İnsan ne ister, neyin peşinde koşar?
Aradığını nerede aramaktadır?
İsteklerini elde edip tatmin olabiliyor mu?
işte bu soruların cevabı; niçin İslam?
NİÇİN İSLAM
GİRİŞ
İnsan, içinde yaşadığı varlık alemini tanımaya çalışır. Dünyadaki canlı türlerini, madenleri, yerin içindekileri ve dışındakileri inceler. Uzayın derinliklerine araçlar göndererek dünyanın dışında neler olduğunu ve onların özelliklerini anlamaya çalışır. Bu, insanın sadece içinde yaşadığı alemin özelliklerinden nasıl istifade edeceğini öğrenme çabası değildir. Bundan daha önemlisi, varlığı tanımaya çalışma arzusudur. Çünkü insan, kendisinin de bir parçası olduğu bu alemin nasıl var olduğunu, nereden geldiğini, sonunun ne olacağını anlamaya ihtiyaç hisseder. Etrafına gösterdiği bu ilgi aslında kendisini tanıma ve tanımlama çabasının bir sonucudur.
Ben kimim?
Nereden geldim?
Kaçınılmaz olan ölümden sonra nereye gideceğim?
Sonum nasıl olacak?
Bunun gibi sorulara cevap arar. Bulduğu cevaplar doğrultusunda da dünyada ve hayatta kendisine bir konum belirler. Kendisiyle ilgili yaptığı veya sahip olduğu tanım sayesinde, diğer varlıklarla, insanlarla ve yaratıcısıyla olan ilişkisini belirler, bir hayat görüşüne sahip olur veya sahip olduğu bakış açısını bu tanım sayesinde meşrulaştırır.
İnsan, nasıl bir hayatın gerçekten kendisine yakışır, doğru ve kurtuluşunu sağlayacak bir tercih olduğunu anlamak amacıyla bu sorularına cevaplar ararken, yalın bir ortamda kendisiyle baş başa değildir. Tam aksine hayata gözlerini açtığında bunlara verilmiş birçok cevabın ortasında bulur kendisini… İçinde bulunduğu doğal ortamların, okuduklarının; dinlerin ve hayat görüşlerinin hazır cevaplarıyla karşılaşır. Bunların hepsi de en doğru tercihin kendisi olduğunu, insana en uygun hayat görüşünü kendisinin sunabileceğini iddia etmektedir. Fakat yaratıcı, varlık, insan ve bunlar arasındaki ilişki hakkında bir anlayışa sahip olan dünya görüşleri; belli bir süre toplumlara egemenlik sağlayabilse de zamanla yerini bir başkasına bırakmakta yahut kendisi ciddi bir değişime uğramaktadır. Bu durumun sebebi, kendilerinin insan için en doğru tercih olduğunu iddia etmelerine rağmen aslında öyle olmadıklarının insan tarafından tecrübe edilmesidir. Çünkü insan, kendisine uygun hayat görüşünün ve yaşam biçiminin ne olduğunu anlamaya çalışırken bunu, çoğunlukla, karşılaştığı hayat görüşlerini tecrübe ederek yapar ve sonucunu değerlendirerek onlara karşı yeni bir tavır geliştirir. Toplumların yaşantıdaki değişimlerinin, uçlar arasında gidip-gelmelerinin sebebi budur. Her bir tercihin çözümsüzlükle sonuçlanması, yeni arayışlar doğurur.
Zira tarih boyunca birçok güçlü iktidar gelip geçmiştir. Bunların, günün birinde yerini başkalarına bırakmasının en önemli nedeni halk desteğini kaybetmesidir. İktidarların halk üzerinde ezici bir güce, sıkı ve baskıcı bir yönetime sahip olması durumu değiştirememektedir. Tam aksine, bir toplumu şiddet ve baskı ile kontrol altında tutmaya çalışan mekanizmalar, kendilerine karşı daha hızlı direnç oluşmasına neden olmaktadırlar. Dünya görüşleri, ideolojiler, yönetim biçimleri, iktidarlar her ne kadar hâkimiyetlerini sürdürmek için hile, aldatma ve baskı gibi yollara başvursalar da insanın ihtiyacına gerekli cevabı verip veremedikleri ortaya çıkmaktadır. Ve bu durumu gören insan, arayışını sürdürmektedir.
Şu bilinmelidir ki, bir yönetim veya hayat görüşünün şekli ne olursa olsun, ona itaat edenlerin; adalet, eşitlik, güvenlik, insanca yaşamak, toplum hayatına huzur getirmek gibi konularda vazgeçilmez beklentileri vardır. Bu sebeple tarihte baskı, zulüm ve adaletsizliğin her türüne karşı ortaya çıkmış tepkilerin örneklerini bulmak mümkündür.
Zenginlerden mallarını çalarak fakirlere dağıtan Robin Hood;
Medeniyetini kölelerin çalıştırılması üzerine kurmuş Roma zulmüne karşı isyan eden gladyatör Spartacus ;
Ortaçağ zulüm anlayışını İskoçlar üzerinde uygulamaya çalışan İngilizlere karşı İskoçların özgürlük mücadelesi ve halkı için bu mücadeleye ön ayak olmuş William Wallace;
Kapitalizmin, üretim araçlarına sahip olmak suretiyle oluşturduğu sömürüye karşı mücadele eden Che Guevara ;
Ortaçağ Avrupa’sında kralın ve kilisenin ortaklaşa kurduğu baskıcı ve ruhban diktatörlüğüne karşı gelişen aydınlanma hareketi;
İngiliz sömürüsüne karşı mücadele eden Hindistan halkı;
Ve daha adını bilmediğimiz niceleri…
Hemen her milletin tarihinde bağımsızlık mücadelesi, toplumdaki adaletsizliklere başkaldıran kahramanlık hikayesi, başkalarına haksızlık edenlere karşı fedakarca mücadele örneklerini bulmak mümkündür. Bunlar gıpta edilerek anlatılmakta hatta destanlaştırılmaktadır. Bu mücadelelerin veya onlara gıpta edilmesinin kaynağını aradığımızda karşımıza çıkan şey, insan doğası olacaktır. Kendisini, içinde bulunduğu evreni, bunların varoluş biçimini ve amacını anlamak isteyen insan doğası… Baskı, zulüm ve haksızlığa sonsuza kadar rıza göstermesi mümkün olmayan insan doğası…
Bir anlamda toplumlarda ortaya çıkan yozlaşma, bozulma, adaletsizlik, cehalet gibi sorunlara karşı garanti unsuru vazifesini gören “insan doğası” dediğimiz şey nedir? Ve bu doğanın yani insan fıtratının tepkilerine, bir dünya görüşünü reddedip diğerini tercih etmesine neden olan arayışın altında yatan sebep nedir?
İnsan kimi zaman, “alet kullanan”, kimi zaman “düşünen hayvan” gibi ifadelerle tanımlanmaya çalışılmış, kimi zaman da maddi veya manevi yönü öne çıkarılarak, bu yönün ihtiyaçları karşılandığında huzura ve tatmine kavuşacağı iddia edilmiştir. Bu tanım ve yaklaşımlarda ideolojilerin, insanın gelişmiş sadece belli bir yönüne vurgu yapmak veya kendi arzularını sadece bu tanım içinde ifade etmek gibi niyetleri vardır. Dolayısıyla da insanla ilgili gerçekleri yansıtmaktan acizdir. İnsana getirilen insan kaynaklı tanımlamalarda görülen en önemli yanlışlık, “bütünü” göz ardı eden parçalı yaklaşımdır. Sadece maddi yönü öne çıkaran materyalist veya sadece manevi yönü önemseyen ruhban yaklaşım gibi… Belli bir kabiliyeti vurgulayarak yapılan tanımlar da bunlardan birini esas almaktan kaynaklanır. Bütüne ait bir parçanın diğerinden bağımsızlaştırılması, esas alınan parçanın da doğru tanımlanmasını imkansız kılmaktadır.
Oysa insan, çamurdan yaratılmış ve ilahi ruh üflenerek hayat bulmuştur. Yeryüzüne indirilişinin bir amacı vardır. Sahip olduğu fiziksel, metafizik özellikler ve kendisine sunulan imkanlar da bu sorumlulukla doğru orantılıdır.
İnsanın diğer canlılarla benzer yönleri olduğu doğrudur. Ancak onun özelliklerine ve sosyal hayatına hükmeden kuralların tabiatı diğerlerininkinden çok farklıdır. Çünkü diğer canlılardan farklı olarak onun için yaptıklarının doğru ve yanlış olması söz konusudur. Yaptıklarını içgüdü ile değil, doğru veya yanlış olmasına bağlı olarak bilinçli bir tercihle yapar. Tercihinin hangi yönde olması gerektiğini sahip olduğu değer yargılarına göre değerlendirebilir. Böylece doğruyu ve yanlışı aklı sayesinde tespit eder, kalbi sayesinde de tercihinden emin olur. İnsanın hareketlerine hükmeden, iyiyi-kötüyü, doğruyu-yanlışı belirleyen değer yargıları, onun sahip olduğu hayat görüşüne göre toplumdan topluma, insandan insana değişse de; iyiyi, doğruyu, adaleti, erdemi aramak insanın çamuruna katılmış vaziyettedir.
Tarih boyunca toplumlarda görülen baskı, aldatma ve zulümlere karşı ortaya çıkan başkaldırıların kaynağı, tertemiz bir şekilde yaratılmış olan insan fıtratı, yani insan doğasıdır. İnsan sahip olduğu fıtrat sayesinde hayattan farklı beklentiler içindedir. Diğer bütün canlılar gibi o da yemeye, içmeye, barınmaya, korunmaya, neslinin devamı için bir aile kurmaya ihtiyaç duyar. Ancak bunların karşılanması ile tatmin olmaz. Bunların dışında o, hayatta huzur arar. İnsanın onuruna yakışır bir hayat sürmek, ne zulmetmek ne de zulme uğramak ister. Adalet, eşitlik, özgürlük, ahlak, erdemlilik gibi değerlerle hayatının anlam kazandığını düşünür. Yorumları insandan insana farklılık arz etse de hayatı bunlardan bağımsız olarak düşünmez. Doğası itibariyle sahip olduğu iyilikten yana, kötülüğe karşı olma özelliğini hayatından söküp atamaz. Yaptıklarını iyilik üzerine bina etmek, kötülükten kaçınmakla “insan” olabileceğine inanır.
Bu sebeple insan, günlük ihtiyaçlarını karşılamanın dışında doğruluğun, iyiliğin arayışı içinde olmuştur. Hatta günlük yani fiziksel ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken bile bunları doğru bir şekilde, sahip olduğu değerlere aykırı olmayacak tarzda karşılamaya çalışır. Bu özelliği; belli bir toplum, ortam ve şartlar içinde yaşarken yaptıklarını, karşılaştıklarını, maruz kaldıklarını, gördüklerini vs. sürekli değerlendirmesine ve bunlara karşı bir tavır geliştirmesine sebep olur. Zulme karşı adalet için mücadelesi, haksızlıklara karşı hak sahiplerinin yanında duruşu, baskılara isyanı hatta maddeciliğin yükseldiği, dünyaya bağlılığın arttığı durumlarda maneviyatı öne çıkarması, ahlaksızlık ayyuka çıktığında dine sarılması, bağımsızlık ve eşitlik için ortaya koyduğu çabalar, barış içinde huzurlu bir ortamda yaşamayı istemesi; nefes alıp vermek kadar ihtiyaç hissettiği iyilik ve doğruluğun peşinde koşmasındandır.
İnsan doğasıyla ilgili olarak yaratılışında kendisine verilmiş olan iyilik yönünün yani “takvanın” yanında atlanmaması gereken bir başka özelliği daha vardır. O da insanın kötüye ve yanlışa da eğilimli olmasıdır. Her eylemini doğruluktan yana tercihiyle anlamlı kılan insan, bu başarısını sürdürmek için doğru tercihi üzerinde kararlılık göstermek durumundadır. Çünkü insanın güce ve bunun bir şekli olarak da dünyalıklara karşı zaafı vardır. Açgözlüdür, hırslıdır. Toplumda söz hakkını elinde bulundurmak, iyi bir mevkiye ve prestije sahip olmak, bunun için de siyasi ve askeri gücü kontrol edebilmek ister. Buna bağlı olarak da paradan, mal ve mülkten, kadınlardan dilediği kadarına sahip olmak yine onun zaaflarındandır. Aslında zulüm ve ahlaksızlığın kaynağı olan bu zaaflar, zulme isyan edenler için başka bir zafiyet ortaya çıkarmaktadır. O da, adalet ve özgürlük için ortaya çıkan mücadelelerin yeni bir esaret ve zulümle sonuçlanabilmesidir.
İnsan, fıtratından gelen duygularla harekete geçerek haksızlıklara, zulme savaş açtığında, aslından uzaklaşmış yoluna istikamet kazandıracak bir çabanın içine girdiğinde; söz konusu zaafları, insanın yoldan çıkmasına neden olabilir. Hatta zaafları sebebiyle böylesi bir çaba aşırılığa dönüşebilir, başarı kazandıkça güçlülük duygusuna kapılarak galibiyet sarhoşluğu doğurabilir veya amacından saparak bambaşka mecraya sürüklenebilir. Özgürlük, bağımsızlık, adalet eşitlik gibi insan için, toplumun ezilenleri için cezbedici sloganlarla ortaya çıkan birçok hareketin zamanla yeni bir zulme dönüşmesi bu sebeptendir. Bir zulmü ortadan kaldırmak, adaleti sağlamak için gerekli güç ve imkanları elde etmek, tek başına, istenen adaleti ortaya çıkarmaya yetmez. Sahip olunan güç, elde edilen zaferin sarhoşluğu, en önemlisi de adaletten anlaşılan şeyin eksikleri yeni zalim ve diktatörlerin ortaya çıkmasını sağlar.
Toplumların tarihinde gıpta ile anlatılan, zulme karşı kahramanlık hikayeleri kadar, bu durumun örneklerini bulmak da mümkündür. Zorbalara karşı Spartacus’un başlattığı hareket, azıcık bir güç elde etmenin arkasından başkalarına zulmetmeye, etrafı yakıp yıkmaya, köylülere zarar vermeye başlamıştır. Emekçilerin haklarını savunmaktan, devletin vatandaşına uyguladığı zulümden yola çıkan sosyalist Marksist hareketler, devlet kapitalizmine veya toplum idaresinde vatandaşın söz hakkını tamamen ortadan kaldıran baskı rejimine dönüşmüştür. Fakirin hakkını korumak için ortaya çıkan mafya tipi hareketler ele geçirdiklerinin etkisi altında kalarak gerçek hırsızlar, eşkıyalar haline gelmiştir. Aydınlanma hareketi sayesinde Avrupalı insan, kilisenin ve kralın zulmünü toplum hayatından silip attığı gibi, ortaçağda insana yasaklanmış olan her şeyi insana geri iade etmiştir. Kilisenin hatalarını dine mal etmiş, dini ortaçağ zulmünün kaynağı olarak görmüş, dinin hurafelerini mazeret göstererek insan aklını her şeyin ölçüsü yapmıştır.
Karşı karşıya kaldığı baskının gücü ne kadar büyük olursa olsun, insan fıtratı arayışını sürdürür ve bunu bir tepkiye dönüştürür. Ancak tepki ne kadar güçlü olursa olsun, arayışın yönü daima saptırılma tehlikesi altındadır. Bu nedenle insan hayatında geçici rahatlıkların ardından yeni baskı ve sapmaların ortaya çıkması mümkündür. Toplumlarda ifrat- tefrit (uçlar) arasında git-geller bu yüzdendir.
Tarih şahittir ki insan, maddi veya manevi, bireysel veya toplumsal, askeri veya sivil baskılara, zulümlere ve haksızlıklara karşı koymuş ve koymaya devam edecektir. Bu durum insanın arayışının doğal bir sonucudur. Ancak insan neyi arar? Bağımsızlık mücadelelerinin altında yatan gerçek nedir? Mistisizme, ruhbanlığa veya materyalizme neden tepki gösterir? Neden kapitalizmi veya sosyalizmi tercih eder? Bir dinin veya hayat görüşünün hâkim olması için neden kendi rahatını bozacak, “huzurunu” kaçıracak kavgaların içine girer?
İnsan bütün bunları yapar ve bunlar uğrunda varlığını ortaya koymaktan çekinmez. Çünkü doğasından gelen vazgeçilmezleri vardır. O, hayatı herhangi bir şekilde değil, huzur içinde yaşamak ister, mutlu olmak ister. Haksızlığa maruz kalmak istemez, bu sebeple de topluma adaletin hâkim olmasını ister. Başkalarının haklarına tecavüz ederek kazanç elde edenlere tepki gösterir. Baskı altında yaşamayı değil özgür olmayı ister. Diğer bir ifadeyle insan adaleti, mutluluğu ve özgürlüğü ister.
***
Bu çalışmada; insanın, bir hayat görüşünü tercih etmesini, ideolojilerin insanın karşısına çıkışını, dünya görüşlerinin insanın ihtiyacına cevap vermekte yeterli olup olmamasını belli kavramları esas alarak irdelemeye çalışacağız. Bu kavramlar adalet, mutluluk ve özgürlük olacak. İnsanın ve insanın eğilimlerinin, taleplerinin doğru tanımlanması doğru tercihin ortaya çıkarılmasında esastır. Amaç doğru tanımlanırsa istikamet doğru olacak ve istikametten sapma tehlikesinin ortadan kalkması sağlanabilecektir.
İnsan, adaletin, mutluluğun, özgürlüğün arayışı içindedir. Ancak özgürlük arayışının ortaya çıkardığı mücadele, arkasından başka bir esareti doğurabilmekte; yıkılan zalimlerin veya işgalcilerin yerine yenileri dikilebilmektedir. Adalet arayışları başka bir zulümle sonuçlanabilmektedir. İnsan kendisini mutsuz eden davranış ve uygulamalara karşı çıkıp, bunlara sebep olan zincirleri kırarken yerine başka bağlar oluşabilmektedir. Kilise babalarının zulmünden kurtulup burjuva patronlarının tüketim sömürüsüne, İngiliz sömürgesinden kurtulup yeni Hint yönetiminin esaretine, yabancı otoritelerden kurtulup yerli iktidarlara, materyalizmden mistisizme veya ruhbanlıktan maddeciliğe… Bir uçta yaşanan aşırılık ortadan kaldırılırken diğer uçta aşırılık oluşturulmuş, içinde bulunulan durum kötü olarak tanımlanırken, iyi olan sanki onun tam karşıtıymış gibi anlaşılmış veya kö
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Günümüz İslam Düşüncesi İslam
- Kitap AdıNiçin İslam
- Sayfa Sayısı
- YazarYusuf İmamoğlu
- ISBN6055793029
- Boyutlar, Kapak 11x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviMANA YAYINLARI / 2008