1945 kışı. On iki yaşındaki Luisa ailesiyle birlikte bir Nazi subayı olan eniştesinin çiftliğinde, görece korunmalı koşullarda sona yaklaşan savaşın bitmesini beklemekte, günlerini kitap okuyarak, hayvanlarla ilgilenerek, çevresini gözlemleyerek ve sorgulayarak geçirmektedir. Bu özgürlük ortamında çiftlikte çalışanlardan birine âşık bile olur. Gelgelelim, bombalanan şehirlerin, yollara düşmüş bitkin göçmenlerin, yaklaşan müttefik ordularının ve apar topar cepheye çağrılan gençlerin iyice görünür kıldığı ve artık hiç kimsenin kaçınamadığı dehşet, çaresizlik ve belirsizlikten o da payını alacak, hızla “büyümek” zorunda kalacaktır.
Rothmann daha önce yayımladığımız “Baharda Ölmek” adlı romanıyla diyalog halindeki bu romanında, bir ulusu yönetenlerin körlük ve inkârının, savaşın akıldışılığının sıradan insanların ilişkilerine ve hayatlarına verdiği hasarı bir kez daha sarsıcı bir anlatımla, ustaca ve incelikle ele alıyor.
*
Yatağına uzanmış kitap okurken çiftliğin üstünden geçen uçakların sesini duyduğunda, içinden kanal geçen karla kaplı arazinin pilotların gözünden nasıl göründüğünü hayal etmeye çalışırdı. Eski Ochsenweg’den kalan, kıvrılarak uzayan, iki yanında ormanlar ve tarlalar sıralanan parke taşlı yol, manastırın önünden geçerek Bovenau’ya yöneliyor ve çiftlik arazisini ikiye bölüyordu. Entengraben nehrinin iki yakasını yumuşak bir kavisle birleştiren çelik köprüden batı tarafına, beyaz badanalı çiftlik evine geçiliyordu. Dört sütunlu –Dor stili oyulmuş alçıdan― bir girişi olan bina tuğla kaplamalıydı, Fransız tarzı panjurlarla donatılmış kemerli, zarif pencerelerinde avludaki ıhlamur ağacı yansıyordu.
Tam karşısında, yemliğiyle birlikte üç yüz hayvan alacak büyüklükte tasarlanmış, kocaman inek ahırının saz damı, Gau’daki her kiliseden daha yüksekti. Çatı tepesinde, süt sağılacak saatlerde çalınan bir çan asılıydı, ahırın büyük kapısını, damızlık hayvan birliklerinin ve tarım fuarlarının verdiği renkli teneke ödüller doldurmuştu. Tarlanın olduğu tarafta, avlunun dibinde, makinelerin bulunduğu depo yer alıyordu; içinde bilenip parlatılmış demirleriyle kocaman sabanlar, traktörler ve bir de, dişli çarkından son hasattan kalma saplar sarkan biçerbağlar duruyordu.
Ancak pilotlar bunu göremezlerdi kuşkusuz, çünkü dam zarar görmemişti. Çiftliğin batı tarafının ve çiftlik evinin arkasında kalan, kenarından Eski Ader geçen küçük parkın üstünden uçtuktan sonra, ilk önce yeşil sırlı mazgal dişleri olan süthaneyi görürlerdi. Yolun bu tarafında samanlık, kümes hayvanları için büyük bir kafes, çeşitli ahırlar ve bir de demirhane vardı. Artık pek kullanılmayan tuğla binaların bir kısmı çiftlik evinden bile daha eskiden kalmaydılar, çökmeye başlamışlardı. Her fırtına damlardaki sazları biraz daha koparıyor, küfün kararttığı duvarları ya da fare ve sansar yuvalarını ortaya çıkarıyordu.
Liman şehri Kiel sürekli bombalansa da, kentten arabayla bir saatten daha az sürede ulaşılabilen bu savunmasız çiftliğe tek bir bomba bile düşmemişti. Bir keresinde bir İngiliz avcı uçağı çatıdaki saate yaylım ateşi açmış, süt sağıcıların ahırın üstündeki odalarına çıkan dış merdiveni tahrip etmişti, yine de çoğu pilot, hafifçe dalgalı tarlalarıyla, şurada burada tüten bacalarıyla, manastırın merdivenli çatısıyla ve kayın ağaçlarının arasındaki yaban hayvanlarıyla o manzarayı tam bir huzur simgesi gibi görmüş olabilir. Hiçbir yerde asker yoktu, pek az askeri araç geçiyordu ve adamlar elbette camları buğulanmış pilot kabininden yerdeki sığınakları ya da çam ormanındaki barakaların katranlı damlarını göremezlerdi nerede kalmış kanalda Kuzey Denizi’ne doğru yol alan denizaltılar.
Saat yine gece yarısını epeyce geçmişti. Avluda da tavan arasında da hiç ses yoktu, kitabın sayfasına birden mum damlayıp saydam bir birikinti oluşunca, onun altında ansızın büyüyen harfler böcek bacakları gibi titreşince Luisa üfleyip söndürdü mumu. Söndürür söndürmez de oda hemen soğumuş gibi geldi ona, örtünün altında büzüldü, esneye esneye ayaklarını ovuşturdu ve sönmüş mumun alevinin ışıltısını mobilyaların siluetlerinde gördüğünü düşündü bir an. Su bardağının kenarında da kırmızımsı bir kıpırtı vardı.
Ayağa kalktı, çatı penceresinin önüne gitti, camdaki donmuş su taneciklerini hohladı. Çayırların üstünde ay yoktu, yalnızca şurada burada birkaç yıldız, yine de şose yoldaki ağaçlar, siyah dalları seçilebiliyordu, doğuda da, sis mi duman mı olduğu anlaşılmayan ince bir perdenin gerisinde bir alev. Hangisi olursa olsun orada yanan Kiel’di.
Ertesi sabah süthaneye giderken traktör izlerinin içindeki ince buz tabakası ayakkabılarının altında çıtırdıyordu. Alte Eider’de el arabaları ve at arabaları duruyordu, iki düzine kadardılar ya da daha fazla; hemen hemen her gün yenileri ekleniyordu. Bazıları tekerleklerinin göbeğine kadar batmışlardı kıyıdaki çamura, arabaların okları karmakarışık halde göğe doğru dönmüştü.
Güneş çıkmıştı, ancak rampadaki rüzgâr bıçak gibi keskindi. Sığınmacılar, ellerinde kovaları, tencereleri ve güğümleriyle orada bekliyorlardı, bazı kadınların ayaklarında keçe çizmeler vardı, başlarına da kat kat başörtüsü sarmışlardı, kimseden ses çıkmıyordu. Çocuklar dahil hepsi gözlerini kapıya, ihtiyar Thamling’in litrelik ölçü kapları ve lor peyniri için kullanılan spatulalarla uğraştığı yere dikmişlerdi. Luisa onun sıklıkla yaşaran, açık renkli gözlerini, sarkık beyaz bıyığını ve hep keyifle söylediği “Her şey yoluna girer! Her şey mutlaka yoluna girer!” sözünü severdi.
Yine de Thamling, bekleyenlerin yanından geçip öne gelsin diye el edince rahatsız oldu. Verilen süt sınırlıydı, sona kalanlar genellikle eli boş dönüyorlardı. İnsanların homurdandığını duyar gibi oldu; dişleri dökülmüş bir kadın anlaşılmaz bir şeyler tisladı, ani çıkan rüzgârla incecik ceketi şişen koltuk değnekli bir adam Luisa’ya isteksizce yer verdi. Kâhya sırıttı. “Eh, küçük kız? Gözlerinin altındaki bu halkalar da ne? Moda mi bu şimdi? Bütün gece kitap okudun yine, değil mi? Pencerende ışık vardı.”
Yamrulmuş alüminyum bakracın kapağını açmak için epeyce uğraştılar. O arada annesinin el yazısıyla yazılmış bir pusula yere düştü, yağ da istiyordu, Luisa soluğunun soğuttuğu kalın atkıyı ağzından çekti. “Bütün gece değil ki!” dedi. “Olsa olsa birkaç saat.”
Kâhya sapı kol boyundaki kepçeyi içi fayans kaplı kazanın içinde gezdirdi. “Yine de gördüm ışığını, mumun titrek ışığını, pilotlar da görür onu, biliyor musun… Karartma diye bir şey duydun mu? Yahu, sendeki zaman bende olsaydı keşke. Uyuyabilirsin ama uyumuyorsun. Şimdi ne okuyorsun?”
“Winnetou ll” dedi Luisa. “Ama Don Quijote daha iyiydi. Yarın Define Adası’nı bitiririm, gelecek hafta da belki ‘Effie Briest’e başlarım. Hikâyesi çok acıklıymış… Kiel dün gece yandı mı?”
Thamling Luisa’ya biraz daha süt verdi, ağzına kadar dolan güğümün kapağını kapatmak için bastırınca kapağın altından kabarcıklar fışkırdı. Sonra camları renkli pencerelerin önündeki varilleri, köpeğin konulduğu ayak değirmenini işaret ederek, “Annenle babana çok selam söyle ama tereyağını ancak yarın verebilirim, Motte’nin patileri perişan. Kiel de, ya da Kiel’den geriye ne kaldıysa, hemen hemen her gece yanıyor, tatlım. Kimse sana söylememiş olabilir ama savaştayız.”
Luisa utanarak başını salladı, teşekkür etti ve rampadan aşağı dikkatlice indi. Basamakların kenarlarındaki köşebent demirleri…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıO Yazın Tanrısı
- Sayfa Sayısı176
- YazarRalf Rothmann
- ISBN9789750850967
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hep Seni Bekledim ~ Suzanne Enoch
Hep Seni Bekledim
Suzanne Enoch
ENGEL TANIMAYAN BİR TUTKU, ATEŞLİ BİR AŞK… Büyüleyici, lezzetli ve enfes. Karen Hawkins Teslim olun ve tadını çıkarın. Stephanie Laurens En sevdiğim yazarlardan bir...
- Merlin Serisi 1. ~ T. A. Barron
Merlin Serisi 1.
T. A. Barron
Anita Silvey tarafından Genç-Yetişkin okurlar için en iyi 500 Kitap arasında gösterilmiştir. Merlin dizisinin senaryo danışmanı T. A. Barron’dan sürükleyici bir eser. Dizinin hayranlarını...
- Şipşak Hikâyeler – 2 Anlatsam, İnanır Mısın? ~ Bernard Friot
Şipşak Hikâyeler – 2 Anlatsam, İnanır Mısın?
Bernard Friot
“Şipşak hikâyeler nasıl mı? Sürükleyici, elden bırakılmaz, bitmesini istemeyeceğin halde akıp giden hikâyeler. Neden mi bahsediyor? Olan bitenden ya da hiç olmamış olandan. En azından komik...