İlhami Algör, sokağın sesiyle mahallenin ablaları Müzeyen ve Nezahat’in kırık hikâyelerini anlatıyor! İronik dilinin gücüyle bir dönemin kültleşen iki romanı Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku ve Albayım Beni Nezahat ile Evlendir tek bir kitap olarak okurla yeniden buluşuyor.
Veletlerden bazıları, hal ve tavırları ile çocuğa mesaj gönderiyor, “Senin resmin değişik evlat” diyorlardı.
“Seni kimse bakkala çakkala göndermez, herhangi bir şey için seslenmezler sana. Kibarlıkları tutar, “Bakar mısın yavrum?” derler sana, “Sen kimin misafirisin?”
Veletler, domuz gibi biliyorlardı ki, misafirin semtinde taksi telefonla çağrılır, bakkal işlerini kapıcı görürdü.
Yine de, coğrafyası farklı çocuğa, mahalli ürünler olarak, kendi kendilerine iken yapmadıkları fakat misafir gözün varlığından haberdar oldukları için nedense kendileri de olamadıkları bir aralıkta, abartılı hareketler sergiliyorlar, korkusuz cengâver, bıçkın, fırlama rollerinden çeşitlemeler sunuyorlardı.
Misafir çocuğun duruşunda, bulunduğu çevreyi küçümseyen, potansiyel sopalık bir eda yoktu. “Ben sizin için bir tehdit değilim” duruşuyla duruyordu. “Sizden farklıyım, ama yabancı değilim. Sırlarınızı satmam, size kelek atmam, fakat bana ait olanı ve benim ait olduğumu unutmam.”
*
Pazarın girişinde durdum. Bir tarafım, “Gir içeri, esnafla sohbet et” diyor, diğer tarafım, “keyfim yok, takılmayalım” ayağına yatıyordu. Takılmadım, yürüdüm, yaldızcı Aziz’i geçtim, köşeyi döndüm. Şahsuvar Camii, siyah ceket-pantolonlu ince uzun bir siluetin önünde dikildiği, parlak sarı ve dev bir leke olarak gözümü aldı.
Siyahlı siluetin duruşuna takılmıştım. Takıntıya cevaben bir resim geldi: Pencerelerinden tombul kadınların sarkıp, mahalle veletlerine, adlarıyla ya da “Oğlum” diye seslenip, bakkala çakkala, taksi durağından taksi çağırmaya veya “Bak bakalım bu akşam sinemada hangi film oynuyor?” diye, yazlık sinema afişlerine bakmaya gönderdiği bir mahallenin resmiydi bu gelen.
Birkaç velet sokakta top oynuyor, top oynayan çocuklar ile aynı yaşlarda, mahallede birilerine misafir gelmiş bir çocuk, gıcır boyalı ve bağcıklı kunduraları, düzgün çekilmiş temiz çorapları ile bir köşeden, sessiz ve sakin, top oynayanları izliyordu.
Veletlerden bazıları, hal ve tavırları ile çocuğa mesaj gönderiyor, “Senin resmin değişik evlat” diyorlardı. “Seni kimse bakkala çakkala göndermez, herhangi bir şey için seslenmezler sana. Kibarlıkları tutar, “Bakar mısın yavrum?” derler sana, “Sen kimin misafirisin?”
Veletler, domuz gibi biliyorlardı ki, misafirin semtinde taksi telefonla çağrılır, bakkal işlerini kapıcı görürdü. Yine de, coğrafyası farklı çocuğa, mahalli ürünler olarak, kendi kendilerine iken yapmadıkları fakat misafir gözün varlığından haberdar oldukları için nedense kendileri de olamadıkları bir aralıkta, abartılı hareketler sergiliyorlar, korkusuz cengâver, bıçkın, fırlama rollerinden çeşitlemeler sunuyorlardı.
Misafir çocuğun duruşunda, bulunduğu çevreyi küçümseyen, potansiyel sopalık bir eda yoktu. “Ben sizin için bir tehdit değilim” duruşuyla duruyordu. “Sizden farklıyım, ama yabancı değilim. Sırlarınızı satmam, size kelek atmam, fakat bana ait olanı ve benim ait olduğumu unutmam.”
Bu duruş, bir süre sonra cengâver veletlerde saygı uyandırıyor, tesadüfen ayaktan kaçıp da misafir çocuğa doğru yuvarlanmış top, uçurumun iki yakasını birbirlerine yaklaştırıyor, tam bu sırada, bir anne sesi çocuğu içeri çağırıyor, top orta yerde, hareketsiz öylece kalıyordu.
Resimden çıktım. Siyahlı ince uzun siluet yerinde yoktu. Bakındım. Manken atölyesinin önünden caddeye doğru uzaklaştığını gördüm.
Kuleye, kahveye döndüm. Madamalar gitmiş, Müzeyyen henüz gelmemişti.
Beyaz çoraplı bir adam, elleri kıçında önümden geçti, masalar arasında dolaştı, Karaköy üstünden denize baktı, sonra çeşme yönünde, çocukların oynaştığı açıklığa döndü, yürüdü, kulenin gövdesini kıvrıldı kayboldu.
Herifte hangi ayrıntıya takıldığımı kestiremiyordum. Ucuz şaraptan kızarmış yüzünde kılcal damarlar belirmiş, göbeği kemer üstüne sarkmış, pantolon paçaları ayak bileğini ve beyaz çoraplarını örtmüyor. Kılık kıyafete kıl kapanlardan değildim. Bu haller benim için renkti. Silkelendim ve resmi bir daha taradım. Bıyıklara takıldığımı hissettim. Dudak üstü ince çizgi halinde kesilmiş ve siyah boya üstü biryantin ile parlatılmış bıyıklar.
Bir tarafım, “Ne var bunda?” dedi, “Herif tıraşını olmuş, limon kolonyasını sürmüş, saçlarını taramış yatırmış, temiz pak, piyasa yapıyor.”
Diyecek bir şey yoktu. Gerçi herifin voltasında, mekânı sahiplenmiş şahıslarda görülen, “Buralar bizden sorulur” edası vardı ama, neticede herif buraların malıysa, bir yerde biz adamın doğal ortamında “yersiz” kalıyor olabilirdik. Pat diye kelalaka bir resim geldi: Herif akşamları eve fitil geliyor, kapıyı bir deri bir kemik karısı açıyor, içerde diz boyu sefalet ve arada kadına mariz, beyim sabahları sinekkaydı, ütülü ve limonlu güne zıplıyor ve piyasa vakitlerinde, elleri kıçında tek tabanca, turist karı götü görürüm diye…
Benim diğer ses, “Ne biliyorsun?” dedi, “Belki herif müşfik aile babasıdır.”
Bilemiyordum. Olabilirdi. Herife not düştüm: “Pederi Haliç kıyısı Soğan Hali’nde at arabacısıymış. Biri siyah, diğeri doru çift atlıymış. Haliç’ten, şişmiş morarmış ceset çekerlermiş kancalı sopalar ile. Sonra Guzzi’ler gelmiş. Üç tekerli bücür motorlu taşıyıcılar. Guzzi’ler Moğollar gibi gelmiş. İhtiyarın atlardan biri gitmiş önce…”
Ben beyaz çoraplı, Klark bıyıklı herife dair, “Ulan biz bununla kim bilir, çocukken kapışmış dahi olabiliriz ve…” diye etütler geliştirirken, Müzeyyen resme girdi, kuğu gibi yürüdü, yürümedi salındı ve deterjan reklamlarında beyaz çamaşırlardan taşan o tanrısal parlaklığa benzer bir ışığın içine indi.
“Müzeyyen,” dedim, kendi kendime, elimde Kürt börekleri ile dikildiğim kenardan, “çok güzelsin, çok.”
“Allah ruh güzelliği versin,” dedi bir tarafım. “Gözler ruhun aynasıdır,” dedi bir şarkı.
Müzeyyen’in, ilk zamanlarımızdaki bakışlar ile çevresine gülümsediğini gördüm. Bugün yine gönlümün bahçesinde gezindim bakışlarını, “Sensiz sazın zevki mi var?” bakışlarını ve bitpazarı hamalının taşıdığı aynalı konsol önümden geçerken, kendi bakışlarımı: Öyle bir derde giriftarım ki…
Mesele açıktı. Müzeyyen âşık olmuş, durumu benden gizlemişti. Ben yeşil giysiler içinde devlet konukevinde müsamere düzenlerken, onlar sandalla mehtaba çıkmışlardı. Müzeyyen’in kuğu edasına ve “Taç giydim, tahta çıktım, tebamı selamlıyorum” bakışlarına bakılırsa hâlâ oradaydılar. Ve dolunay gezintilerinde yanında yer alan ibnenin kim olduğunu biliyordum. Şu, teknenin burnundan uzaklara bakan herifti. Muhtemelen teknenin burnunu çevirmiş, geri dönmüştü.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıMüzeyyen ile Nezahat
- Sayfa Sayısı152
- Yazarİlhami Algör
- ISBN9789750509421
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2014
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Arsien Krallığı ~ Mehmet Kerim Ersan
Arsien Krallığı
Mehmet Kerim Ersan
Büyülü ormandan geçip gizemli kapıları aşarak toprağın derinliklerine kurulmuş olan kadim Arsien Krallığı’nın kalıntıları arasında yol aldıktan sonra gezegenin kalbine ulaştı. Hayatta kalan son büyücünün ölmek üzere olduğunu gördüğünde çok az zamanının kaldığını anladı. Şimdi bir an önce Zaduma'da yaşayan son büyücünün ölmemesi için ruhu ile bedenini birleştirip Dünya’dan ayrılması gerekiyordu.
- Handan ~ Halide Edib Adıvar
Handan
Halide Edib Adıvar
Ben artık zelil ve sefil bir günahkâr oldum. Ben artık tarihin en mel’un çehresi Yehuda’ya bir nazire oldum. Yehuda nasıl dünyanın pek muazzez bir...
- Acaip ~ Mahir Ünsal Eriş
Acaip
Mahir Ünsal Eriş
Çünkü senin her şeyin bulaşıcıdır Güzin. Sen gülersen bakkal güler, taksici güler, elinde tavşan balonuyla yanından geçen çocuk güler, dilenci kadın güler, otobüsün camından...