1852’de Louis Bonaparte’ın imparatorluğunu ilan ettiği hükümet darbesine karşı çıktığı için sürgün edildi. Cezası 1859’da sona erdi, fakat imparatorluk yıkılana kadar gönüllü olarak sürgünde kaldı, 1870’de Fransa’ya döndü. 1871’de Paris Komünü’nü desteklemese de komüncüleri savundu. 1831 yılında yayımlanan romanı Notre Dame’ın Kamburu klasik edebiyatın şaheserleri arasında yer alır.
*
Bu kitabın yazarı bundan birkaç yıl önce Notre-Dame’ı ziyaret ettiği, daha doğrusu her yanını karış karış gezdiği sırada, kulelerden birinin karanlık bir köşesinde duvara elle kazınmış şu yazıyı fark etti.
ΑΝΑΓΚΗ
Siyahı solmuş ve taşa oldukça derin bir şekilde kazınmış, biçimleri ve görünüşleriyle gotik yazıya özgü bilemediğim izler taşıyan bu eski Grekçe büyük harfler âdeta Ortaçağ’da yaşamış bir kişinin elinden çıkmış gibiydi ve özellikle içerdikleri uğursuz ve iç karartıcı anlamla yazarı derinden etkiledi.
Kendi kendine sorular sorup, bu dünyayı terk etmeden önce, eski bir kilisenin köşesine bir suçun ya da bahtsızlığın bu lekesini bırakma ihtiyacını hangi acılı ruhun duyabileceğini tahmin etmeye çalıştı.
Daha sonraları, duvarın boyanması ya da kazınmasıyla (hangisi olduğunu bilmiyorum) yazı ortadan kayboldu. Çünkü iki yüzyıldan beri, Ortaçağ’ın muhteşem kiliselerine aynı şey yapılıyor. Tahribat dışarıdan olduğu gibi içeriden de geliyor. Papazlar badana yaptırırken, mimarlar duvarları kazıtıyor; ardından halk gelip onları yerle bir ediyor.
Bu yüzden, bu kitabın yazarının ona atfettiği o kırılgan anının dışında, bugün Notre-Dame’ın karanlık kulesine kazınmış o gizemli sözcükten, böyle melankolik bir ifadeyle özetlenen o bilinmeyen yazgıdan geriye hiçbir şey kalmamış. Asırlar önce bu sözcüğü bu duvara yazan kişi, kuşaklar boyunca kaybolup gitmiş, sözcük de kilisenin duvarından silinmiş ve belki de kısa süre sonra bu kilise de dünyadan silinip gidecek.
Bu kitap bu sözcük adına kaleme alındı.
Mart 1831
Birinci Kitap
I
Büyük Salon
Bundan üç yüz kırk sekiz yıl, altı ay ve on dokuz gün önce, Parisliler Cité, Üniversite ve Kent’in çevrelediği üçgenin içinde hep bir ağızdan çalan çanların gürültüsüyle uyandılar.
Yine de 6 Ocak 1482, tarihin hafızasına kaydettiği bir gün değildi. Sabahtan beri çanları ve Parislileri harekete geçiren olayın kayda değer bir yanı yoktu. Pikardiyalılar ya da Burgonyalılar saldırıya geçmemişlerdi, kutsal bir emanetin taşındığı bir ayin alayı da düzenlenmemişti, Laas bağında öğrenciler ayaklanmamıştı, herkesin önünde korkuyla eğildiği pek saygıdeğer majesteleri kral da kente giriş yapmamıştı, Paris Adalet Sarayının önünde hırsızların idamı da gerçekleşmeyecekti. On beşinci yüzyılda çok yaygın olduğu üzere süslü ve sorguçlu giysileriyle bir elçilik heyetinin kenti ziyareti de söz konusu değildi. Daha iki gün önce bu tür bir geçit töreni düzenlenmişti; Flaman elçileri Flandreli Marguerite ile veliahdın evlenme konusunu karara bağlamak için Paris’e gelmiş, bu duruma canı çok sıkılan Bourbon kardinali, krala hoş görünmek ve Flaman belediye başkanlarından oluşan bu taşralı kalabalığa güler yüz göstermek için, bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur kapısındaki muhteşem halıları ıslatırken onları ahlaki taşlamalar içeren oyunlar, farslar ve hicivlerin eşliğinde verdiği bir ziyafetle Bourbon Konağında ağırlamıştı.
6 Ocak günü, Jean de Troyes’un dediği gibi Paris halkını ayağa kaldıran, evvel zamandan beri bir arada kutlanan Krallar Günü ve Deliler Bayramıydı.
O gün Grève Meydanında şenlik ateşi yakılacak, Braque Şapelinde kurdelelerle süslü bahar ağacı dikilecek ve Adalet Sarayında İsa’nın hayatını konu alan dinî bir oyun sergilenecekti. Haber,belediye başkanlığının göğüslerinde beyaz haç bulunan yünlü mor kumaştan gösterişli harmaniler giymiş görevlileri tarafından şehrin tüm kavşaklarında borularla duyurulmuştu.
Evlerinden fırlayan, dükkânlarını kapatan kentliler sabahtan beri dört bir yandan, önceden belirlenmiş üç mekâna doğru koşuşturuyorlardı. Herkes şenlik ateşine, bahar ağacına ya da temsile gitme konusunda kararını vermişti. Yine de eski Parisli aylakların sağduyusunun şanına uygun bir şekilde şunu söylemek gerekir ki, kalabalığın büyük bir bölümü mevsim koşulları açısından daha elverişli olan şenlik ateşine ya da Adalet Sarayının dinî temsilin sergileneceği her yani kapalı büyük salonuna gidiyordu. Meraklılar Braque Şapelinin mezarlığındaki çiçekleri açmamış zavallı bahar ağacının Ocak soğuğunda kendi başına titremesi konusunda hemfikirdiler.
Kalabalık özellikle Adalet Sarayının bulvarlarında yoğunlaşıyordu, çünkü önceki gün kente gelen Flaman heyetinin sergilenecek dinî temsili ve aynı salonda yapılacak olan Deliler Papası seçimini izleyeceği açıklanmıştı.
O gün, dünyanın en büyük kapalı alanı olarak ün salmış (Sauval o dönemde henüz Montargis Şatosunun büyük salonunu ölçmemişti) büyük salona girebilmek hiç de kolay değildi. Adalet Sarayının kalabalıkla dolmuş meydanına açılan beş altı cadde tıpkı ırmak ağızları gibi her saniye insan sellerini sürüklüyor, meydan bu haliyle pencerelerdeki meraklılara bir deniz manzarası sunuyordu. Hiç durmadan artan kalabalığın dalgaları denize açılan burunlar gibi çıkıntı yapan evlerin köşelerine çarpıyordu. Sarayın yüksek gotik2 cephesinin merkezinde yer alan ve iki yönlü bir insan kalabalığının hiç durmadan inip çıktığı büyük merdiven, ortasında iki yana doğru geniş dalgalar halinde dağılan basamaklı sekisiyle göle doğru hiç durmadan akan bir çağlayanı andırıyordu. Çığlıklar, kahkahalar ve binlerce ayağın tepinmesi büyük bir gürültüye ve uğultuya dönüşüyordu. Ara sıra bu gürültü ve uğultu artıyor, kalabalığı büyük merdivene doğru sürükleyen akıntıda çalkantılar meydana geliyordu. Bunun nedeni bir belediye muhafızının itelemesi ya da belediye başkanından başkomutanlığa, başkomutanlıktan mareşalliğe, mareşallikten günümüzün Paris jandarmasına miras kalan muhteşem bir gelenek olarak bir çavuşun düzeni sağlamak için atını kalabalığa doğru sürmesiydi.
Kapılara, pencerelere, çatılara üşüşmüş binlerce sakin ve kendi halinde şehirli Adalet Sarayını ve kalabalığı izliyor, daha fazlasını istemiyordu, çünkü Paris halkının büyük çoğunluğu izleyenleri izlemekle yetinir ve bizler için arkasında bir şeyler olup biten bir duvar oldukça ilginçtir.
1830 yılında yaşayan bizlere on beşinci yüzyılın birbirleriyle itişip kakışan bu Parislileri gibi düşünme ve 6 Ocak 1482 gününde kalabalığa dar gelen bu devasa Adalet Sarayına girebilme olanağı verilseydi, görüntü oldukça ilginç ve büyüleyici olacak ve etrafımızdaki eski püskü şeyler bize yepyeni görünecekti.
Okuyucu, cübbeler, harmaniler, paltolar giymiş bu kalabalığın yer aldığı büyük salonun kapısından bizimle birlikte…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Edebiyat Hasan Ali Yücel Klasikleri Roman (Yabancı)
- Kitap AdıNotre Dame’ın Kamburu
- Sayfa Sayısı560
- YazarVictor Hugo
- ISBN9786053320104
- Boyutlar, Kapak12,5 x 20,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2014
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ölüm Çiçekleri ~ Edgar Wallace
Ölüm Çiçekleri
Edgar Wallace
“Edgar Wallace’ın romanları hem çok yaratıcı hem de çok sürükleyici.”–G. K. CHESTERTON Edgar Wallace, klasik cinayet romanlarının formülünün ve yapısının belirlenmesinde ve türün popülerleşmesinde...
- Ölümsüz ve Çaresiz ~ Mary Janice Davidson
Ölümsüz ve Çaresiz
Mary Janice Davidson
Betsy, Ölümsüzler Kraliçesi olabilir ama hâlâ ayakkabı görünce gözü dönüyor! Vampirler kraliçesi Betsy Taylor, tüm isteksizliğiyle ölümsüzlerin alabora olmuş dünyasını yönetmeye devam ediyor. Ancak...
- Aşk Gelince ~ Julianne MacLean
Aşk Gelince
Julianne MacLean
Şu aşk denen şey, gerçekten bunca zahmete değer mi? Adele Wilson için bu sorunun cevabı gayet açıktı: Elbette hayır! Kız kardeşlerinin, hayallerini süsleyen kocaları...