Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Nehrin Dönemeci
Nehrin Dönemeci

Nehrin Dönemeci

V.S. Naipaul

Bana dükkânı ucuza satan Nasreddin, işi devraldığımda kolayca üstesinden gelebileceğime ihtimal vermemişti. Afrika’daki diğer ülkeler gibi, bizimki de bağımsızlığın ardından birtakım sorunlar yaşamıştı. İçerilerdeki, büyük nehrin dönemecindeki kasaba hayatiyetini kaybetmiş gibiydi; Nasreddin de her şeye sıfırdan başlamam gerekeceğini söylemişti.

Çok özel Nadira K Alvi ve Nancy Sladek Andrew Wylie ve Geordie Greig için

Önsöz

Şimdiye kadar ortaya çıkardığım her kitap şans eseridir: Kısmen fark edilen, az biraz anlaşılan mesele yavaş yavaş aydınlığa ve anlaşılırlığa kavuşur. Bu yüzden benim için her kitap, yazma sanatını öğrenme, özellikle de bir kitabı ortaya çıkarma sürecinin parçası olmuştur. Her kitap birbirinden farklıydı; ama bütün bu söylediklerimden sonra bile Nehrin Dönemeci gizemini koruyor. Kitap Orta Afrika’da geçer. İlk yazmaya başladığımda dünyanın bu bölümüyle ilgili pek az şey biliyordum. Venezuela’da, Beyaz Düzlükler’in, Llanos ve Orinoco’ nun büyüsü altında biraz zaman geçirmişliğim vardı. O bölgenin coğrafyasıyla ilgili bir kitap yazmıştım ve bir roman yazmaya oturduğumda dünyanın bu bölgesinden bahsetmem daha yerinde olurdu. O dönemde kafamdaki izlenimler darmadağındı; epey seyahat etmiştim ve kafamda hiç net bir şey yoktu diyebilirim. Ama yazmaya başladığımda bu yolculukla-rın dağınık yapısı yardıma koştu. Günün birinde yük treniyle gelen, işçi olduğunu tahmin ettiğim insanları görünce birden Trinidad’daki insanlara benzediklerini ve onları tanıdığımı hissettim.Afrika’da geçen çoğu şey için geçerliydi bu:Yolculuklarımı, gördüğüm şeyleri anlamak için kullandım.

1975’te Kongo’ya gittim, o zamanki ismi Zaire’ydi. Başkent Kinşasa’da biriki hafta geçirdikten sonra kuzeye, eski adıyla Stanleyville’e gitmenin iyi olacağını düşündüm. Kitapta bu yolculuğun bir yansıması vardır. Küçük ve kalabalık havaalanından çıkışta, bineceğim kamyonetin sürücüsü olduğunu düşündüğüm bir adam gördüm. Spor kıyafeti giymiş, boynuna bir havlu atmıştı. Kendimi ona takdim ettim ve Nehrin Dönemeci açısından bu büyük bir şans oldu. Spor kıyafetli adam kamyon sürücüm değildi. Bana Stanleyville’de bütün otellerin devlet görevlilerine ayrıldığını söyledi; Zaire ve Ruanda başkanları arasında bir görüşme yapılacaktı ve otuz altı saat içinde burayı terk etmem gerekiyordu. Kamyoncu zannettiğim adam bana evinde kalmamı teklif etti. Aynı zamanda Kisangani’de bana rehberlik yaptı ve sonraki otuz altı saat içinde gördüğüm her şey kitapta yerini buldu ve bana inceleyecek bir motif verdi.

Ertesi gün rehberim bana uzaktan bir ev gösterdi ve metresinin bu evde kocasıyla birlikte yaşadığını söyledi. Romana sızan romantik fikrin başlangıcı buydu. Evdeki hizmetkâr Metty oldu. Trinidad’dan alınma bir isimdi bu; “kırma” manasına geliyordu. Büyükannemin malikanesinin kâhyasına herkes Mr. Metty derdi ve her sabah büyükannemin karşısında palasıyla durup talimatları alırdı. Elindeki pala, tehditkâr bir silah değil, aksine vazifelerinin simgesiydi ve tahta sapı, Wellington botu şeklinde güzelce oyulmuştu. Böylece “Metty” çocukluğumun bazı parçalarını da bana geri getirdi; romanda ona uygun gördüğüm kölelik geçmişi Doğu Afrika sahilinden gelmeydi; bu şekilde yazdığım kitapta her şey birbiriyle karıştı ve tam da bu yüzden gerçek bir his, bir buluş hissi verdiler. Buluşlar olguları boğabilir; şimdi asıl Metty’nin söylediği gibi Kanada’ya gidip gitmediğine emin değilim.
Aynı gün öğleye doğru dostumun dükkânını gördüm; bütün havasına rağmen aslında esnaftı ve dükkânda bazı müşterilerini de gördüm. İçlerinden birisi Zabeth olacaktı, uzaklardan gelen tüccar. Muhtemelen teninde bakırsı bir ton vardı; şimdi hatırlayamıyorum. Oğlu Ferdinand basit ve tam bir uydurmaydı. Sonraki yıllardaki siyasi hayatı, başkana yakınlığı ve başkanı öldürme arzusunu rüyamda gördüm. Yine bununla ilintili bir rüyada, başkanın fedaisinin mutlaka başkanın önünden yürüdüğü ve ölmeyi, patlamalara maruz kalmayı göze aldığı düşüncesi doğdu. Bu kitabı yazarken gördüğüm rüyalar çok verimliydi; hayatım boyunca böyle talihli olmayı istediysem de bir daha başıma gelmedi. Bir yazarın ilk kitapları muhtemelen bu tür tahlillere en açık kitaplarıdır. Ama sonraki kitaplardaki çağrışımlar –yazarın hayatının karmaşıklığını yansıtan çağrışımlar– gizlidir. Kurgu bu yüzden kurgu olur ve yaratması heyecan verir.

Daha sonra bu kurgunun ajanslara ve yayıncılara sunulmasının zamanı gelir ve hayal kırıklığı hemen orada başlayabilir. Nehrin Dönemeci o sırada çalıştığım ajans tarafından çok “ussal” bulunmuştu, sebebi de Nobel ödülü almış eski bir Roma tarihçisi olan Mommsen’den bahsetmemdi. Ajans, Mommsen’in adının okurları kaçıracağını düşünüyordu ve kitabı zor bir yazarın ussal kitabı olarak Knopf’a sattı. Bir senelik emek 25.000 dolar etti ve sonradan kitap kendiliğinden alıp yürüdüğünde ne yayıncıdan ne de ajanstan bir özür geldi. Bu kitap yazdığım en başarılı eserdi, üzerine en kısa zamanda o ajanstan ayrılma keyfini de yaşadım.

Birinci bölüm

İKİNCİ AYAKLANMA

1

Dünya böyledir; bir hiç olanların, hiç olmaya boyun eğenlerin dünyada yeri yoktur.

Peugeot’mu sahilden içerilere doğru sürdüm. Bugünlerde Afrika’da böyle –doğu sahilinden içeri doğru– bir yolculuğa çıkamazsınız. Yol üzerindeki birçok yer ya yasak bölge ya da kana bulanmış vaziyette.Yolların iyi kötü açık olduğu o günlerde bile yolculuk bir haftadan fazla sürmüştü.

Sadece kum fırtınaları, çamur ve dağlardaki dar, dolambaçlı, bozuk yollar yüzünden değil. Sınır kulübelerindeki bütün o laf kalabalığı, tuhaf bayraklar çekilmiş orman kulübelerindeki pazarlıklar yüzünden. Kendimi ve Peugeot’mu bir yerden geçirmek için silahlı adamlara dil dökmem gerekiyordu; hem de sırf bir ormandan bir başka ormana geçebilmek için. Orayı da geçince onca dil döküp girdiğim yerlerden kendimi ve Peugeot’yu dışarı çıkarabilmek için daha da fazla dil dökmem, biraz daha para dağıtmam, konservelerimin birkaçını daha vermem gerekiyordu.

Bu yaltaklanmalar bazen yarım günümü alırdı. Başlarındaki adam gülünç bir istekte bulunurdu – ikiüç bin dolar. Ben hayır derdim. Sanki söylenecek bir şey kalmamış gibi kulübesine girerdi; ben yapacak başka şey olmadığından dışarıda vakit öldürürdüm. Biriki saat sonra ya ben kulübeye girerdim ya da o dışarı çıkardı ve ikiüç dolarda anlaşırdık. Vize işlerini sorduğumda Nasreddin’in söylediği gibi, yanında biraz nakit taşımak daha akıllıcaydı. “İçeri girmek mesele değil. Esas zor olan dışarı çıkmak. Bu şahsi bir mücadele. Herkes kendi yöntemini bulmak zorunda.”

Afrika’nın iyice içlerine girdikçe –fundalıklar, çöl, kayalık dağ yamaçları, göller, ikindi yağmurları, çamur, dağların daha nemli yamaçlarında eğrelti ve goril ormanları– iyice içlere girdikçe, “Bu çılgınlık. Yanlış yöne gidiyorum. Bunun sonunda yeni bir hayat olamaz,” diye düşünürdüm.

Ama yolculuğa devam ettim. Her gün kat ettiğim mesafe büyük bir başarı gibiydi; kazandığım her başarı geri dönmemi zorlaştırıyordu. Geçmişte kölelerin de aynı şeyleri yaşadığını düşünmeden edemiyordum. Aynı yolculuğu yapmışlardı ama tabii yaya ve aksi yönde, kıtanın merkezinden doğu sahiline doğru. Merkezden ve kabilelerinin bölgesinden uzaklaştıkça kervanlardan ay-rılıp memleketlerine kaçma şansları azalır, etraflarında gördükleri yabancı Afrikalılardan daha fazla ürkmeye başlarlardı; öyle ki yolculuğun sonunda hiç sorun çıkarmadan gemilere bindirilip denizaşırı güvenli yuvalara götürülmek için can atar hale gelirlerdi. Evinden uzaklarda bir köle gibi ben de gideceğim yere ulaşmak için can atıyordum. Yolculuğun getirdiği yılgınlıklar arttıkça yeni hayatıma kavuşmak için daha da bastırıyordum.

Oraya ulaştığımda Nasreddin’in yalan söylemediğini anladım. Bölgede sorunlar yaşanmıştı, nehrin dönemecindeki kasabanın yarısından fazlası yerle bir olmuştu. Nehrin akıntısının hızlandığı yerin yakınlarındaki eski Avrupalı mahallesi yakılmış, yıkıntılar üzerinde çalılar bitmişti; bahçelerle sokakları ayırt etmek bile zordu. İskelenin yanındaki resmî ve ticari bölge ile gümrük ve merkezdeki bazı sokaklar ayakta kalmıştı. Ama onun dışında fazla bir şey yoktu.Afrikalı cité’ler1 bile kısmen köşelerde doluydu, geri kalan yerler kaderine terk edilmişti; soluk mavi ya da yeşil, alçak, kutu gibi beton evlerin çoğu çabuk gelişip çabuk ölen tropik sarmaşıklarla, kahverengi yeşil hasırlarla kaplanmıştı.
Nasreddin’in dükkânı ticaret bölgesindeki bir çarşıdaydı. Fare kokuyordu, gübre doluydu ama sağlamdı. Nasreddin’in stokunu da almıştım ama fazla bir şey kalmamıştı. İtibarını da satın almıştım ama Afrikalıların çoğu ormana, gizli, zorlu derelerdeki köylerinin güvenliğine geri döndükleri için onun da bir anlamı yoktu.

Oraya ulaşmak için onca sabırsızlandıktan sonra yapacak bir şey bulamıyordum. Ama yalnız değildim. Başka tacirler, başka yabancılar da vardı; bazıları arbede sırasında da orada kalmışlardı. Onlarla birlikte bekliyordum. Barış devam etti. İnsanlar kasabaya dönmeye başladı; cité avluları doldu. İnsanlar bizim onlara temin edebileceğimiz mallara ihtiyaç duymaya başladılar. İş ağır ağır tekrar başladı.

Zabet devamlı müşterilerimin ilklerindendi. Bir marchande’dı – bir kadın tacir değil de, küçük çaplı bir perakendeci. Küçük bir kabile sayılabilecek bir balıkçı cemaatine mensuptu ve her ay köyünden kasabaya toptan mal almaya gelirdi.

Benden kalem, defter, jilet, şırınga, sabun, diş macunu, diş fırçası, kumaş, plastik oyuncaklar, demir tencereler, alüminyum tavalar, emaye tabaklar ve taslar alırdı. Bunlar Zabet’in balıkçı ahalisinin dış dünyadan ihtiyaç duyduğu ve karışıklık zamanında kullanmadığı basit şeylerden bazılarıydı. Olmazsa olmaz şeyler değil, lüks malzemeler değil; günlük hayatı kolaylaştıran şeyler. Buradaki insanların çeşitli becerileri vardı, kendi kendilerine geçinebiliyorlardı. Deri tabaklıyor, kumaş dokuyor, demir işliyorlardı; büyük ağaç gövdelerin içini boşaltıp kayık, küçüklerinden de dibek yapıyorlardı. Ama suyun ve yemeğin tadını bozmayacak ve sızıntı yapmayacak büyük bir kap arayanlar için emaye bir tasın ne anlama geldiğini bir düşünün!

Zabet, köyündekilerin neye ihtiyacı olduğunu ve onun için ne kadar para verebileceklerini gayet iyi bilirdi. Sahildeki tacirler (babam dahil) her malın bir alıcısı bulunacağını söylerdi; özellikle de kötü bir alışveriş yaptıklarında kendilerini avutmak için. Burada işler öyle değildi. İnsanlar yeni şeylere meraklıydı –mesela şırıngalara, ki bu beni çok şaşırtmıştı– hatta modern şeylere; ama zevkleri, yaşamlarına soktukları nesnelerin ilk örnekleri üzerine kuruluydu. Belli bir desene, belli bir markaya güvenirlerdi. Zabet’e bir şey “satmaya” uğraşmam boşunaydı, mümkün olduğunca bildik şeylere bağlı kalmam gerekiyordu. Bu tavrı, alışverişte heyecan bırakmasa da sorun yaşanmasını engelliyordu. Zabet’in de iyi ve dürüst bir işkadını olmasını sağlıyordu ki gerçekten de bir Afrikalıdan beklenmeyecek ölçüde dürüsttü.

Okuma yazma bilmiyordu. Karmaşık alışveriş listesini aklında tutuyor, önceki alışverişlerinde bir mala ne kadar para ödediğini hatırlıyordu. Hiç veresiye istememişti – bu fikirden nefret ediyordu. Hesabı nakit öder, parayı yanında taşıdığı makyaj çantasından çıkarırdı. Her tüccar, Zabet’in makyaj çantasını bilirdi. Bankalara güvenmediğinden değil; onların nasıl çalıştığını anlamazdı.

Kullandığımız karışık nehir diliyle ona, “Bet, günün birinde birisi çantanı çalacak. Böyle yanında parayla do-laşmak güvenli değil,” derdim.

“Böyle bir şey olursa Mis’ Salim, evde oturma zamanının geldiğini anlarım.”

Bu garip bir düşünce tarzıydı ama zaten o da garip bir kadındı.

“Mis’”, Zabet ve diğerlerinin kullandığı şekliyle “mister”ın kısaltmasıydı.Yabancı olduğum,uzaklardaki sahilden geldiğim, İngilizce konuştuğum için, ayrıca monsieur diye hitap edilen diğer yabancılardan ayrı tutmak için bana mister diyorlardı. Tabii bu, Büyük Adam gelip de hepimizi citoyens ve citoyennes1 yapmadan önceydi. Başta her şey yolundaydı ama Büyük Adam’ın zorlamasıyla yaşadığımız yalan hayatlar insanların kafasını karıştırıp onları korkutunca ve onunkinden daha güçlü bir fetiş ortaya çıkınca insanlar bütün olan bitene bir dur deyip tekrar en başa dönmeye karar verdiler.

Zabet’in köyü sadece yüz kilometre uzaktaydı.Ama bir patikadan ibaret olan yola uzaktı, nehirden de birkaç kilometre içerideydi. Karayoluyla da suyoluyla da zor bir yolculuktu ve iki gün sürüyordu. Yağmur mevsiminde karadan üç gün bile sürebiliyordu. Önceleri Zabet karadan geliyor, kadın yardımcılarıyla yola yürüyor, orada bir karavan, kamyon ya da otobüs bekliyordu. Buharlı tekneler tekrar çalışmaya başladığında Zabet hep nehirden gelmeye başladı, bu da pek kolay bir yol değildi.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıNehrin Dönemeci
  • Sayfa Sayısı360
  • YazarV.S. Naipaul
  • ÇevirmenAslı Biçen
  • ISBN9789750725333
  • Boyutlar, Kapak14x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2015

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Mola ~ Mario BenedettiMola

    Mola

    Mario Benedetti

    49 yaşında, dul, üç yetişkin çocuğuyla mesafeli bir ilişki yaşayan ve hayatı işiyle evi arasında geçen Martín Santomé’nin emekliliği yaklaşmaktadır. Emekli olunca bahçe işiyle...

  2. Korku ~ Stefan ZweigKorku

    Korku

    Stefan Zweig

    Burjuva ahlakının gereklerini üstünkörü yerine getiren otuz yaşındaki, evli ve iki çocuk annesi Irene Wagner, sekiz yıllık evliliğindeki tekdüzelikten bunalıp kocasını genç bir piyanistle...

  3. Koruyan El ~ Wolfgang SchorlauKoruyan El

    Koruyan El

    Wolfgang Schorlau

    Siyasî polisiye ustası Schorlau, bu defa, Almanya devletinin gizli servisleri ve neonaziler arasındaki “derin” ilişkilere dair ürpertici şüphelerin izini sürüyor. Almanya’da 2000-2006 yılları arasında...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur