmaca üzerine geç keşfedilmiş bir başyapıt! Başkasına ait...
- Gökyüzünün Tüm Mavisi ~ Melissa Da Costa
Gökyüzünün Tüm Mavisi
Melissa Da Costa
Aşılmaz gibi görünen acıların içinde saf ve engellenemez bir şekilde açan yaşam sevinci ve iki insanın birbirini mucizevi bir şekilde bulmasının hikâyesi “Erken yaşta...
- Guguk Kuşu ~ Robert Galbraith
Guguk Kuşu
Robert Galbraith
Karla kaplı bir gecede, ışıltılı hayatıyla magazin haberlerinin gündeminden düşmeyen güzeller güzeli manken Lula Landry evinin balkonundan düşüp hayatını kaybeder. Tüm deliller intiharı işaret...