“Âdem’i kısmen yoldan çıkaracağım derken kendi tastamam yoldan çıkmış, rezil rüsvâ olmuş, sefil zelil olmuş, kelek kepaze olmuş, permeperişan olmuş, rütbesi tenzil edilip nâr-ı semumdan mürekkep bir cin olmuş, tekrar tenzil edilip isli pisli bir Şeytan olmuş, bâtılda ısrar edince bir daha tenzil edilip İblis olmuş, hazır olmuşken Âdem’i de iğfâl edip kendine benzetmiş, onunla birlikte Cennet’ten sepetlenmişti.”
İsrafil’in ölü kalplere can veren nefesi, yani Nefha…
Bu romanda şeytanın hikâyesine can veriyor.
Sezgin Kaymaz, şeytanın “diyalektiğini” anlatıyor.
Ve meleklerin dramını – zira cennette de hayat zor! Bu aynı zamanda insanın kibriyle, hevesleriyle, kabiliyetleriyle, acizlikleriyle yaşadığı git gellerin, iniş çıkışların, şaşkınlıkların hikâyesi. Neticede, bilinmezliğin hikâyesi.
Akıl sır ermez – ama bir yandan da bildik insan hali… Ürpertili – ama yine de şen şatır… Ezeli-ebedi ve ölümsüz olanın kudreti, korkusu – ve adeta ezelî-ebedî bir fanilik neşesi…
El çek sebep denenden,
Görmeye perdedir o.
– MEVLÂNÂ
Mikail, Cennet’in her yandan esen ilahi yel marifetiyle hem dört bir yana yatan hem de aynı anda zaten dört bir yandan yele maruz kaldığı için hiçbir yana yatmayıp olduğu yerde dimdik dikilen yeşil çimenlerinde eteklerini savurarak dolaşıyor, dersini anlatmaya çalışıyordu. Zorlanıyordu. Birçok bakımdan. Bir kere, meleciklerin oturup kalkıp Büyük Usta demelerinden acayip rahatsızdı, kaç defa tembih etmişti ki bana büyük usta demeyin. O isim o şahısla beraber gitti. Kim dinler? Peki peki deyip gene devam etmiştiler Büyük Usta da Büyük Usta. Olmuyordu yani. Hayır, belki teknik bakımdan yanlış değildi, o şahıs onca günah yüküyle bu güzel sıfatı hak ediyorduysa bunun tek bir günahın uzağından bile geçmemiş hâliyle haydi haydi etmesi beklenirdi, teknik olarak deyin, tamam, ona bir itirazı yoktu da Mikail’in, bari uluorta demeyin değil mi? Duyan eden olsa? İçinizden deyin içinizden deyin. O da olmadı, sessizce deyin, bir biz duyalım yeter. Sonra bir de şu ders anlatma meselesi vardı, o da ayrı bir zorluyordu Mikail’i doğrusu. Anlatmak değildi mesele, nasıl anlatacağını bilmekti. Bilmiyordu. Daha doğrusu, biliyordu bilmesine de, kendi bildiğin gibi anlat git işte, hayır efendim, öyle yapmıyordu.
Kaptırıyordu kendini ve bir de bakıyordu ki jestleriyle olsun mimikleriyle olsun, vurgusuyla tonlamasıyla, şeddesiyle olsun, azâmet gösterisiyle ve de maalesef eteklerini savuru savuruvermesiyle olsun farkında olmadan o şahsı taklit etmeye başlamış. Taklit demeyelim de tam, değil mi ki ondan makbuldü, değil mi ki o dumansız ateş bu som ışık, değil mi ki o kovuldu, bu hâlâ burada, değil mi ki o isyan etti bu itaat, değil mi ki böyleyken böyle, o zaman onun yaptıklarını yapmaya ondan ziyade bunun hakkı olması lâzım gelirdi, o bakımdan yapıyordu diyelim. Yoksa o kiiim bu kim, niye taklit etmeye kalksındı ki o mâlûm şahsı? Niye yani? Derdi neydi de taklit etsin? Rahattı bu bakımdan, içi falan huzurluydu, gelgelelim, gene de çok mustaripti, hiç rahat değildi, iç huzur miç huzur hak getireydi… Çünkü ne bakımdan, ne halt yemeye onun gibi ders anlatmaya çalışırsa çalışsın, çalışmasa daha iyiydi, bunu biliyordu.
Yapmayacağım diyordu her seferinde, bir daha kesinlikle onun gibi olmaya çalışmayacağım, çalışırsam da ne olayım! O niyetle etek çemreyip kol sıvıyor her derse, o niyetle devam ediyor ve fakat az sonra bir de bakıyordu ki eteklerini içerden tekmeleyişinde bir Azâzil edâları, Cennet’i sarıp sarmalayackmış gibi kollarını açı açıverişinde bir Azâzil çalımları, küçük meleklere hitap edişinde bir Azâzil kurumları, dersi belletme gayretleri içinde bir Azâzil özentilikleri, taktikleri, dersi geldiği bildiği ve olduğu gibi anlatıp gitmek yerine kendi kendine için için hasetinden çatlaya çatlaya bir o olsaydı nasıl anlatırdı müşâvereleri, bir iki arada bir derede dingildemeler, bir gene beceremedim eziklenmeleri… Ayıp yani. Cennet kurtarmıştı adamdan yakasını, bu bir türlü kurtaramıyordu. Rahatlık, huzur muzur yalan, çok mustaripti, çok.
Mustarip olduğu bir şey daha vardı ki belki de o melunu yansılamaya çalışmasının esaslı sebebiydi tamı tamına. Olmuyordu yahu! Ne yapsa, ne etse olmuyor, dersi bir türlü adam gibi anlatamıyordu, ne eziklense az. Meleciklerin dikkatini çekebilmek ve anlatılanları kemâl-i ciddiyetle dinlemelerini temin edebilmek için ne yaparsa yapsın tutturamıyor, başarılı olamıyordu. Sıkıldıklarını, dikkatlerinin dağılı dağılıverdiğini, fıs fıs konuşup kikirdeşmeye başladıklarını görüyor, kaç kere taklaya gelirdi bir melek, sırtı kaç kere mindere yapışırdı, fıttırıyordu.
O yapıyordu da ben niye yapamıyorum? Buydu soru. Ağır mı ağır bir yetersizlik duygusuna kapılıyordu o zaman, hırgür ediyor, zor şer ediyor, ağzım yüzüm ediyor, dersi bir biçimde hitâma erdirip koştur koştur Tebliğ Düzlüğü’ne atıyor kendini, Azrail’i buluyordu. Veya İsrafil’i. Artık konuya enikonu vâkıf oldukları için hemen soruyordular bunu görür görmez: “Gene mi olmadı dostum?” Olmadı diyordu, ne desin? Gene kaynattılar dersi diyordu. Gene ağzımdan girdiler burnumdan çıktılar, beni çileden çıkarmayı başardılar. Kendimi dar attım şuraya. “Üzülme!” diyordular o zaman. Ki bunu söyleyeceklerini biliyordu zaten, hep bunu söylerdiler. “Üzülme!” Kolaysa gel de sen üzülme diye geçiriyordu içinden ama dişini sıkıyor, tek kelime etmiyordu ayıp olmasın diye. Susup çok kıymeti harbiyesine olan bir şey demişler gibi kafa sallıyor ve sonraki söyleyeceklerini söylemelerini bekliyordu. Gene ne söyleyeceklerini elifi elifine bilerek. Şöyle söylüyordular: “Üzülme! Sen katışıksız ışıktan yaratılmış ezelî ve ebedî bir meleksin. Envai çeşit hinlik, cinlik ve Şeytanlıkla iş gören, dumansız ateşten yaratılmış o mâlûm şahıs gibi olamaz sın.” Buraya kadar iyiydi de bir de üstüne şunu söylüyordular behemehâl: “Sen kiiim, küçük meleklerin dersi can kulağıyla dinlemesini sağlamak için provokatif didaktik gibi, şaşırtıcı dipsiz didaktik gibi, yaratıcı yıkım tekniği ve devrik cümle metodolojisi gibi dehâ dolu birbirinden özel taktikler, yol ve yordamlar kullanmak kim?” Hadi buyur! Bozuluyordu o zaman çok, izzetinefsine dokunuyordu. Biliyordu, niyetleri hâlisti arkadaşlarının, iltifat olsun diye söylüyordular böyle.
Hadi iltifat olsun diye de söylemediler diyelim, en azından içini rahatlatmak için söylüyordular. İyi de, böyle mi söylenirdi yani? Dan dan? Biraz kenarlarını yuvarla, yumuşat, değil mi? Sen böyle söylersen, biz de ister istemez o mâlûm şahısla mukayese ediliyor da hâkir görülüyormuş gibi hissederdik kendimizi. Ediyordu da nitekim, elinde değil. Haklısın dostum diyordu, o an kendisini sabırla dinleyip gene her defasında yaptığı konuşmayı yaparak yüreğine su serptiğini düşünen şu veya bu arkadaşına. Ama içinden hiç de öyle düşünmüyordu.
Keşke şu İblis henüz Azâzil iken o mucizevi ders anlatma taktiklerini bana da öğretmesini isteseydim diye düşünüyordu meselâ. O küçücük beyinli küçücük meleciklere hiç zorlanmadan, bir de üstelik güle oynaya öğretebilen adam, bu koca beyinli koca meleğe evleviyetle öğretirdi. Veya şöyle düşünüyordu: Ben ki koskoca bir meleğim, koskoca Cennet’in ve Âdem sürgün edildikten beri hâlk edilen kâinatın yedi iklimi benden sorulur, bir yarım akıllı İblis kadar ders anlatamıyorum. Ayıp bana! O durum ne kadar gücüne gidiyorsa bu durum da her seferinde en az o kadar gücüne gidiyor, sonra da oturup düşününce bu durumun gücüne gitmesi daha bir gücüne gidiyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı
- Kitap AdıNefha
- Sayfa Sayısı165
- YazarSezgin Kaymaz
- ISBN9789750535222
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Devran ~ Selahattin Demirtaş
Devran
Selahattin Demirtaş
Toz duman kenarlardan, taşradan ve kuytulardan, memleketten yoksulluk halleri. Utananlar, üzülenler, âşıklar, yevmiyeciler, küçük kasabalar, hazin ve uzakta kalan hayatlar. Devran, inatçı neşesiyle geçip...
- Ağaçtaki Kız ~ Şebnem İşigüzel
Ağaçtaki Kız
Şebnem İşigüzel
“İnsan bir başkasının hikâyesidir. En çok da anne ve babasının. Genetiği geçtim, bu ruhen böyledir. Hiç istemezken onlar gibi olursunuz. Özünde yani. Evet, tıpkı...
- Vassaf Bey ~ Memduh Şevket Esendal
Vassaf Bey
Memduh Şevket Esendal
M.Ş.E. bu romanı, hayatları adeta “öldürülenlere” umut vermek için yazıyor; ölümden sonra başkalarını mutlu etmek dileğindeki yaşını başını almış, görmüş geçirmiş Vassaf Bey’i anlatıyor....