Mutluluk Kenti meydan okumanın ve mücadelenin canlı bir tasvirini sunan bir roman, iyi bir hayat vaadinin ve umutsuzluğun anlatısı. İnsan hayatının hüznü ve güzelliğinin derinliklerinde görece benzer hayatlar yaşayan iki boksörün -yaşça büyük Billy Tully ile acemi Ernie Munger- hayatlarının kısa süreliğine kesişmesini ve bu insanların varoluşlarının sınırlarından kurtulmaya çalışmalarını anlatan roman, 1969’da yayımlandığından bu yana ilgi çekmeye devam ediyor.
Dekor boks olsa da kitap umut, hayal ve aşk ve bunları yok eden yozlaşma ve kendini aldatma üzerine. İnce, güçlü ve fazladan tek bir kelimenin yer almadığı roman Joan Didion, Denis Johnson ve Raymond Carver gibi isimlerin de aralarında bulunduğu birçok kişi tarafından bir şaheser olarak değerlendiriliyor.
1
Coma Otel’de yaşıyordu. Burası adını belki şehrin bir kurucusundan, belki California’nın kâşif veya öncülerinin birinden, belki de yalnızca oteli kuran ve uzun süre önce ölmüş bir İtalyan göçmenden alıyordu. İsmi her kimin şerefine konulmuş olursa olsun, otel sefil bir eserdi ve Billy Tully’nin burada daha fazla kalmaya hiç niyeti yoktu. Temiz giysilerini şifonyerdeki bavulunun içine koymaya devam etti, onları daha iyi şartlarda konaklayabileceği yerlere hızla taşınmaya hazır hale getirdi. Karısı onu terk ettiğinden beri, bir buçuk yıldır, beş ayrı otelde yaşamıştı. Penceresinden Stockton’ın güdük ufuk çizgisine göz attı: Sekiz bin nüfuslu bu şehrin etrafı bataklıklar, nehirler ve San Joaquin Nehri deltasının verimli topraklarıyla çevriliydi; manzarada iş binaları, kilise kuleleri, su kuleleri, bacalar, benzin depoları ve dümdüz sokaklar arasında, yapraksız ağaçların üstünde yükselen evlerin alçak çatıları vardı. Penceresinin altındaki kaldırımda erkekler barların, içki dükkânlarının, kafelerin, ikinci el eşya mağazalarının, asansörsüz otellerin arasında geziniyordu. Sokakla aynı renkteki güvercinler oluklara tünemiş, binalar arasında uçuşuyor, pencere kenarlarında geziniyor, Tully’nin pervazında ötüşüyorlardı. Odası yüksek ve dardı. Yağlı kafalardan yadigâr lekeler, yatağının metal demirleri arasındaki duvar kâğıdını karartmıştı. Perdesi yırtık pırtıktı, ampulünün ışığı loştu, ayrıca yan odalarda kalanların hepsi de akciğer sorunu yaşıyor gibiydi. Billy Tully, Ana Cadde’deki lokantalardan birinde aşçıydı. Yüzü gençliğin pembeliğini sergiliyordu; ağzının kenarlarında çizgiler, burnunun ortasında bir çukur vardı. Kaşlarının dış kenarlarında ince yaralar üst üste binmişti. Pas rengi, gür saçları tepede alabros kesilmiş, yanlar da en arkalara kadar uzunca taranmıştı. Kısa boyluydu, göğüs kafesi genişti, sıkı vücudu ne kalın ne ince ne de fazla kaslıydı, kemikleri kalındı, fazla etli değildi. Giysileri üzerindeyken vücuduna azamet katansa boynunun kalınlığıydı. Yıllarca kafa bandıyla beş ve on kiloluk ağırlıklar kaldırarak yaptığı çalışmalar tek bir amaç içindi: Darbelerin şokunu hafifletmek. Tully, karısı onu terk ettiğinden beri hiç maça çıkmamış ama önceki gece Ofis Inn adlı mekânda bir adamı darp etmişti. Tartışmanın nereden çıktığını artık pek net hatırlayamıyordu, bu yüzden meseleyi biraz düşündü. Onu endişelendiren, kendisi hakkında ortaya çıkan şeydi. Tek yumruk atmış ve adamı yere sermişti. Tully kariyerinden çok erken vazgeçtiğini düşünüyordu artık. Yalnızca yirmi dokuz yaşındaydı hâlâ. Üzerinde her gece birinin düştüğü, kauçuktan yapılma, güvenli zemin kaplamalı basamakları indi ve kendini kum torbalarında denemek için YMCA’e1 doğru yola çıktı. Akşamdan kalma, uyandığı sabahın ardından duyduğu tazelenme hissinin tadını çıkararak soğuk sokaklar boyunca hızla yürüdü. Yer seviyesinin altındaki bir soyunma odasında, yüzme havuzundan gelen gürültü eşliğinde Tully giysilerini çıkardı. Dört dövmesi vardı, bunları orduda yaptırmıştı ve ona artık düpedüz iğrenç geliyorlardı: İki meme ucunun da üstünde kanatlarını açmış birer mavi kırlangıç; sol el bileğinde kıvrılan yeşil bir yılan; sağ ön kolunun iç kısmında da gülü yaran bir hançer. Üzerinde açık mavi şortu, gri tişörtü ve yumuşak deri tabanlı ayakkabılarıyla koridora girdi, öfkeyle yumruklanan kum torbasından çıkan sese doğru ilerledi. Tully koridorun bitimindeki odaya girince uzun boylu, sıkı vücutlu, ter içinde bir genç önce gözlerini kaldırdı, sonra kum torbasına son bir darbe indirdi ve çatlak beton zeminde düzensizce duran halterlerin arasındaki banka oturdu. Odada başka kimse yoktu. Tully kollarını salladı, boynunu döndürdü, çömeldi, dizi sertçe kütleyince panikle ayağa kalktı; tüm bu süre boyunca çocuğun sabit durduğunun farkındaydı. Çocuk, kum torbasını hunharca dövdükten sonra şimdi bankta hareketsizce oturuyor, duvara bakıyordu. Bu, hiç ilgi istemeyenlerin tavrıydı; Tully de zıtlık olsun diye onu ringe davet etti, hâlbuki kendisi de oraya yalnızca kum torbası yumruklamaya gitmişti. Çocuk bunun üzerine sıkıntılı bir halde hemen ayaklandı. “Profesyonel misin?” Tully, çocuğun gözlerinin kendi kaşlarında olduğunu görebiliyordu. “Öyleydim. Şu an hiç formda değilim. Öylesine takılacağız, fazla zorlamayacağız, hem sana bir-iki şey de gösteririm, tamam mı? Sert vurmayacağım.” Çocuk asık bir suratla gidip eldivenleri inceledi. Tully ısınmaya devam etti, öteki geri döndüğünde nefes nefese kalmıştı. İkisi de eldivenlerini sessizce takıp ringe girdi. Tully eldiven tokuşturmak için elini uzatınca çocuk temkinli davranıp geri çekildi. Hoşgörüyle gülümseyen Tully onu takip etti. Bundan sonraysa çaresizlikten başka bir şey hissedemedi çünkü her şey çok hızlı gelişti: Burnuna inen darbeler; ağzına ve gözlerine gelen kısa direktler; Tully irkilip, yüzünü kollarıyla kapayarak karşı atağa hazırlanmaya çalışırken inanılmaz bir enerjiyle, ringin her yanında seke seke gezip, onu atlatan uzun vücut… Tully ani bir öfkeyle atıldı, yumruklarını sokak dövüşçüleri gibi savurdu ve bacağı burkuldu. Acıdan dişleri kasılarak, sert bir nefes çeken Tully ring boyunca hoplamaya başladı. Maç işte böyle bitti. İki büklüm olmuş, çeken baldır kasını kavramış, yüzü acıyla kasılmış Tully, sıktığı dişlerinin arasından sordu: “Adın ne senin sahi?” Çocuk, ringin uzak tarafında kaldı. “Ernie Munger.” “Kaç maça çıktın?” “Hiç.” “Taşak geçiyorsun. Kaç yaşındasın?” “On sekiz.” Tully ayağını yavaşça basarak bir adım attı. “Eh, sende iş var evlat. Fermin Soto’yla dövüşmüş adamım ben, mevzuya hâkimimdir. Yani eskiden hiç kimse bana vurmazdı. Vuramazdı. Yumruklarını savurduklarında ben karşılarında olmazdım. Senin dövüşe başlaman lazım.” “Bilemiyorum. Ben öylesine takılmaya gelmiştim. Biraz egzersiz yapayım diye.” “Boşa harcama bu güzel yıllarını. Lido Spor Salonu’na uğrayıp benim menajerimi görmen lazım.” Tully duşa girdiğinde, Lido Spor Salonu’na kendi gitmemiş olduğuna şükrediyordu. Yan tarafında sular Ernie Munger’ın kafasından aşağı dökülüyordu. Çocuğun omuzları geniş, göğsü düz ve tüysüz, beli dar, kolları bacakları uzun inceydi ve Tully onun yüzüne bakınca doğru düzgün bir tane patlatmaya fırsat bulamadığına üzülüyordu. Şekli düzgün ve toy bir yüzdü bu, alın uzun ve geniş, burun sivriydi. Beline havlu sarmış halde soyunma odasına giren Tully, spor çantasından bir şişe Thunderbird marka şarap çıkardı, bunun YMCA’deki uygunsuzluğuna hassasiyet göstererek dolabının metal kapağıyla manzarayı Ernie’nin gözlerinden saklayacak şekilde içkiden bir yudum aldı. Odadaki ter, sabun ve spor kıyafetlerinin ağır kokularına karşı, tavandaki vantilatör boşuna çalışıyordu. Tully sendeleyerek üst kata çıktı, bacağına küfürler fısıldayarak otel yolunda yürümeye başladı. Gri gün batıyor ve üzerindeki iki muazzam vincin eğri halde gökyüzüne baktığı, terk edilmiş tersanenin ardındaki bulutların pürüzsüz tabanlarını leylak rengine boyuyordu. Su yollarında yapraklar, kâğıtlar uçuşuyordu. Tekneler yat limanının su üzerindeki kulübelerine bağlı halde sallanıyordu. Kanalın ilerisindeki yalnız yük gemisi, denizin elli metre açığında demir atmıştı. Merkez Sokak’ta az insan vardı. Harbor Inn’deki taburelerin yarısı boştu. Tully barın kenarını kavrayarak dikkatle oturdu. LÜTFEN TÜKÜRME YERE AYAĞA KALK DA TÜKÜR KLOZETE Teşekkürler sana şeklindeki yazının karşısında, bir kadeh porto şarabıyla birlikte, peçeteyle servis edilmiş bir domuz toynağı yedi. Bir kese dolusu domuz kıkırdağı yerken tanıdık bir çift gelip yanına oturdu. Adam zenciydi2 , ortadan ikiye ayrılan bir bıyığı vardı, şakakları kelleşmişti, yüzü uyuşuk ve keyifsizdi. Kadın beyazdı, Tully’nin yaşlarındaydı, eksiden kaşlarının olduğu yere incecik kalem çekilmişti, kırık burnu da Tully’ninkini epey andırıyordu. “Sen hiç eve gitmez misin?” diye sordu kadın ona. “Daha yeni geldim.” Kadın, partnerine döndü. “Neyle meşgul bu? Geldiğimizi biliyor. Getirsene şunu buraya, baksın bize.” “Sakin ol biraz. Gelir şimdi.” “Eh be omurgasız pezevenk, sen zaten benim karşımda kim olsa onun tarafını tutarsın.” Kadın gözlerini dümdüz karşıya dikti, yüzünü elleri arasında tuttu. “Ben kremalı şeri istiyorum.” Sonra tekrar Tully’yle konuşmaya başladı. “Earl’le aramızda harika bir ilişki var. Ben bu adamı hiçbir erkeğin hak etmediği kadar çok seviyorum. Onsuz yaşayamazdım. Beni terk etse hayatta dayanamam. Ama o benim için sesini çıkarıp içki almaya bile tenezzül ediyor mu sence? Yok. Öyle otursun anca, adam bizi görmezden geliyormuş, umurunda mı?” “Geldi işte,” dedi Earl. “Aman eksik olma.” Tully acıyla kasılarak bacağını oynattı. Hafiften inleyince kadın ona bir bakış attı. “Kramp girdi,” dedi Tully. Kadın ona bir şey sormayınca da tam forma girmek üzereyken başına gelenleri anlatmaya başladı. Kadın, omzunun üstünden seslendi. “Earl?” “Hı?” “Bu adam dövüşçüymüş.” “Yapma ya?” “Ah, yüce İsa. Niye anlatıyorum ki? Sen dövüşten ne anlarsın zaten?” “Anlamam pek.” “Onu diyorum ben de. Pardon, rahatsız ettim. Ne demeye açtım ki ağzımı? Özür dilerim. Peki ne istiyorsun? Özür diledim işte, ne diyeyim daha?” Earl odaya göz gezdiren sıra sıra keyifsiz suratın aynadaki yansımalarına doğru dikti gözlerini. “Anlıyorum bebeğim.” “Hiç öyle durmuyorsun.” Kadın iç çekerek kadehini eline aldı. “Bazen diyorum ki bu adama niye katlanıyorum. Özünde bu insanlara güvenilmez. Ben bu adam için neler yaptım bir bilsen ama onun hiç umurunda değil. Onun kadar siyah değilsen gözünde boktan farkın yok. Seninle konuşmam da hoşuna gitmiyor, farkındayım. Ama elbet herhangi birisiyle konuşmam lazım.” “Bu çocuk günün birinde epey para kaldırabilir,” diye devam etti Tully. “Doğuştan sporcu.” “Adı ne?” diye sordu Earl ifadesiz bir yüzle, kadının önüne doğru eğilerek. “Söylese de tanımazsın ki.” “Öylesine sordum.” “Tabii, her şeyi bilmen lazım. Hah, şimdi de konuşmaz. Kızdı. Önce burnunu sokar, sonra susar. Ben dinliyordum bunu.” “Dinleyecek başka bir şey de kalmadı. Bu kadar. Çocuk doğuştan yetenekli, mesele bu. Milyonda bir falan gelir onun gibisi.” Keyiflenen Tully el edip bir içki daha istedi. “Suratsızın önde gideni bu. Ben güzel bir sohbet ediyorum ya, içi içini yiyor ondan. Ben neden biraz eğlenemeyeyim, anlamadım. O otursun burada, demlensin, bana ne? Öyle yapmak istiyorsa niye benim umurumda olsun? Bence herkesin kendi hayatını yaşamaya hakkı var. O yüzden herkesin canı cehenneme.” Kadın sırtını dikleştirdi, sesini yükseltti: “Bir şey söylemek istiyorum. Ben bu beyefendi şerefine kadeh kaldırmak istiyorum. Kısa keseceğim, sadece birkaç kelime. Sağlığınıza. Tanrı sizi korusun, dertlerinize mâni olsun.” O, kadeh kaldırırken hiç kimse kafasını döndürmedi. Kadın kocaman, kara ve istekli gözleriyle Tully’yi süzdü, ta ki Tully de utanarak, ani bir erotik merakla, kendi kadehini kaldırana dek. “Oma?
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMutluluk Kenti
- Sayfa Sayısı
- YazarLeonard Gardner
- ISBN9786058050098
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviYedi Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Pirinç Kuşu ~ Natsume Soseki
Pirinç Kuşu
Natsume Soseki
Taze bahar soğuğunda Mabet önünde Bir turna düşledim.” Modern Japon edebiyatının kurucularından Natsume Sōseki, ülkesindeki topyekûn modernleşme sürecinde toplumda yaşanan hızlı ve keskin dönüşümün...
- Yedi Gün Yedi Gece ~ Evangeline Collins
Yedi Gün Yedi Gece
Evangeline Collins
“Her Ladyship’s Companion’ın duyularla örülmüş dünyasına adım attığınızda, asla çıkmak istemeyeceksiniz!” Eşsiz bir güzellik… Bazı fedakarlıklar, diğerlerinden daha zordur. Babasının ölümünden sonra yokluk içinde...
- Omerta Suskunluk Yasası ~ Mario Puzo
Omerta Suskunluk Yasası
Mario Puzo
Mario Puzo’nun son kitabı Omerta, adını örgüt üyelerinin onurunun simgesi olan ‘suskunluk yasası’ndan alıyor. New York’un Mafya liderlerinden Raymonde Aprile bir suikaste kurban gider....