İslâmiyet’in Batı dünyasındaki varlığı, uzun süredir tartışılıyor. 11 Eylül’den sonra “terör tehdidi” etrafında oluşan güvenlik teyakkuzu ve İslâmofobi, bu tartışmanın öne çıkan ama görüşü karartan bir cephesi. Avrupa’da Müslüman göçmen topluluklarının artan nüfusu ve etkinliği, daha geniş ve derin bir sosyolojik ilginin konusu. Bir de, Müslümanlığı seçen, İslâm’a geçen Batılılar var. Esra Özyürek, ideolojiler ve geniş ölçekli sosyolojik gözlemlerle sınırlı kalmayıp günlük hayata nüfuz eden araştırmasında, Almanya örneğinde, Müslüman olan Batılıların nasıl Müslüman olduklarına mercek tutuyor. Hem ne gibi bir ihtida deneyiminden geçerek İslâm’ı benimsediklerine hem de Müslüman olduktan sonra bunu nasıl yaşadıklarına…
“Müslüman Almanlar, doğuştan Müslüman olan kişilerle yakın bir ilişki yaşadıktan sonra Müslüman olmuşlar ama din değiştirdikten sonra kendileri ile göçmen Müslümanlar arasına bir mesafe koymuşlardı”. Özyürek’in temel bir gözlemi, bu. İslâmî yaşama mümkün olduğunca “Alman görünümü” verme çabaları da, bu gerçeğin bir veçhesidir. İhtida eden Almanların/Avrupalıların “Müslüman olarak kalmalarının ya da Ümmet’e tam olarak kabul edilmemelerine rağmen İslâm’ı yaşamaya devam etmelerinin sebebi Selefilerdir”. Özyürek, bu kilit tespitini, şu kritik soruyla bağlıyor: Avrupa’da İslâm’ın geleceğine Selefi akım mı damgasını vuracak?
***
GİRİŞ
İSLÂM’I ALMANLAŞTIRMAK VE MÜSLÜMANLARI DIŞLAMAK
“Eğer Müslümanlarla İslâm’la tanışmadan önce tanışmış olsaydım, asla Müslüman olmazdım.” Mühtedi Almanlar arasında geçirdiğim üç buçuk yıllık araştırmam süresince, bu cümleyi defalarca duymuşumdur. Bunu söyleyenler arasında İslâm’ı İranlı devrimcilerle tanıştıktan sonra 1980’lerde seçen elli yaşındaki bir adamdan tutun da, Arapları ve Türkleri Hıristiyanlığa geçirmeye çalışırken kendisi Müslüman olan Alman bir imam ve Bosnalı Müslüman erkek arkadaşı vesilesiyle din değiştiren yirmi beş yaşındaki eski Doğu Almanyalı bir kadına kadar çok çeşitli insanlar vardı. Kendisi de mühtedi olan Murad Hofmann, uzun yaşamının sonlarına doğru, yine mühtedi bir Alman Yahudisi olan meşhur Muhammad Asad’ın kendisine, eğer bugünün Müslüman dünyasında yaşayan genç birisi olsaydı İslâm’a giden yolu 1926’da olduğu gibi bugün tekrar bulabileceğinden şüphe ettiğini söylediğini yazmıştır: “Benimle, biraz karamsar da olsa sık sık hissettiği, günümüzde Şark’ta çok Müslüman bulunmasına rağmen, pek İslâm bulunamadığı; bilakis Garpta pek az Müslüman olmasına rağmen zengin bir İslâm bulunabildiği düşüncesini paylaşmıştı.”
Araştırmam boyunca tanıştığım neredeyse bütün Müslüman Almanlar, doğuştan Müslüman olan kişilerle yakın bir ilişki yaşadıktan sonra Müslüman olmuşlar, ama din değiştirdikten sonra kendileri ile göçmen Müslümanlar arasına bir mesafe koymuşlardı. Müslüman Almanlar İslâm’ı aşkla sevmekteydiler ve aralarında çoğu bir Müslüman’a âşık da olmuştu. Fakat Almanya ya da başka yerlerde yaşayan doğuştan Müslümanları benimsemekte epey zorlanıyorlardı.
Müslüman Almanlar İslâm’ı, Müslümanların, özellikle de İslâm’ın, münasip görülmediği bir ülkede seçmişlerdir. Dönemin Devlet Başkanı Christian Wulf Almanya’nın yeniden birleşmesinin yıl dönümü olan 3 Ekim 2010 tarihinde “Artık İslâm da Alman tarihinin bir parçası haline gelmiştir” dediğinde, bu ifadesi bir skandal olarak görülmüştü.3 Popüler bir dergi olan Stern o hafta, Wulf’u abartılı bir Müslüman sakalı ve fesiyle tasvir eden fotoşoplanmış resimler yayımlamıştı. Muhafazakâr siyasal liderler Wulf’un tartışmalı sözlerine hemen itiraz ederek İslâm’ın “Almanya’nın bir parçası” olarak görülmesinin büyük bir hata olduğunu savunmuşlardı. Hıristiyan Demokratik Birliği’nden (CDU) Wolfgang Bosbach “her ne kadar İslâm Almanya’daki günlük gerçekliğin bir parçası olsa da, bizim asıl gerçekliğimiz Yahudi-Hıristiyan geleneğidir” demişti. İçişleri Bakanı Thomas de Maizière ise şunu eklemişti: “Eğer İslâm’ı Yahudi-Hıristiyan din ve kültür anlayışıyla aynı seviyeye koyup koymayacağımızı soracak olursanız, cevabım öngörülebilir gelecekte böyle bir şeyin olmayacağıdır.”CDU’lu tanınmış siyasetçi Volker Kauder “İslâm, Alman kimliği ve geleneğinin bir parçası değildir; dolayısıyla da Almanya’ya ait değildir” demişti. Aynı siyasetçiler, mühtedi Almanları ise ihanetle, düşmanlıkla, hatta kendi milletlerine saldırabilecek potansiyel teröristler olmakla suçlamışlardı.
İslâm’ı seçen kimi Almanlar, İslâm’a kamusal alanda yer tanımayan ve din değiştirenlere düşmanca davranılan böylesi bir siyasal iklimde, İslâm’a meşru bir alan açmanın yolunu onu Türkler ve Araplardan bağımsızlaştırmakta buluyorlar. Bazıları İslâm’ın Alman tarzında yaşanabileceği görüşünü savunurken; bazıları da tamamıyla ulus ötesi bir İslâm’ı savunuyor. Her iki grup da Alman olmanın sadece Müslümanlıkla uyumlu olmakla kalmadığını, bilakis Almanların Araplar ya da Türklerden daha iyi Müslümanlar olabileceklerini iddia ediyorlar. Bazıları ise daha da ileri giderek hakiki Almanlığın yolunun Müslüman olmaktan geçtiğini savunuyor. Böylece mühtedi Almanlar, biyolojik ve kültürel ırkçılığa ve Alman ve Avrupa kültürünü homojen bir yapı olarak gören anlayışa hem meydan okuyor hem de farkında olmadan bu anlayışı yeniden üretiyorlar.
Müslüman Olmak, Alman Kalmak, mühtedi Almanların yaşamlarında karşılaştıkları bu tip zorluklara ve çelişkilere odaklanıyor ve Müslümanlara gittikçe daha çok ayrımcılık uygulayan ve Müslümanlığı marjinalleştiren bir toplumda İslâm’ı seçmenin ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyor. Ayrıca sayıları günümüzde on binleri bulan Müslüman Almanların, İslâm’ı Alman kimliğine uyarlarken ve Almanlara Ümmet, yani küresel Müslüman cemaati içerisinde meşru bir alan açarken başvurdukları farklı yöntemleri de irdeliyor.8 Diğer bir ifadeyle, bu kitap mühtedi Almanların görünüşte siyasal bir motivasyonu olmayan bireysel eylemlerinin Alman ve Müslüman toplumları üzerindeki dönüştürücü neticelerini inceliyor. Günümüz Müslüman Almanlarının, İslâm’a duydukları hayranlık ile Müslümanların genelde yaşadıkları dışlanmayı nasıl uzlaştırdıklarını sorguluyor. İslâm’a âşık birisi, göçmen Müslümanları ve İslâmî pratikleri benimsemekte nasıl ve neden bu kadar zorlanır? İslâm’ın her geçen gün daha da dışlandığı bir yerde, “beyaz” Müslüman olmak ne demektir? Müslüman Almanlar, din değiştirdikten sonra göçmen Müslümanlarla nasıl bir ilişki kuruyorlar? Eskiden Hıristiyan ya da ateist olan Müslüman Almanlar ırk, din ve Almanya’ya aidiyet konularındaki tartışmaları nasıl şekillendiriyor?
Bu kitap, Avrupa’ya yabancı görülen bir dini seçen yerli Avrupalıların deneyimlerine odaklanarak, İslâmofobi olarak adlandırılan karmaşık önyargılar ve ayrımcı uygulamalar bütününü anlamaya çalışıyor. Bir yandan Alman toplumunun ve doğuştan Müslümanların mühtedi Almanlara karşı gösterdikleri tepkiler, diğer yandan ise mühtedi Almanların doğuştan Müslümanlara karşı gösterdikleri tepkiler biyolojik ve kültürel ırkçılıkların kesişim noktalarına ışık tutmaktadır. Müslümanlık, göçmen Müslümanların alınlarına kazınmıştır, oysaki Avrupalılar da İslâm’ı seçebilir. Sonradan Müslüman olanların doğuştan Müslümanlara ve onların geleneklerine yönelttikleri eleştirileri İslâmofobi olarak adlandırabilir miyiz? Sonradan Müslüman olanların toplum genelinde yarattıkları nefreti nasıl anlamalıyız? Ya da başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, Avrupa’da ırka ve dine dayalı ayrımcılığa uğrayan Müslümanların inanç ve bireysel tercihlerini nerede konumlandırabiliriz?
Bu meseleleri, Alman toplumunun genelini etkileyen toplumsal ve siyasal gelişmeler bağlamında sorguluyor, özellikle de din değiştirmenin siyasal etkilerine odaklanıyorum. İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’da yaşanan en önemli gelişmelerden birisi, savaşın parçaladığı ülkeyi yeniden inşa etmek için gelen milyonlarca Müslüman işçiydi. Bu göç, Almanya’yı dönüştürmüştür ve dönüştürmeye de devam etmektedir. Göçmen işçiler ve aileleri, Yahudi Soykırımı sonrası büyük oranda homojenleşen Alman toplumunda beklenmedik bir etki yarattı ve onu bir kez daha farklılıklarla uzlaşmaya zorladı. Bu gelişmenin sonuçlarından biri, Türkler ile Almanlar ve Müslümanlar ile Hıristiyanlar/Avrupalılar/sekülerler arasında kategorik zıtlıkların inşası oldu. Bağlantılı, belki de kaçınılmaz başka bir sonucu da bu zıtlıklar arasındaki geçişler ve sınır ihlalleriydi. 2000 yılında Alman vatandaşlığı kanununda yapılan değişiklik sonrasında yüz binlerce Müslüman göçmen ve çocukları vatandaşlık almış, diğer yandan ise eskiden Hıristiyan ya da ateist olan sayıları başlarda az olan fakat her geçen gün artan pek çok Alman da Müslüman olmuştur. Bu tür sınır ihlalleri, Almanlık ve Müslümanlık tanımlarına meydan okudu ve onları dönüştürdü.
Alman toplumunun geneli, mühtedi Almanları toplum dışına iter ve bir insanın aynı anda hem Alman ya da Avrupalı hem de Müslüman olamayacağı inancına dayanarak, bunların Almanlıklarını ve Avrupalılıklarını sorgular. Mühtediler, Avrupa kültürüne ihanet etmekle ve takip edilmesi gereken iç düşmanlar ve potansiyel teröristler olmakla suçlanır.İslâm’ın Avrupalı olan her şeyin zıddı olarak görüldüğü bir toplumda İslâm’ı seçen Almanlar, Müslüman göçmenlerle aralarına mesafe koyuyor ve göçmen Müslümanların ve onların geleneklerinin lekelemediği, bilakis bunları aşan sözde ulusallıktan ve geleneklerden arındırılmış bir İslâm’ın sözcülüğünü yapıyorlar. Bazı Müslüman Almanlar ve bunlara eşlik eden bazı Avrupalı doğuştan Müslümanlar, baskıcı âdetlerden arındırılmış saf İslâm’ın Alman değerleri ve yaşam biçimiyle mükemmel bir uyum göstereceğini savunuyorlar . Hatta bazıları Almanya’daki İslâm’ın, Alman Aydınlanması (Aufklärung)’nın farklılıklara karşı hoşgörü ve açık fikirlilik gibi eski fakat artık kaybolmuş değerlerine dayandığını savunmaktalar. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra İslâm’ı seçen Doğu Almanlar için ise Müslüman olmak Doğu Alman kimliklerinden kaçmanın bir yolu oldu . Almanya’da yetişen doğuştan Müslümanlar, bu söylemleri gittikçe benimsiyor ve Müslümanların inançlarından vazgeçmeden Alman toplumuna entegre olmalarının yolunun İslâm’ın kültürel zincirlerinden koparılmasından geçtiğini savunuyorlar . Daha yeni ve daha popüler İslâmî bir yorum ise, mühtedilerin kendilerini sadece gayrimüslimlerden değil fakat diğer Müslümanlardan da soyutlamaları ve İslâm’ın sözde köklerine geri dönmeleri gerektiğini savunarak, ulusal gelenek ve kimlik meselelerini doğrudan pas geçmeleridir .
Dünyanın her yerinde din değiştirenlerin, yeni dinleri ile yerel kültür arasındaki ilişki konusunda düşünceleri farklı olur. Papua Yeni Gine11 ve Gana’da12 Evanjelik Hıristiyanlığı seçenler, din değiştirmelerinin bir dönüşümü tamamladığına ve sadece eski dinlerini değil fakat eski kültürlerini de geride bıraktıklarına inanırlar. Türkiye ve Hindistan gibi yerlerde ise, Evanjelik Hıristiyanlığı seçenler sadece dinsel inançlarını değiştirdiklerine inanır ve benimsedikleri inancın yerel kültürle tamamıyla uyumlu olduğunu savunurlar. Ayrıca yeniden doğuşçu dinsel hareketler çoğu zaman inançlarını, kültürel uygulamalardan “arındırma”yı amaçlar. Dünyanın dört bir yanındaki yeniden doğuşçu Müslümanlar, kültürel bid’atlerden kurtarılmış sözde hakiki İslâm’a erişebilmek amacıyla İslâm’ın temel metinlerine dönmektedirler. Lübnan’daki Şii Müslümanları konu alan çalışmasında, Lara Deeb bu süreci “belirli bir akılcılık anlayışına, metin incelemeleri ve tarihsel araştırmalara dayanan… İslâm’ın [yeniden] onanması” süreci olarak adlandırır.
Her ne kadar kültür ile din arasında yapılan bu ayrım dinsel aktörlere çok açık gibi görünse de, aslında bu iki alan arasındaki ayrım o kadar da açık değildir. Nathaniel Roberts’ın da hatırlattığı gibi, din ya da kültürün doğalarının ne olduğu sorusunu “yanıtlayabileceğimiz doğal bir zemin” yoktur. Bu nedenle kültürü ve dini, toplumsal bağlamları ve siyasal neticeleri açısından ayırt etme ve aralarındaki ilişkileri bu açılardan kurma çabalarının anlaşılması önemlidir. Örneğin İslâm’ı saflaştırmak, genç Türk kadınları açısından ebeveynlerinin sığ dünya görüşlerini yıkmak ve toplumsal özgürlüklerini arttırmak anlamına gelebilirken Lübnan’daki Şii aktivistler açısından, kendini geliştirme ve Müslüman olmanın modern yollarını keşfetme anlamına gelebilir. İslâm’ı saflaştırma, Fas göçmeni Hollandalı Müslümanlar için, Faslı olma ile Hollandalı olma ikilemini uzlaştırmanın bir yolu olabilirken, Hollandalı otoriteler tarafından radikalleşmenin emaresi olarak görülebilir.
Bu kitabın temel savlarından biri, İslâm’ı kabul eden pek çok Alman’ın ve diğer Avrupalılarının İslâm’ın saflaştırılması taleplerinin, gittikçe artan ve bu noktada Müslüman olmanın Alman ve Avrupalı olmaya aykırı olarak tanımlandığı yabancı düşmanlığı ve İslâmofobi bağlamında en iyi şekilde anlaşılabileceğidir. İslâm’ı sonradan seçenler, toplumun gösterdiği beklenmedik bir düşmanlıkla karşılaştıklarında, İslâm’ın Almanya’daki yerini savunmada aktif rol almakta ve bu amaçla onu göçmen Müslümanların geleneklerinden arındırmaya çalışmaktadırlar. İslâm’ın saflaştırılmasını savunan Müslüman Almanlara ilham veren sadece dünyanın dört bir yanındaki İslâmî yeniden doğuş hareketleri değil, aynı zamanda da aydınlanmanın akılcı birey ve doğal din idealleridir.22 Doğrudan akılcı bireye hitap eden bu kültürden ve gelenekten gelen bağımsız İslâm çağrısı her ne kadar evrenselci gibi görünse de, aslında günümüz Almanya’sında son derece tikelci, daha doğrusu Avrupa merkezli bir yan anlam taşır. Hakiki anlamda sadece “Avrupa” ya da “Alman” aklının rasyonel olduğu, “Şark” aklının kültürel inançlardan tamamıyla özgürleşemediğini; dolayısıyla da İslâm’ın gerçek mesajını doğrudan alabilecek ve takdir edebilecek yeteneğin münhasıran kendilerinde olduğunu varsayarlar.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Din Mitoloji
- Kitap AdıMüslüman Olmak Alman Kalmak
- Sayfa Sayısı272
- Yazar Esra Özyürek
- ISBN9789750517976
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2015