Hız hastalığına tutulmuş günümüz dünyasında mutluluk hâlâ olası mı? Yaşam alanlarımızın tüm katmanlarına nüfuz etmiş, hayata yönelik duru bir bakışa izin vermeyen, yaşam kalitemizi düşüren koşuşturma kültürünün içinde kendimize soluk alacak alanlar yaratmaya geç mi kaldık yoksa? Mutluluğa Dair Bir Düşünce, Güney Amerikalı dünyaca ünlü yazar ve aktivist Luis Sepúlveda ile tüm dünyada ağ biçiminde örgütlenen Slow Food Hareketi’nin kurucusu Carlo Petrini’yi tam da bu sorular ekseninde bir araya getiriyor. Politika, aktivizm, şiir ve edebiyatla harmanlanmış Mutluluğa Dair Bir Düşünce kapitalizmin yanı sıra çileciliği de eleştiren; yavaşlamanın, arada bir durmanın ve ânı özümsemenin üzerinde duran; yaşamdan, özellikle de yemekten haz almanın herkesin hakkı olduğunu hatırlatan; doğanın ritmine ayak uydurma gerekliliğini savunan, umut verici bir rehber. “Günümüzde gerçek hazine zamandır. Mutluluğa Dair Bir Düşünce, onu nasıl bulacağımızı gösteriyor.” La Repubblica
İÇİNDEKİLER
Mutluluğa Dair Bir Düşünce: Carlo Petrini ile
Luis Sepúlveda’nın Söyleşisi ………………………………………. 11
Luis Sepúlveda’dan Geleceğe Dair Yedi Düşünce
ve Mutlu Bir Adanın Öyküsü …………………………………….. 39
Carlo Petrini’den Geleceğe Dair Yedi Düşünce …………….. 75
MUTLULUĞA DAİR BİR
DÜŞÜNCE
Carlo Petrini ile
Luis Sepúlveda’nın Söyleşisi
CARLO PETRINI: Luis, son kitabın Historia de un caracol que descubrió la importancia de la lentitud [Yavaşlığın Önemini Keşfeden Bir Salyangozun Öyküsü] beni çok heyecanlandırdı çünkü Slow Food Hareketi için çok önemli bir kavramdan ve bu kavram açısından sembolik bir anlam taşıyan hayvandan söz ediyor. Torununun bir sorusu üzerine bu kitabın ortaya çıktığını söylüyorsun…
LUIS SEPÚLVEDA: Çocuklar şiirsel yanıtlar isterler. Soru yavaşlık üzerineydi. Ona, “Sorunu yanıtlayacağım ama bana biraz zaman ver,” dedim. Böylece salyangozun öyküsü ortaya çıktı. Bu konuda araştırma yaparken, salyangozun birçok farklı etnik topluluklarda bir denge sembolü olduğunu keşfettim. Çünkü salyangoz yaşam için kendisine yetecek en az şeye, sadece gerekene sahiptir. İçinde yaşadığı kabuk tam da gereksinim duyduğu ölçüdedir: İki milimetre büyümesi gerektiğinde kabuğu da tam iki milimetre büyür.
CP: Salyangozun kaplumbağanın üstüne çıkıp, “Ne kadar hızlı gidiyorsun!” dediği bölüm çok hoşuma gitti. Her şey görecelidir. Yavaşlık tabii ki bizim parolamız. Slow Food fikrini geliştirdiğimizde bu felsefi öğe zaten vardı; Milan Kundera’dan önce de vardı. Slow Food’un kuruluş manifestosu şöyle der: “Dinamik yaşama karşı rahat yaşamı savunuyoruz. Üretkenliği aşırılıkla karıştıran çok sayıdaki insana, yavaşça, keyif alma süresini uzatacak şekilde uygulanması gereken, uygun dozda bir duyumsal haz aşısı öneriyoruz.” Çünkü Slow Food’un dayandığı temel konulardan biri de zevk alma hakkıdır. Bu da yavaşlıkla kesin biçimde uyuşur: Birinin ötekine gereksinimi vardır. Ama ne yazık ki bizler zevk alma konusunda hak talep ederken her zaman hem sıkıntı hem de haz duymuşuzdur. Sıkılırız, çünkü bu talebimiz bizi ayrıcalıklı, paraları sayesinde başkalarına göre daha iyi beslenen insanlar grubuna sokar. Öte yandan haz da duyarız, çünkü kanaatimce zevk alma hakkı sadece zenginlerin değil, tüm insanlığın sahip olması gereken evrensel bir haktır. Ben agnostiğim, zevki öbür dünyada değil, bu dünyada tatmayı yeğliyorum.
LS: Elbette, ideal olan da bu. Zevk alma hakkı, son zamanlarda herkesin, yani hem sağcı hem de sözde solcu parti ve kurumların unuttuğu en temel insan haklarından biri olan çalışma hakkının diğer yüzü olarak düşünülebilir. İnsanlar bu konuyu küçümsemede pek gayretli. İşten bir hak olarak değil de bir tür armağan olarak söz ediyorlar. Oysa çalışanın işini savunması, biricik mücadele silahını savunması anlamına gelir. Bunu unutuyorlar. Girişimcilerin ve bankacıların çıkarları adına çalışma hakkına saldırıda bulunan düzen, çalışanlara, insanlığın zengin olmayan bölümüne zevk alma hakkını tanımayan düzendir. Zevk alma, bir lüks olarak değil, insana yaşadığı şehirde gezinmek, yaşamı incelemek, çevresine bakıp küçük mutluluk unsurları keşfetmek gibi sade sevinçler yaşatabilecek özgürlük anlamında düşünülmelidir. Son yıllarda yaşadığımız ve bazı fırsatları kaçırmamıza yol açan sorunlardan biri, dünyanın hemen her yerinde olduğu gibi Latin Amerika’da da stoacılık yanlısı olan ve zevk ilkesini insanlığın onuru çerçevesinde ele almayan katı bir sola sahip olmamızdı. Dünyamız bir acılar dünyası olduğu için ölümden sonra cenneti vaat eden dinî iletiden pek de farklı düşünmeyen bir soldu bu. Verdiği mesaj hemen hemen aynıydı: Bugün acı çekersek devrimden sonra mutluluğu ele geçirebiliriz. Bu kültürü değiştirmek zordur. Bu bakış açısından onur, iyi bir yaşam, iyi bir hükümet ve ekosistem talep eden girişimler azınlıkta kalıyor. Bunlar düzenli bir biçimde artsa da hâlâ azınlıktalar. Oysa bu evrensel bir konu haline gelmelidir ve vereceği mesaj net olmalıdır: Hayat kısadır, güzeldir ve temel bir hak barındırır: mutlu olma hakkı. Zengin olmak ya da başkalarını ezmek bir çeşit doğal hak olarak görülmemelidir. Başka türlü bir mutluluktan, küçük ama değeri yüksek sevinçlerden söz ediyoruz.
CP: Elbette, zevk alma hakkı öbür dünyaya havale edilmeksizin bu dünyada herkese tanınması gereken bir haktır, bu nedenle de onu abartı unsurundan bağımsız değerlendirmemiz gerekir; tıpkı salyangoz gibi. Çünkü gıda alanında zevk almak asla oburluk, aşırılık ya da bencillik anlamına gelmez. Paylaşma ve haddini bilme konusu aslında, sol bir formasyona sahip bizlerin DNA’sında var. Ama bir kısım solcu acı çekmeyi severken, daha doğrusu acı çekmeyi seviyormuş gibi yaparken, birçoğumuz başka bir model seçmiştir. Çünkü zevk alma hakkına sahip çıkılmalıdır; bu konunun henüz pek anlaşılmadığını düşünüyorum. Slow Food olarak, Terra Madre’yle (2004 yılından beri, günümüzde sürdürülebilir gıdanın dünyadaki en güçlü ağı olan Slow Food tarafından iki yılda bir düzenlenen uluslararası büyük gıda toplulukları buluşması. Bkz: www.terramadre. info) eski alışkanlıkları altüst ettik, şimdi de Afrika’da aynı şeyi yapacağız (bkz. “Afrika’da On Bin Bahçe” projesi). Terra Madre gibi çok özgür bir yapıya sahip ağa arada bir kesin hedefler koymak gerekir. Son Uluslararası Slow Food Kongresi’nde şöyle dedik: “İnsanoğlunun günümüzdeki paradigması, Afrika’da yaşayan insanların açlıktan ölmemesini sağlayacak değerlerle oluşturulmalıdır; çünkü dünyada hâlâ bu nedenle ölenler oldukça beslenmeden söz edilemez.” Eski alışkanlıkların altüst edilmesi derken bunu da söylemek isteriz, zevk alma hakkına sahip olmak için verilen savaş aynı zamanda uygarlıkların, herkesin zevk alması yolunda üstleneceği misyonlar gerektirir. Günümüz dünyasında hâlâ açlık ve kötü beslenme gibi sorunlar yaşanması bir skandaldır.
Bu konuyla ilgili olarak aklıma açlık ve kölelik arasında bir benzerlik olduğu geldi: Amerika Birleşik Devletleri’nin kurulma aşamasında tüm ülke, eşitlik ve mutluluk hakkının ilan edildiği bir anayasa yazarken hâlâ köleler vardı. Bu barbarlığı yenmek için iki yüzyıl gerekti; son kölelik yasası ancak yirminci yüzyılda tarihe karıştı. Bizler de açlık konusunda aynı durumdayız. Hiç kimsenin beslenme hakkı konusunda kuşkusu yok ama açlık nedeniyle ölenlerin yarası içimizde. Bizi sorguluyorlar. FAO1 sorunun çözümü için yılda 34 milyar doların yeterli olacağını söylüyor. Bu, birkaç savaş uçağının eksik olması anlamına geliyor. Dünyadaki hükümetler için nedir ki bu! Ama genel bir umursamazlık hüküm sürdüğü için insanlar açlıktan ölmeye devam ediyor. Bu noktada ben, soruna çözüm getirmeleri beklenen dış müdahalelerle, ülkeler üstü yapılarla durumun değişeceğine pek inanmak istemiyorum. Başka bir şeyle işe başlamak, başka bir yöne doğru çalışmak gerekiyor. Örneğin Afrika’da ki topluluklarımızda misyonerler, görevliler, koordinatörler ya da yabancı ülkelerden gelen maaşlı personel yok. Sadece Afrika vatandaşları var. Bu utançtan tek başlarına kurtulmalarını sağlayacak koşulları sağlamamız gerekiyor. Bu arada biz Batılılar, şimdiye kadar sömürgecilik ya da yeni sömürgecilik biçimleri aracılığıyla sadece çalıp çırptığımız için artık bazı şeyleri geri vermemizin zamanı geldi. Onlara yardım etmeliyiz ama ne yapmaları gerektiğini anlatarak değil; işlerine karışmayarak gerçekleştirmeliyiz bu yardımı. İşte o topraklarda, Afrika’da zevk alma hakkı talep edilmelidir. Ölçülü, abartıdan uzak bir zevk duyma hakkı, yeterince ve iyi yemek yeme hakkı, akşamları eve dönerken evlatlarına hiçbir şey yediremeyeceğinin sıkıntısını duymama hakkı.
Ne var ki hâlâ o noktada değiliz; değişimin bizzat aktörleri konumunda olacak halkların özerklik aşamasına ulaşamadık. Bana Terra Madre’nin temel öğelerini sordukları zaman iki şey söylüyorum. Birincisi “sevgiye dayalı zekâ”: Salone Internazionale del Gusto e Terra Madre1 2014 buluşmasına farklı inançlardan ve topraklardan gelen on bin çiftçinin birbirlerini nasıl etkilediklerini görmeni isterim. Sevgiye dayalı zekâyı o bağlamda hissediyorsun; ama bu zekâ tamamen rasyonel zekâdan farklı, çünkü eski bilgilere, büyük dayanışmaya, birbirini sevebilme ve yaşama sahip çıkıp onu paylaşma özelliğine sahip. İkincisi ise “katı anarşi” olarak tanımladığım şey: Herkes kendi evinde istediğini yapar. Ben İtalyan olarak Latin Amerika’ya gidip insanlara ne ekmeleri gerektiğini söyleyemem. Ayrıca bu ağ eğer gerçek bir ağsa, hiyerarşik bir yapıya sahip olmamalıdır, onu özgür bırakman gerekir. Zor bir tasarı, biliyorum, ama yapılabilecek tek şey bu. Topluluklarımız toprağı anlama konusunda öyle bir yaratıcılığa ve beceriye sahip ki, böyle bir şeyi başka hiçbir, evet hiçbir organizasyonun asla başaramayacağını görüyorum. Brezilya’dan yeni döndüm. Bizimkiler favela’larda1 gençler için aşçılık okulları inşa ediyor; bunlardan biri aşçı Regina Tchelly gibi özel bir insanın yönetiminde, adı “Favela Orgânica”: Küçük, şu oturduğumuz divanın büyüklüğünde sebze bahçeleri yaptılar, aileler beslenebilsin ve toprağı ekip biçme kültürünü yeniden keşfetsinler diye her evin önüne sebze ekiyorlar. Değişimi gerçekleştirilen onlar, bu topluluklar! Onların yanında olmalıyız!
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Hitabet-Söyleşi
- Kitap AdıMutluluğa Dair Bir Düşünce
- Sayfa Sayısı120
- YazarLuis Sepúlveda
- ISBN9789750737428
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2018
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hayaletler / New York Üçlemesi 2 ~ Paul Auster
Hayaletler / New York Üçlemesi 2
Paul Auster
Mavi, bir özel dedektif. Müşterisi Beyaz için Turuncu Cadde’de oturan Siyah’ı izleyip hakkında ayrıntılı rapor yazmaya çalışıyor. İnsanların sadece renklerle var olduğu, kimin gerçek,...
- Şehrazat – 17 Yaşında, Esmer, Kıvırcık Saçlı, Yeşil Gözlü ~ Leila Sebbar
Şehrazat – 17 Yaşında, Esmer, Kıvırcık Saçlı, Yeşil Gözlü
Leila Sebbar
Leila Sebbar, Paris’te yaşayıp Parisli olamayanların, devrimcilerin, dandy’lerin, motorcuların, uyuşturucu bağımlılarının bir işgal evinde kesişen ve evden kaçan Şehrazat’ın etrafında dönen hikâyesini anlatıyor. 1980’ler...
- Bir Kayıp Denizci ~ Gabriel Garcia Marquez
Bir Kayıp Denizci
Gabriel Garcia Marquez
Olay, 28 Şubat 1955 günü duyuldu. Kolombiya Deniz Kuvvetleri’ne bağlı Caldas muhribi, Antiller’de azgın bir fırtınaya yakalanmış, mürettebattan sekiz kişi dalgalara kapılıp kaybolmuştu. Kaybolan...