Stephen peronda hızlı adımlarla ilerlerken, paltosunun yakasını kaldırdı. Hafif bir sis yüzünden istasyon yarı aydınlıktı. Dev lokomotiflerden çıkan buharlar soğuk havada küçük birer bulut halini alıyordu. Her şey kirli ve kurum içerisindeydi.
NOEL İÇİN ESKİ KONAKTA TOPLANANLAR:
Simeon Lee:
Alfred Lee:
Lydia Lee:
George Lee:
Magdalena Lee:
David Lee:
Hilda Lee:
Harry Lee:
Zengin bir ihtiyar. Ortalığı karıştırmaktan hoşlanıyordu.
Simeon’un büyük oğlu. Babasının bütün huysuzluklarına rağmen onu çok seviyordu. Alfred’in kansı. Son derecede kibar ve sabırlıydı. Simeon’un oğlu. Oldukça cimri ve paragöz bir adamdı.
George’un kanısı. Bazı sırlanının ortaya çıkmasını istemiyordu.
Simeon’un oğlu. Annesine yaptıklarından dolayı babasından nefret ediyordu.
David’in karısı. David’le babasının barışmasının iyi olacağını düşünmüştü.
Simeon Lee’nin oğlu. Maceralı bir yaşamdan sonra baba evine dönmeye karar vermişti.
Pilar Estaravados: Simeon’un torunu Kendini büyükbabasına sevdireceğinden emindi
Stephen Farr:
Tressilian:
Horbury:
Walter:
Sugden:
Johnson:
Simeon’un eski ortağının oğlu. İngiltere onu düşkınıklığına uğratmıştı.
Yaşlı uşak. Artık her şeyi birbirine karıştırdığını sanıyordu.
Simeon’un hastabakıcısı Oda kapılarından içeriyi dinlemeye meraklı, hilekâr bir adamdı.
Uşak yardımcısı. Servis yapmasını bir türlü öğrenemiyordu.
Başkomiser. Cinayete bir anlam veremiyordu. Polis Müdürü. Poirot’dan yardım istemişti.
ve
HERCULE POIROT
OLAYI ÇÖZÜMLEYEBİLMEK İÇİN HERCULE POIROT’NUN ŞU SORULARI YANITLAMASI GEREKTİ:
- Pilar’ın odada bulduğu neydi?
- Tressilian neden o kadar kaygılıydı?
- George telefon ettikten sonra ne yapmıştı?
- Magdalena yemekten sonra neredeydi?
- Stephen konağa niçin gelmişti?
- Horbury neden korkuyordu?
- İhtiyar adam Magdalena hakkında ne biliyordu?
- Piyanoda Ölüm Marşı’nı çalan kimdi?
- Kapalı kapının önünde kim duruyordu?
- Elmaslar neredeydi?
HERCULE POIROT’NUN ELİNDE ŞU İPUÇLARI VARDI:
- Bir portre
- Bir lastik parçası
- Bir telgraf
- İki heykel
- Bir pasaport
- Bir gülle
- Bir tahta parçası
- Bir telefon konuşması Üç erkek
- Sodyum sitrit
22 Aralık
I
Stephen peronda hızlı adımlarla ilerlerken, paltosunun yakasını kaldırdı. Hafif bir sis yüzünden istasyon yarı aydınlıktı. Dev lokomotiflerden çıkan buharlar soğuk havada küçük birer bulut halini alıyordu. Her şey kirli ve kurum içerisindeydi.
Stephen adeta tiksintiyle, Ne pis memleket, diye düşündü. Ne berbat şehir!
Londra’nın o büyük mağazalarına, lokantalarına, şık, zarif ve güzel kadınlarına karşı duyduğu ilgi geçmişti. Şimdi bütün bunları, kararmış montürlere takılmış, yapma pırlantalar gibi görüyordu.
Kendi kendine, “Şu anda Güney Afrika’da olsaydım… derken kalbi ani bir özlemle burkuldu. Pırıl pırıl güneş… Mavi gök… Bahçeler dolusu çiçek… Masmavi çiçekler… mavi plumbago’dan meydana gelmiş çitler… en küçük kulübeye kadar her evi saran mavi kahkahalar…
Stephen bir an, “Keşke gelmeseydim diye düşündü.
Sonra da gizli amacını hatırlayarak, dudakları öfkeli birer çizgi halini aldı. Hayır! Ne olursa olsun başladığım işe devam edeceğim! Bunu yıllar boyunca planladım! Yapacağım şeyi çoktan kararlaştırdım! Evet, bu işe devam edeceğim.”
O kısa isteksizlik onu bir an, «Neden? Değer mi? Geçmişin üzerinde durmak neden? Niçin her şeyi unutmuyorsun?» diye sorguya çekmesi, zayıflıktan başka bir şey değildi. O, geçici duygular yüzünden durmadan fikir değiştiren genç bir çocuk muydu ki? Kırk yaşındaydı. Kendinden emin ve güçlükler karşısında yılmayan biriydi. Onun için yoluna devam edecek, İngiltere’ye yapmak için geldiği o işi de tamamlayacaktı.
Stephen trene bakarak, koridorda ilerlemeye başladı. Oturulacak yer arıyordu. Yanına yaklaşan hamalı bir el işaretiyle uzaklaştırmıştı. kalın deri bavulunu kendisi taşıyordu. Stephen her kompartmana ayn ayrı baktı. Ama tren doluydu. E, ne de olsa Noel’e üç gün kalmıştı. Stephen Farr, dolu vagonlara tiksintiyle baktı…
“İnsanlar… Karınca sürüsünden farksız insanlar… Üstelik o kadar o kadar… renksizler ki. Korkunç bir şekilde birbirlerine benziyorlar. Yüzleri koyunları andırmayanlar da tavşandan farksız! Kimisi telaşlı telaşlı konuşuyor. Orta yaşlı, şişman adamlar ise homurdanıyorlar. Onlar daha çok domuza benziyor. Şu ince, yumurta suratlı, kırmızı dudaklı kızlar da can sıkacak kadar birbirlerinin a aynı….
Stephen yine büyük bir özlemle güneşin kavurduğu, ıssız ovaları düşündü…
Sonra da aniden soluğunu tuttu. Önünde durduğu kompartimanda bir kız vardı. Diğerlerinden oldukça farklı bir kız. Simsiyah, pırıltılı saçlar. Manolya gibi bir ten. Gecenin karanlık ve derinliğini yansıtan kara gözler Güney iklimlerinin hüzünlü, gururlu gözleri…
Bu kız, trendeki biçimsiz, renksiz insanların yanına yakışmıyor. Onun İngiltere’nin soğuk, tatsız orta bölgelerine gitmesi de yersiz… Şu anda bir balkonda olması gerekirdi. Gururlu başını siyah bir dantel örte. cek, dişlerinin arasında kırmızı bir gül olacaktı. Sıcak hava, toz ve kan kokacaktı. Arenaların o sarhoş edici kokusu yayılmış olacaktı etrafa… Bu kız, üçüncü mevki bir kompartimanda bir köşeye sıkışacağı yerde. olağanüstü güzel bir bahçede olmalıydı…
Stephen Farr’in gözünden hiçbir şey kaçmazdı. Kızın arkasındaki siyah paltoyla eteğin eski, pamuklu eldivenlerinin oldukça ucuz, ayakkabılarının tabanlarının ise çok incelmiş olduğunu hemen farketti. Genç kız eline sanki herkese meydan okurmuş gibi kıpkırmızı bir çanta almıştı. Buna rağmen, onu ilk kez gören biri sadece, Olağanüstü güzel bir yaratık, diye düşünürdü. Evet, o şahane. çok güzel ve egzotik bir kızdı.
Stephen, Onun bu karınca gibi telaşla sağa sola giden insanların arasında… bu soğuk, sisli memlekette ne işi var? diye düşündü. -Onun kim olduğunu, burada ne yaptığını öğrenmeliyim?.. Evet, bunları bilmem gerek….
II
Pilar pencerenin önüne sıkışıp kalmıştı. Kendi kendine. -Bu İngilizler ne garip kokuyorlar, diyordu. İngiltere’de en çok dikkatini bu koku. daki değişiklik çekmişti. Etraf ne toz, ne sarmısak ne de parfüm kokuyordu. Şimdi bu kompartimana da o trenlere özgü kükürt kokusu. sabunların hafif esansı yayılmıştı. Pilar’ın burnuna pek kötü bir koku daha çarptı. Galiba bu yanında oturan şişman kadının kürk yakasından geliyordu. Pilar usul usul naftalin kokusunu içine çekti. “Doğrusu böyle bir kokuyu sürmek için insanın oldukça garip olması gerek….
Düdük sesi duyuldu. Bir adam, anlaşılmaz bir şeyler bağırdı. Tren sarsılarak hareket etti. Yola çıkmışlardı.
Pilar’ın kalbi şimdi daha hızlı çarpıyordu. «Acaba her şey yolunda gidecek mi? Yapmaya karar verdiğim şeyi başarabilecek miyim? Ama… her şeyi dikkatle hesapladığımı sanıyorum… Her ihtimali de göze aldım… Evet, evet, başanya ulaşacağım Ulaşmam gerek.→
Pilar’ın kırmızı dudaklarının kenarlan yukarıya doğru kıvrıldı. Şimdi dudaklarında şeytanca bir ifade vardı. Şeytanca ve açgözlü bir ifade… Tıpkı bir çocuk ya da kedi gibi, sadece kendi arzularını bilen ve henüz merhamet denilen şeyin ne olduğunu öğrenmemiş olan birinin ağzıydı bu.
Genç kız, tıpkı bir çocuk gibi gizleyemediği bir merakla etrafına bakındı. “Bütün yolcular… bu yedi kişi… ve ingilizler ne garip insanlar! Hepsi de zengin sanırım. Elbiselerinden, ayakkabılarından belli. Evet, evet, İngiltere’nin hep duyduğum gibi zengin bir memleket olduğundan hiç kuşkum yok. Ama hiç de neşeli, şen insanlar değiller!
*Yalnız, şu koridorda duran adam yakışıklı. Çok yakışıklı. Güneşten bronzlaşmış yüzü, hafif gagamsı burnu, geniş omuzları hoşuma gitti… Pilar koridordaki yabancının kendisini beğendiğini hemen anlamıştı. Bu bakımdan seziş yeteneği İngiliz kızlarınınkinden kuvvetliydi. Pilar ona doğrudan doğruya hiç bakmamıştı ama adamın kendisini sık sık süzdüğünü ve böyle anlarda yüzünde nasıl bir ifade belirdiğini de bili. yordu.
Ama bu durum Pilar’ın ne ilgisini uyandırmış. ne de onu heyecan. landırmıştı. O, erkeklerin kadınlara dikkatle baktıkları ve bunu saklamak gereğini duymadıkları bir memleketten geliyordu.
-Acaba bu adam İngiliz mi? diye düşündü. «Hayır, hiç sanmıyorum. İngiliz olamayacak kadar canlı ve hareketli. Ama… sarışın. O hal. de belki de Amerikano’dur… Daha çok kovboy filmlerinde gördüğüm aktörlere benziyor.”
Bir garson kalabalık koridorda kendine yol açarak ilerledi.
-İlk öğle yemeği… İlk öğle yemeği… Lütfen yemek yemek için yerlerinizi alınız.≫
Pilar’ın kompartimanındaki yedi yolcu da ilk öğle yemeği için bilet almışlardı. Hepsi ayağa kalktılar. Kompartiman aniden boşalarak, sessizleşti
Pilar karşısında oturan kir saçlı, sert tavırlı kadının hafifçe indirmiş olduğu pencereyi hızla kapattı. Sonra rahatça arkasına yaslanarak, Londra’nın kuzey diş mahallelerini seyretmeye başladı. Kapının kayarak açıldığını duyduğunda da başını çevirmedi. Koridordaki adam içeri girmişti. Pilar adamın kendisiyle konuşmak niyetinde olduğunu da biliyordu.
Genç kız, düşünceli bakışlarla dışarıyı seyretmeye devam etti. Stephen Farr, “Pencereyi iyice açmamı ister misiniz?» diye sordu. Pilar nazik bir tavırla karşılık verdi. «Aksine… Pencereyi daha şimdi
kapattım. İngilizceyi hafif bir aksania, ama oldukça güzel konuşuyordu.
Kısa bir sessizlik oldu. Stephen, Sesi nefis… diye düşündü. Bu seste, güneş var. Üstelik yaz akşamlan gibi de ilik….
Pilar ise kendi kendine, “Sesi hoşuma gitti diyordu. Kuvvetii, ahenkli bir ses. Evet, bu adam hoş. Çok hoş….
Stephen minildandi. «Tren oldukça kalabalık..
“Gerçekten öyle. Sanırım Londra çok karanlık olduğu için herkes oradan kaçıyor.≫
Pilar’ı trenlerde yabancı adamlarla konuşmanın doğru olmadığına inanacak şekilde yetiştirmemişlerdi. O da har kız gibi kendini korumasıni biliyordu, ama öyle sıkı yasaklara aldırmazdı.
Eğer Stephen İngiltere’de yetişmiş olsaydı, yabancı bir kızla konuşmaktan belki o da şıkılır ve çekinirdi. Ama dostluk etmekten hoşlanan. İstediği kimseyle de hiç düşünmeden konuşan biriydi o.
Hafifçe güldü. Londra hiç de hoş bir yer sayılmaz. Öyle değil mi?».
“Gerçekten öyle. Londra hiç hoşuma gitmedi.. “Benim de öyle..
Pilar, “Siz İngiliz değilsiniz sanırım, dedi. İngilizim ama Güney Afrika’da oturuyorum. -Hah, şimdi anlaşıldı….
Siz de dışarıdan mı geldiniz?»
Pilar başını salladı. Evet. İspanya’dan.”
Stephen’in ilgisi uyanmıştı. İspanya’dan mi? O halde İspanyolsun.
“Melezim. Babam İspanyol, annem İngilizdi. Onun için İngilizce’yi bu kadar rahat konuşabiliyorum…
Stephen, Zannedersem geçenlerde orada korkunç bir tren kazası oldu.
Pilar yüzünü buruşturdu. “Sormayın… O kazada ben de vardım.. Stephen dikkatle genç kızı süzdü, “Ya… Kimbilir bu olay sizi ne
kadar sarst?» Pilar’ın iri siyah gözleri daha da inleşti. “Sormayın, sormayın…. Bir an durdu. “Ama nasıl olsa hepimiz ergeç öleceğiz. Öyle değil mi? Boyle bir kazada çabucak ölüm hiç zor olmaz. İnsan bir ana kadar yaşıyor. sonra… tamam. Dünyanın her yanında bu böyle. Özellikle savaşlarda… Aslında bu oldukça heyecanlı bir şey olmalı.
Stephen Farr, bir kahkaha attı. Sizin ‘pasilist’lerden olmadığınız anlaşılıyor.
“Ne olmadığım, ne olmadığım? Pilar’in bu kelimeyi daha önce duymamış olduğu belliydi.
Düşmanlarınızı affeder misiniz, Senyorita?
Pilar başını salladı. Aslında düşmanım yok. Ama olsaydı….
“Evet?” Stephen yine dikkatle Pilar’a bakıyordu. Kızın dudak uçlarının şeytanca bir ifadeyle yukarıya doğru kıvrıldığının farkındaydı.
Pilar ciddi bir tavırla. “Eğer bir düşmanım olsaydı,” dedi. Yani biri benden nefret etseydi, ben de ona karşı kin duysaydım, o zaman düşmanımın gırtlağını şöyle kesiverirdim. Eliyle bir işaret yaptı.
Stephen şaşkınlıkla irkildi. Kan dökmekten hoşlandığınız anlaşılıyor.”
Pilar sakin sakin sordu. «Ya siz düşmanınıza ne yapardınız?.. Stephen yine irkildi. Kızı dikkatle süzdükten sonra bir kahkaha atti -Bilmem ki….
Pilar’ı bu karşılık hiç memnun etmemişti anlaşılan, Bilmeniz gerek ama….
Stephen’in gülmesi kesildi. Derin bir soluk aldıktan sonra usulca. “Evet,” diye mırıldandı. Biliyorum. Sonra da birdenbire tavırları değiş ti. Genç kıza -Neden İngiltere’ye geldiniz?.. diye sordu.
Pilar da biraz tuhaf bir şekilde cevap verdi. “Akrabalarımı görmeye tabii… Yani İngiliz akrabalarımı görmeye…
“Anlıyorum…..
Stephen, Pilar’ın karşısına geçip oturmuştu. Şimdi de arkasına yaslanarak, genç kızı süzüyordu. Acaba sözettiği İngiliz akrabaları nasıl insanlar?” diye düşündü. Onlar bu İspanyol kızını görünce ne yapacak. lar? Pilar’ı, Noel tatili için toplanmış ciddi bir ingiliz ailesinin arasında hayal etmeye çalıştı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Polisiye Roman (Yabancı)
- Kitap AdıNoelde Cinayet
- Sayfa Sayısı176
- YazarAgatha Christie
- ISBN9789754052718
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviAltın Kitaplar / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Açlık Oyunları ~ Suzanne COLLINS
Açlık Oyunları
Suzanne COLLINS
Sevgili okuyucu, İnsanlar uzunca bir süredir, yeni genç yetişkin üçlememin ilk kitabı olan Açlık Oyunları’m yazmaya nasıl başladığımı merak ediyorlar. Sanırım bunun en önemli...
- Wardstone Günlükleri – 03: Hayaletin Sırrı ~ Joseph Delaney
Wardstone Günlükleri – 03: Hayaletin Sırrı
Joseph Delaney
Annem, “Uzun, zor, hatta korkunç bir kış olacak oğlum,” dedi. “Tüm işaretler orada… Ve yazı geçirmek için Anglezarke’dan daha kötü bir yer olamaz. Baban...
- Gece Kancığı ~ Rachel Yoder
Gece Kancığı
Rachel Yoder
Daha ilk romanından cüretkâr bir konuya el atmış Rachel Yoder: Anneliğin hayvani boyutlarını kara mizahla yoğurarak zamane insanlarının gözden kaçırdıklarını yüzlerine vurmaktan kaçınmamış. Bu...