Stefan Zweig’ın öykücülüğünde ayrı bir yer tutan O muydu?, kemirici bir duygu olan şüpheyi eksene alır ve bu duygunun insanı sürüklediği kaygı, sıkıntı ve çaresizlik atmosferinden okura seslenir. Öyküye, Zweig’da benzerine pek rastlamadığımız türden, huzurlu İngiliz taşrasında polisiye bir kurgu eşlik eder.Tutkuyla savrulan hayatların yazarı, derin, yoğun ve güçlü karakterlerin yaratıcısı Stefan Zweig, bu benzersiz öyküsünde, bizi John Charleston Limpley’le tanıştırır. Mr. Limpley’in çevresi ve köpeği Ponto’yla ilişkisine, komşusu Betsy’nin titiz, şüpheci gözlerinden tanık oluruz. Zweig, kaçınılmaz felaketi, klasik İngiliz polisiyelerinden aşina olduğumuz “kim yaptı?” sorusunun etrafında düğümler.“Şahsen katilin o olduğundan neredeyse eminim; ama elimde çürütülmesi imkânsız o son kanıt yok.”
Şahsen katilin o olduğundan neredeyse eminim; ama elimde çürütülmesi imkânsız o son kanıt yok. “Betsy,” der kocam hep bana, “sen zeki bir kadınsın, hızlı ve keskin gözlem yapıyorsun, ama genellikle duygularına kapılıp hüküm vermekte acele ediyorsun.” Neticede kocam beni otuz iki yıldır tanıyor ve belki de, hatta büyük ihtimalle, bu uyarısında haklı. Dolayısıyla elimde o son kanıt olmadığı için, kendimi var gücümle içimdeki şüpheyi diğer herkesten gizlemeye zorlamam gerek. Fakat ne zaman onunla karşılaşsam, ne zaman teklifsizce ve dostça bir edayla yanıma yaklaşsa, kalbim duracak gibi oluyor. Ve içimden bir ses bana şöyle diyor: Katil kesinlikle, kesinlikle oydu. Bu nedenle kendi kendime ve sadece kendim için bütün hikâyeyi bir kez daha kurmaya çalışacağım. Yaklaşık altı yıl önce kocam kolonilerde üst düzey devlet memuru olarak geçirdiği görev süresini doldurdu ve onunla İngiliz taşrasının sessiz sakin bir köşesine çekilmeye karar verdik; amacımız, yaşlılığımızın geri kalan, akşamı hafif serin günlerini orada sükûnet içinde –çocuklarımız evleneli çok olmuştu–, çiçekler ve kitaplar gibi hayattaki küçük, huzurlu şeylerle geçirmekti. Kendimize Bath yakınlarında, kırsalda ufak bir yer bulduk. Çeşitli köprülerin altından kıvrıla kıvrıla aktıktan sonra, daima yeşil olan Limpley Stoke Vadisi’ne uzanan dar ve durgun bir ırmak olan Kenneth Avon Kanalı bu eski, saygıdeğer kentin ortasından geçiyordu.
Yüz yıldan uzun zaman önce, Cardiff’ten çıkan kömürü Londra’ya nakletmek için bu su boyuna gerçek bir ustalıkla ve büyük masraf edilerek tahta kapaklı su bentleri ve gözcü kulübeleri yapılmıştı. Kanalın sağındaki ve solundaki dar yan yollarda ağır ağır yürüyen atlar geniş, siyah barkaları sakin bir biçimde uzun yol boyunca çekerdi. Bu cömert yatırım, zamanın henüz pek az hükmünün olduğu bir devir için son derece vaatkârdı. Fakat sonra, kara yükü başkente daha hızlı, ucuz ve rahat taşıyacak olan demiryolu geldi. Trafik durdu, su bendi gözcüleri işten çıkarıldı, kanal tenhalaştı ve bataklığa döndü; ama onu bugün bu denli romantik ve büyüleyici kılan aslında tam da bu bütünüyle terk edilmişlik ve işe yaramazlık.
Durgun siyah suda dipten yükselen sık yosunlar, suyun yüzeyine bakır taşı gibi koyu yeşil bir parlaklık veriyor, çiçek kaplı bayırları, köprüleri ve bulutları bir fotoğraf sadakatiyle yansıtan, uyku hareketsizliği içindeki dümdüz yüzeyde renkli su zambakları salınıyor, ara sıra yarısı suya batmış, rengârenk otlar bürümüş, işlerin yoğun olduğu devirlerden kalma eski, kırık bir sandal kıyıda görünüyor, su bentlerinin demir çivileri çoktan paslanmış, üstü kalın bir yosun tabakasıyla kaplı. Bu eski kanal artık kimsenin umurunda değil, Bath’a yüzmeye gelenler bile onu bilmiyorlar ve biz iki yaşlı insan onun kenarındaki, eskiden atların barkaları halatlarla zar zor çekerek ilerlettikleri düz yolda yürürken saatlerce, henüz nişan ya da nikâhla onaylanmamış genç mutluluğunu kaçırıp bu komşu dedikodularından uzak köşeye saklamak isteyen gizli âşıklardan başka hiç kimseyle karşılaşmıyoruz. Tam da bu tepelerle süslü yumuşak coğrafyanın ortasındaki sessiz sakin, romantik ırmak fevkalade hoşumuza gitmişti. Bathampton Tepesi’nin güzel, gür bir çayırlık halinde kanala kadar tatlı tatlı indiği yerde, boşluğun ortasında bir arazi satın aldık. Tepeye küçük bir kır evi yaptık, oradan inen bahçeyse iç açıcı patikalarla meyve, sebze ve çiçeklerin yanından geçerek kanala kadar uzanıyordu; böylece evin hemen yanındaki bahçe taraçamızda oturduğumuzda çayırlığın, evin ve bahçenin sudaki yansımasını da görebiliyorduk.
Ev hayal bile edemeyeceğim kadar huzurlu ve iç açıcıydı; tek şikâyetim biraz ıssız bir yerde kalması, hiç komşumuzun olmamasıydı. “Gelecekler,” diye teselli ediyordu kocam beni, “burada ne kadar güzel yaşadığımızı görünce gelecekler.” Ve gerçekten de daha küçük şeftali ve erik ağaçlarımız doğru dürüst meyve vermeden, günün birinde komşu inşaatın ilk işaretleri belirdi: önce çalışkan emlakçılar, sonra ölçüm yapan harita kadastro mühendisleri, onların ardından da inşaat işçileri ve marangozlar. Birkaç hafta içinde ortaya, kırmızı tuğla çatısı ve tüm sevimliliğiyle bizimkinin yanında yükselen küçük bir ev çıktı; en sonunda da bir kamyonetle mobilyalar geldi. Ortamın sessizliğinde hiç durmadan çakma ve vurma sesleri duyuyorduk ama hâlâ komşularımızla karşılaşmamıştık. Bir sabah birisi kapımızı tıklattı.
Zeki, sıcak bakışlı, en fazla yirmi sekiz-yirmi dokuz yaşında, ince yapılı hoş bir kadın, komşumuz olduğunu söyleyerek testeremizi ödünç istedi; ustalar kendilerininkini getirmeyi unutmuşlardı. Konuşmaya başladık. Kocasının Bristol’de bir bankada çalıştığını, ama ikisinin de uzun zamandır biraz gözden uzak ve kırsal bir yerde yaşamak istediklerini, bir pazar günü kanal boyunca yürürken evimizi görür görmez beğendiklerini söyledi. Tabii kocası için bu, evle iş arasında sabah ve akşam birer saat yol gitmek anlamına geliyordu, ama yolda ahbaplık edecek birilerini bulur ve bu duruma kolayca alışırdı. Ertesi gün de biz onu ziyaret ettik. Hâlâ evde yalnızdı ve neşeli bir edayla, kocasının her şey bittikten sonra geleceğini söyledi. Öncesinde ona ihtiyacı olmayacakmış, zaten acelesi de yokmuş. Neden bilmiyorum, kocasının yokluğundan söz ederkenki umursamaz, neredeyse memnun hali hoşuma gitmemişti.
Sonradan, evde kocamla baş başa sofrada otururken, kadının kocasını pek de önemsemediğini düşündüğümü belirttim. Kocamsa beni paylayarak böyle peşin hüküm vermemem gerektiğini söyledi; ona göre kadın son derece sempatik, zeki ve hoştu, kocasının da öyle olmasını umuyordu. Çok geçmeden onunla tanıştık. Cumartesi akşamı her zamanki yürüyüşümüzü yapmak üzere…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Öykü
- Kitap AdıO muydu?
- Sayfa Sayısı56
- YazarStefan Zweig
- ISBN9789750737503
- Boyutlar, Kapak14 x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kaldığımız Yer ~ Behçet Çelik
Kaldığımız Yer
Behçet Çelik
“Aynı dili konuşuyorduk; kelimeler yakın anlamlar taşıyordu birbirimize; ama ne olduğunu bilemediğim bir engel, bir engebe, aşamadığımız bir yabancılık seziyordum, cümlelerin birbirine bağlanmasını zorlaştıran...
- Gölgeli Muhabbetler ~ Cemil Kavukçu
Gölgeli Muhabbetler
Cemil Kavukçu
Bak ne anlatacağım, diyorum karşımdaymışsın gibi ve sen gülmeye –yok lıkırdamaya– hazır bir yüzle bakıyormuşsun gibi. Belki de kuşkuyla bakacaksın çünkü son günlerde pek...
- Bohem Apartmanı ~ Mehmet Erikli
Bohem Apartmanı
Mehmet Erikli
Mehmet Erikli, kendisine yabancılaşmış insanın buhranlarını bir hastalığın keskin ağzında çırpınıyormuş gibi anlatıyor. Sokakların yalnızlığını taşıran kederi bir kalbin vezni gibi örüyor öykülerinde…Gerçek diye...