Nana’nın ele avuca sığdırılamaz hedonizminin, lüks ve dekadan hayat sevdasının sınırı yoktu. Fakat hayatının büyük bir bedeli olacaktı.
Paris gecekondularından sokaklara, sokaklardan sahneye, sahnelerden üst sınıf fahişeliğe… Bu roman meşhur kokot Nana’nın hikâyesi. Öyle bir güzellik ki Nana, zengin erkekler, kontlar ve markiler ayaklarına kapanır, asil hanımefendiler Nana’nın varlığını gölgede bırakabilmek için çırpınır durur, hatta âşıkları uğrunda kendini öldürür.
Paris 1880’de, ilk yayınladığı gün 55 bin kopya satan olay roman, Paris’in elit Parizyen atmosferinin ardındaki çürümüşlüğü nefis, etkili ve arzulanan bir kadının hikâyesi üzerinden ifade eden, unutulmaz bir klasik…
I
Varietes Tiyatrosunun salonu saat dokuz olmasına rağmen hâlâ boştu. Balkon ve sahnenin Önündeki narçiçeği rengi kadife koltukların arasında birkaç kişi, avizenin yaydığı loş ışıkta sessizce bekliyordu. Perde kocaman kırmızı bir leke halinde karanlığa gömülmüş, sahne ışıkları kararmış, çalgıcıların nota sehpaları dağılmıştı. Sahneden çıt çıkmıyordu. Sadece yukarıdan, kubbenin çevresinde, gaz lambasından yükselen ışığın yeşerttiği bir gökyüzünde uçuşan, çıplak kadın ve çocuk figürlerinin hemen altındaki üçüncü balkondan, sürekli bir uğultu, bağırışına ve gülüşmeler işitiliyordu. Yaldız çerçeveli, yuvarlak, geniş pencere boşluklarının altında, kasketli başlar sıra sıra dizilmişti. Zaman zaman elinde kuponlarla görünen yer gösterici kadın, hemen önündeki fraklı bey eşliğinde kasılarak yürüyen cılız kadını aceleyle itiştirip yerine oturtuyordu, koltuğuna kavuşabilenlerse ağır bakışlarla çevresini süzmekle meşguldü. Sahnenin önünde iki delikanlı belirdi. Ayakla durup etrafa bakındılar. Yaşça daha büyük olan, uzun boylu ve ince kara bıyıklı delikanlı, “Sana demedim mi Hektor?” diye bağırdı. “Çok erken geldik. Bıraksaydın da puromu bitirseydim.”
Yer gösterici kadın yanlarından geçiyordu; samimi bir tavırla, “Ooo! Bay Fauchery!” dedi. “Yarım saatten önce başlamaz oyun.”
Zayıf, uzun yüzü asılan Hector, “Öyleyse neden saat dokuzda başlayacağını duyuruyorlar?” diye homurdandı. “Oyunculardan Clarisse, bu sabah yanımdayken, saat tam sekizde başlayacağına yemin etmişti.”
Bir an sessizlik oldu, başlarını kaldırıp meraklı gözlerle locaların karanlığına baktılar. Fakat locaları kaplayan yeşil duvar kâğıdı, içerisini daha da karartıyordu. Zemin kattaki localar daha da karanlıktı. Balkon localarındaysa yalnızca şişman bir kadın vardı; ön taraftaki kadife kaplı parmaklığa dayanmıştı Sağda ve solda, yüksek sütunlar arasında, uzun saçaklı kumaşla kaplı olanlar boş duruyordu. Filizi yeşille canlandırılmış beyaz ve yaldızlı salon, devasa kristal avizenin loş ışığı altında, ince bir toz tabakasıyla kaplanmışçasına bulanıktı.
Hector, “Lucy’ye sahne önünde bir loca bulabildin mi?” diye sordu.
“Evet,” dedi öteki; “Ama zor oldu… Eh, o da zaten hiçbir zaman erken teşrif etmediği için tehlike yok demektir!” Fauchery hafifçe esnedi, bir süre sustuktan sonra, “Şansın varmış, ilk kez bir ilk temsile geliyorsun,” diye ekledi. “Ve Sansın Venüs, yılın olayı olacak. Aylardır hep bu kadından söz ediliyor. Ah dostum, öyle bir ses ki sorma! Muhteşem! İşini iyi bilen Bordenave onu bu temsile saklamış.”
Hector, kendinden geçmişçesine dinliyordu. “Peki, Venüs’ü oynayacak bu yeni yıldızı tanıyor musun?” diye sordu.
Fauchery, kollarını havaya savurarak, “Haydaaa! Yine başladı!” diye bağırdı. “Sabahtan beri Nana, diye kafamı şişiriyor herkes. Belki yirmi kişiyle karşılaştım; her yerde Nana, ille de Nana! Ben ne bileyim! Paris’teki tüm kızları tanıyamam ya! Nana, Bordenave’ın keşfi. Sağlam bir parça olmalı!”
Ardından yatıştı. Ancak boş salon, avizenin yaydığı loşluk, kilisedeki kutsallığı andıran fısıltılar ve çarpılan kapıların gürültüleriyle dolu bu hava, genç adamı yeniden sinirlendirmeye yetecekti.
“Yok, yok!” dedi birden. “İnsan bunalıyor burada. Ben dışarı çıkıyorum. Aşağıda Bordenave’ı görürüz belki. Bize ayrıntıları anlatır.”
Bilet kontrolünün yapıldığı mermer zeminli geniş girişte, halk yavaş yavaş görünmeye başlamıştı. Açık duran üç kanatlı kapıdan, güzel nisan gecesi altında kaynaşıp alev alev yanan caddelerin ateşli yaşantısının akıp gittiği görülüyordu. Arabaların tekerlekleri birden duruyor, insanlar akın halinde içeri girip bilet kontrol gişesinin önünde bekleşirken, merdiven basamaklarını kalçalarını sallayarak ağır ağır çıkan kadınlar aşağıda beliriyordu. Gaz lambasının ışığı altında, İmparatorluk tarzı zarif yapısı yüzünden kartondan yapılmış bir tapınağı andıran, sıra sıra sütunlarla süslü bu salonda, üzerinde kocaman kara harflerle NANA yazılı büyük, san afişler asılıydı. Erkeklerin bir kısmı afişlere kaçamak bakışlar atarken; bir kısmı da ayakta durmuş, kapılann ağzını tıkayarak konuşuyordu. Bilet gişesinin önündeyse, ablak suratlı, tıraşlı, kaba bir adam, yer bulmak için üsteleyen insanları tersleyip duruyordu.
Fauchery, merdivenden inerken, “îşte, Bordenave,” dedi.
Müdür de onu görmüştü. Uzaktan, “Oh, oh, çok iyi!” diye bağırdı. “Hani benim İçin bir makale yazacaktınız… Bu sabah Figaro’yu açtım ama avcumu yaladım!”
Fauchery, “Durun hele!” diye karşılık verdi. “Şu sizin Nana’dan sözetmeden önce, onu tanımam gerek… Hem söz vermiş de değilim.”
Sonra da sözü daha fazla uzatmamak için kuzeni Hector da La Faloise’ı tanıttı Delikanlı Paris’teki öğrenimini yeni bitirmişti. Müdür, genç adamı şöyle bir süzdü. Hector, Bordenava’ı heyecanla inceliyordu. Kadınlarını sahnede sergileyen, onlara forsa gardiyanı gibi davranan, aklı hep reklamda olan, bağırıp çağıran, tüküren, durmadan kalçalarını döven, hayasız ve herkesin işine kansan Bordenave buydu demek! Hector, kendini kibar cümleler kurmak zorunda hissetti. Tatlı ve ince bir sesle, “Tiyatronuz…” diye söze başladı.
Bordenave, açıksözlülükten hoşlanırmış gibi basit bir sözle konuşmasını kesti, “Senin genelev, deyin şuna.”
Bu lafın üzerine Fauchery, onaylarcasına güldü; oysa Hector, çok utanmış, övgüsü boğazında düğümlenip kalmıştı, fakat yine de bu itiraftan hoşlanmış gibi görünmek istiyordu. Müdür, günlük yazıları büyük yankı yaratan bir tiyatro eleştirmeninin elini sıkmak için öne atılmıştı. Geri döndüğünde, Hector kendini toparlamak üzereydi. Fazla şaşkın görünürse, kendisine taşralı gibi davranılmasından korkuyordu. Sırf bir şey söylemiş olmak için, “Duyduğuma göre,” diye söze başladı; “Nana’nın çok hoş bir sesi varmış.”
Müdür, omuzlarını silkerek, “Onun mu?” dîye bağırdı. “Çatlak zurnadan bir farkı yok!”
Delikanlı aceleyle ekledi, “Ayrıca, çok iyi bir komedyenmiş.”
“O mu? Yağ tulumu! Elini, ayağını nereye koyacağını bile bilmez!”
“Ne olursa olsun, bu geceki ilk temsili kaçırmak istemedim,” dedi Hector. “Bildiğim kadarıyla tiyatronuz…”
Bordenave, dediğim dedik birinin o sakin inadıyla, “Benim genelev deyin dedim size,” diye sözünü kesti.
O anda Faucher, içeriye giren kadınları sakince süzüyordu. Kuzenini, ağzı açık, gülmesi mi öfkelenmesi mi gerektiğini bilemez durumda görünce, yardımına koştu.
“Bordenave’ı sevindirsene; madem ki hoşuna gidiyor, tiyatrosu için ne istiyorsa onu söyle… Bak dostum, bize hava atmayın. Şu sizin Nana şarkı söylemez, rol yapmazsa, başarısızlığa uğrarsınız, olacağı budur. Zaten ben de bundan korkuyorum.”
Kıpkırmızı kesilen müdür bağırdı, “Başarısızlık ha! Başarısızlık ha! Böyle bir kadının rol yapmayı, şarkı söylemeyi öğrenmeye ihtiyacı olur mu hiç? Vah, yavrum, çok toysun… Nana’da başka bir şey var! O ışık da sözünü ettiklerinizin yerini tutuyor. Ben bunun kokusunu aldım! Eğer Nana’da bu ışık yoksa, aptalın biriyim ben de… Göreceksin, sahneye bir çıksın, tüm salon dilini yutacaktır.”
Heyecanla titreyen iri elleri havaya kalkmıştı. Siniri yatıştığı için sesi giderek alçalıyordu. Kendi kendine homurdanıyordu, “Evet, bu kız çok yükselecek! Evet, çok yükselecek! Ah, onda öyle bir ten var ki! Ne ten ama!”
Ardından, Fauchery bir soru sorunca, Hector de La Faloise’ı utandıran açık seçik sözlerle ayrıntıları anlatmaya koyuldu. Nana’yı ağına düşürmüştü ve şöhret yapmak niyetindeydi. Hem zaten tam da o sırada, bir Venüs arıyordu. Kendisi bir kadınla uzun uzun uğraşmaktan hoşlanmazdı; halkın ondan hemen faydalanmasını istiyordu. Yalnız bu yeniyetme kızın gelişiyle ortalık karışıp başkaldırı havasına bürünmüştü sanki. İyi bir aktris, yetenekli bir şarkıcı olan yıldızı Rose Mignon, Nana’nın kendisine rakip olacağını sezerek öfkelenmiş, tiyatroyu yüzüstü bırakacağı tehdidini savurmaya başlamıştı. Afiş için ne kıyametler kopmuştu, Tanrım! Bordenave, sonunda iki aktristin adlarını aynı büyüklükte yazdırmaya karar vermişti. Canını sıkmaya gelemezdi hiç, fahişelerinden biri, Simon ya da Clarisse yolunu şaşınnca, kadınların kıçına birer tekme indiriveriyordu. Başka çaresi yoktu. Bu fahişelerin ne mal olduğunun fakındaydı!..
Bordenave birden lafı değiştirerek, “Bak hele,” dedi, “Mignon’la Steiner geliyor. Her an birlikteler! Steiner’ın Rose’dan bıkmaya başladığından haberiniz vardır; Mignon da, bırakıp gider korkusuyla adamın pekinden ayrılamaz hale geldi.”
Tiyatro binasının duvarında yanan gaz lambalan, kaldırımın üstüne parlak ışıktan bir örtü seriyordu. İki küçük ağacın çiğ yeşili hemen farkediliyordu; sütunlardan biri öyle canlı aydınlanmıştı ki, adeta bembeyazdı. Öyle ki, üzerindeki afiş, gündüzmüş gibi uzaktan okunabiliyordu. Ötelerde, durmadan ilerleyen silik kalabalığın içinde, caddenin yoğun karanlığı, ışıklarla deliniyordu. Erkeklerin çoğu içeriye hemen girmiyor, dışarıda durup konuşurken bir yandan da sigaralarını bitiriyordu; sıra sıra dizili ışıklar altında, yüzleri solgun görünüyor, kısa, kara gölgeleri asfaltın üzerine yansıyordu. Fazlasıyla iri ve kilolu, geniş omuzlu, panayır pehlivanı gibi kalın enseli, koca kafalı Mignon, kolunda banker Steiner’ı sürükleyerek, kalabalık arasında kendine yol açmaya çalışıyordu. Steiner, göbek salmış, kır sakallı, yuvarlak yüzlü, ufak tefek biriydi
Bordenave, bankere, “Dün çalışma odamda karşılaştığınız kadın oydu!” dedi.
Steiner, “Ya, demek oydu!” diye bağırdı. “Kuşkulanmıştım. Yalnız, tam o girdiğinde ben dışarı çıkıyordum, bu yüzden iyice göremedim.”
Mignon, gözlerini yere eğmiş, parmağındaki kocaman elmas yüzüğü çeviriyordu. Nana’dan konuşulduğunu anlamıştı. Bordenave, tiyatrosuna yeni düşen bu kadını anlattıkça bankerin gözleri parlıyordu, sonunda Mignon araya girmek zorunda kaldı. “Bırak dostum şu sürtüğü! Halk onu güzelce sepetleyecektir… Steiner, tnon cher, biliyorsun, karım locasında sizi bekliyor.”
Sonra bankeri çekip sürüklemek istedi. Fakat Steiner, Bordenave’dan ayrılmak İstemiyordu. Önlerinde, kontrol yerinde kuyruğa girmiş bir yığın İnsan itişip kakışıyor, uğultulu sesler yükseliyor, bu arada Nana’nın adı, o iki hecenin canlı tatlılığıyla durmadan yineleniyordu. Afişlerin Önünde dikilen erkekler, bu adı soru sorarmış gibi bir tonla söylüyordu Kadınlarsa endişeyle gülümseyerek ve biraz da şaşırarak tekrar ediyordu bu adı. Nana’yı kimse tanımıyordu. Nereden çıkmıştı bu Nana? Bir yandan söylentiler yayılıyor, şakalar kulaktan kulağa fısıldanıyordu. Bu ad, okşayış gibi bir şeydi, kısacıktı; o samimi tınısı her ağza yakışıyordu. Bu adı telaffuz etmek yetip artıyordu; herkes neşeleniyor, uslu bir çocuk oluveriyordu. Kalabalığı merak dolu bir tutku sarıyor, Parisliler’e özgü bu merak, kimi zaman bir delilik nöbeti kadar şiddetli hissediliyordu. Herkes bir an Önce Nana’yı görmek istiyordu. Telaş esnasında, kadınların elbiselerinin volanları yırtılıyor, erkekler şapkalarını kaybediyordu. Yirmi kadar adamın soru yağmuruna yakalanan Bordenave. “Eh, amma çok soru soruyorsunuz!” diye bağırdı. “Birazdan göreceksiniz işte! Kaçtım ben, işim var.”
İzleyicisinin ilgisini galeyana getirmekten hoşnut bir halde onadan yok oldu. Bu sırada Mignon da Steiner’a, ilk perdedeki yeni kostümünü göstermek için Rose’un onu beklediğini hatırlatıp duruyordu….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıNana
- Sayfa Sayısı595
- YazarEmile Zola
- ISBN6050058666
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviArtemis Yayınları / 2009
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kırmızı Pazartesi ~ Gabriel Garcia Marquez
Kırmızı Pazartesi
Gabriel Garcia Marquez
Kolombiyalı büyük yazar Gabriel García Márquez’in 1981’de yayımlanan yedinci romanı Kırmızı Pazartesi, işleneceğini herkesin bildiği, engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir namus...
- Hac ~ Paulo Coelho
Hac
Paulo Coelho
Gemi limanda güvendedir, ama gemiler limanda beklemeleri için yapılmaz. İleriye bakıyorum; manzara tekdüze, rehberim de hiçliğin ortasından fırlamış gibi görünen barda kahvesini yudumlamakta. Geriye...
- Aileni Seç ~ Terence Blacker
Aileni Seç
Terence Blacker
Danny Bell’in sorunu iki sözcükle özetlenebilir: “anne” ve “baba”. Bir gün çantasında, ailesini değiştirerek yeni bir hayata başlayabileceğini belirten bir broşür bulur. “Mükemmel aile”...