Bütün hedefler yürünmesi gereken bir yolun sonundadır. Uzun veya kısa,zorlu veya kolay her yol, yürüyeni olduğu zaman biter. İşte bunun gibi islam da, kendisine ulaşmayı arzulayan insanların çaba ve gayretlerinin ucundadır. Ve Müslaman, bu çabayı göstermeye soyunandır.
Yüce Allah kendi yolunda çaba gösterenlere yardımcı olmaya ve onları hedeflerine ulaştırmaya söz vermiştir. Allah’ın söz verdiği bir konuda ne başka bir söze, ne de herhangi bir şüpheye yer kalır.
GİRİŞ
Artık ömürlerinin sonuna yaklaştıklarını hisseden, bu yüzden de ibadetlerine daha sıkı sarılmaya başlamış birkaç yaşlı insan, cami avlusunda kendi aralarında konuşuyorlar. İçlerinden biri, belki de çevresindekilerin gençlik yıllarında nasıl yaşadıklarını bilmekten olacak; “Hayat bir imtihandır” diyor ve rahatlatmak için ekliyor: “Önemli olan; Allah’ın huzuruna çıkıldığında artıların eksilerden fazla olması!…” Bir başkası söze katılıyor; “Bu yaptıklarımızdan dolayı hiç birimiz ateşe girmeden cennet yüzü göremeyeceğiz. Ama cezamız kadar ateşte kaldıktan sonra, peygamberimiz gelecek ve bizleri ateşten çekip alacak…”
Cami avlusunda veya kahve köşesinde
Ev sohbetinde veya herhangi bir yerde gölgede
Allah ve ahiret düşüncesi bulunan herkes, yanlış ahiret anlayışından kaynaklanan bu tarz diyaloglara şahit olmuştur. Bir kişi diğerine; “niçin ibadetlerini yerine getirmiyorsun”, diye sorar. Diğeri ise; “henüz daha gencim. Biraz hayattan zevk alayım. Yaşım biraz ilerleyince namaz kılmaya başlarım.” diye cevap verir. Hayat sanki okuldaki bir yazılı veya sözlü sınavıdır. Sanki her hareketin artı veya eksi bir karşılığı vardır. Gençlikte “küçük kaçamaklardan” dolayı eksiler artar. Ama sanki ömrün bir yerinde ibadetlere başlayınca artılar çoğalır. Zaten bu anlayışa göre ibadetler günah gibi değildir. Günahlar birer birer deftere işlenirken, ibadetlerin kazandırdığı sevaplar biner binerdir. Bu o kadar yaygın bir anlayış haline gelmiştir ki, kimi uyarılarda peşinen bir kabul bile vardır; “yaşın ilerledi, artık ibadetlerini yerine getirmeye başlasana!”
Ya geç kalınırsa! Mesela genç ölünürse veya günahları giderecek kadar sevap işlenemezse! O da her şeyin sonu değil tabii, en kötü ihtimal; “cezan kadar yanarsın, sonra yine cennete girersin!”
…İşte hayata günahlar ve sevaplar penceresinden bakan anlayış.
Yüzyıllardır devam eden sapmanın bir sonucu olarak İslam, sevap ve günah adı verilen emirlerden, yasaklardan ve kurallardan ibaret bir din haline gelmiştir. Temel noktalarda fazla bir ayrılık bulunmasa bile, emir ve yasaklar konusunda mezhepten mezhebe, ekolden ekole farklılıklar ortaya çıkmıştır. Birinin emir olarak gördüğü, diğerine göre olsa da olmasa da fark etmeyecek bir mesele haline gelebilmiştir. Bu dinin peygamberi; kimilerine göre kafasını ibadetten hiç kaldırmamıştır, kimilerine göre hep yarı aç dolaşmış, kimilerine göre hiç gülmemiş, kimilerine göre daima güler yüzlü olmuş, kimilerine göre ya çok sert, ya da çok yumuşak olmuştur. Daha başta; örnek alınması gereken peygamberin hayatının anlaşılmasında birbirine zıt görüşler ortaya çıkabilmiştir. Tabii örnek böyle anlaşılınca her görüş, tarif ettiği örnek gibi olmanın kurallarını kendine göre belirlemeye girişmiştir. Kafasını ibadetten kaldırmadığını düşünenler hayatı ibadetlerden ibaret görüp, geri kalanını ihmal etmişlerdir. Hep yarı aç dolaştığını düşünenler fakirliği özendirip zenginliği kötü görmüşlerdir. Çok sert bulanlar yumuşaklığı, çok yumuşak bulanlar sertliği yasaklamışlardır.
Emirler ve yasaklar konusunda birbirine zıt görüşler ortaya çıkabiliyor olmasına rağmen, dinin bir kurallar yığını haline gelmesi dikkat çekicidir. “Din” diye bir sürü kural belirlenmiş, Müslüman olmak bu kurallara uymak şeklinde tanımlanmış ama bir başka görüş çıkmış; “bunlar yanlış” veya “bunlara uyulsa da uyulmasa da bir şey fark etmez” demiştir. Dahası birçok insan Allah’ın rızasını kazanabilmek için bu kuralları yerine getirmeye çalışmıştır/çalışmaktadır. Oysa bu kuralların tam belirlendiği şekilde uygulanması çoğu zaman mümkün değildir. Çünkü kuralların kendisine göre belirlendiği bakış açılarının hiç birisi tek başına hayatı tanımlamaya yetmez. Bütün açılar, neticede bütünün bir bölümünü ifade ederler. Hayatı tek boyutlu olarak ele alıp, geri kalan alanlarda insanın ihtiyaç ve taleplerini ihmal ederler. Mesela bir insanın hiç kızmayıp ömrü boyunca tebessüm etmesi, hiç sevinmeyip ömrü boyunca suratını asması, sürekli yarı aç dolaşması ne kadar gerçekçidir ve ne kadar uygulanabilirdir.
İslam’ı o kurallardan ibaret zannedip iyi niyetle uygulamak isteyen insanlar, hiçbir zaman gereği gibi uygulamaya güç yetiremezler.
Kimi insanların zaten o kuralları yerine getirmek gibi bir niyetleri bulunmaz. Onlar kolay yoldan cenneti elde etmek peşindedirler. Bir yandan kendilerine sevimli gelen sapkın bir hayatı yaşarlar, bir yandan da kendilerini bir yalana inandırırlar:
“Cezamız kadar ateşte kaldıktan sonra, peygamberimiz gelecek ve bizleri ateşten çekip alacak…”
Kimi insanlar ise “din” zannettikleri kuralları samimiyetle uygulamaya çalışır ama tam olarak yerine getirememekten kaynaklanan teslimiyetçi bir tavırla, adalet terazisini şöyle kurarlar:
“Önemli olan, Allah’ın huzuruna çıkıldığında artıların eksilerden fazla olması!…”
Dini yanlış bildikleri için artılarını eksilerden fazla yapmaya çalışan iyi niyetli insanlar, samimiyetleri ölçüsünde bir karşılığı Allah katında mutlaka bulurlar. Çünkü bunlar yanlış bile olsa, Allah rızasını hedefleyerek çalışmakta, Allah rızası için kendilerini yormakta ve Allah’ı memnun edebilmek için fedakarlıkta bulunmaktadırlar. Ama Kur’an’da, kendisini samimiyetsizce bir yalana inandıran insanların bakış açısını haklı çıkaracak hiç bir işaret yer almamaktadır. Yorulmadan, terlemeden, fedakarlıkta bulunmadan cennete girilmez.
Kur’an apaçık dile getiriyor ki; hesap günü ‘’herkes kazancına bağlı bir rehindir.’’ O gün; dünyada iken kazanılandan başka, insanın hiç bir yardımcısı yoktur. Kimseye yeni bir fırsat verilmez. Hiç bir kayırma, gözetme ve kollama olmaksızın, dünyada iken kazandıklarına göre herkes hakkında hüküm verilir: Ya bitmek tükenmek bilmeyen bir ceza, ya da sonsuz bir mükafat!…
O gün, af için aracı olacağına inanılan şefaatçilerin kimseye bir faydası dokunmaz. Af için aracı olmak şöyle dursun, hepsi; kendi başlarının derdine düşerler. Çaresizce kendi haklarında verilecek hükmü beklerler. Başlarına geleni uzaklaştırmaya güçleri yetmez ki, bir başkasına yardımları dokunsun. Kur’an’ın; olaylar sanki şu an yaşanıyormuş gibi çizdiği tablolarda, ne kadar çaresiz oldukları apaçık görülür:
“Kişi yaptıklarına karşılık rehin alındığında, Allah’tan başka ne bir koruyanı, ne de affı için aracılık (şefaat) edeni çıkar. O her türlü fidyeyi verse de kabul olunmaz. Yaptıklarına karşılık rehin alınanlara, inkar etmiş olmalarından dolayı kızgın bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.” (En’am 6/70)
“Kimsenin başkasının cezasını çekmeyeceği, kimseden af için aracılık (şefaat) kabul edilmeyeceği, kimseden fidye alınmayacağı ve kimsenin yardım da görmeyeceği günün azabından korunun.” (Bakara 2/48)
Şefaat, yani; af için aracı olma konusunda, yaygın bir yanlış anlama vardır. Allah katında sözü geçen bir kimsenin olmadığı Kur’an’da apaçık ortaya konmuştur. Ama bazı ayetlerde; “şefaat etmesine izin verilenler” şeklinde geçen bir ifade bu kavram hakkındaki anlayışların zorlanmasına yol açmıştır.
“Allah’ın katında, O’nun izin verdiğinden başka hiç kimse, bir başkasının affı için aracılık (şefaat) edemez.” (Sebe’ 34/23)
Çaba göstermeden, fedakarlıkta bulunmadan, yorulmadan kendilerine ahirette bir kurtuluş arayanlar, şefaatine izin verilen kimselerin; peygamberler ve kimi seçkin insanlar olduğunu iddia etmişlerdir. Ve bunlar içerisinden özellikle peygamberlerin, kendi yolundan giden insanlara şefaat edeceğini, bir çoğunu daha ateşe girmeden kurtaracağını, çok günahkar olanları ise; cezası kadar yandıktan sonra ateşten çekip çıkaracaklarını söylemişlerdir. Oysa “şefaat etmesine izin verilenlerden” olan meleklerle ilgili bir ayet, bu tür şefaatin niteliğini apaçık ortaya koyucu niteliktedir:
“… Onlar sadece Allah’ı hoşnut etmiş olanların affı için aracılık (şefaat) ederler.” (Enbiya 21/28)
“Göklerde nice melekler vardır ki onların af istemesi (şefaat), dilediği ve hoşnut olduğu kimse için Allah’ın izin vermesi dışında, hiçbir fayda sağlamaz.” (Necm 53/26)
İşte şefaatin aslı budur. Şefaat etmesine izin verilenlerin hiç birisine, Allah’ın kendisinden memnun olmadığı bir kula şefaat etmek düşmez. Şefaat, sadece Allah’ı memnun etmeyi başarmış kimseler için geçerlidir. Çalışarak, yorularak, fedakarlıkta bulunarak, hatta gerektiğinde bu yolda canını vererek Allah’ın rızasını kazanmış olan bu tür kimseler ise, birileri kendilerine şefaat etsin veya etmesin Allah’ın mükafatına ulaşırlar. Allah’ı memnun etmeyi başaramamış bir kimse ise, kendisine şefaat etmeye çalışan kim olursa olsun cezadan kurtulamaz. O halde şefaate ulaşmanın yolu, onu hak edecek bir tutum içerisinde olmaktan geçer.
Şu gerçeği de göz ardı etmemek gerekir: Kur’an’da günahkarlar için; ceza miktarı kadar cehenneme, sonrasında cennete gidileceğiyle ilgili hiç bir işaret yoktur. Bu kabul, sadece uydurma hadislere dayandırılabilecek, delilsiz bir iddiadır. Şefaati ve Yüce Allah’ın sonsuz ödülünü elde etmenin yolu, hak etmeyi sağlayacak bir tutum ve çabadan başka bir şey değildir.
* * *
Peki! Mademki, Allah’a söz geçirmeye gücü yeten hiç bir varlık bulunmuyor. Mademki, şefaatine izin verilenler, sadece Allah’ın kendisinden memnun olduğu kimselere şefaat edebiliyorlar. Ve; madem ki Allah’ın memnun olmadığı kimse için yapılacak hiç bir şefaat kabul olunmuyor. O halde; çok istemesine rağmen “din” olarak bildiği şeyleri gereği gibi hayatına aktaramayan, emir ve yasaklarını gereği gibi gerçekleştiremeyen iyi niyetli birçok insanın durumu ne olacak? Onlar, Allah’ın şefkat ve merhametinden uzak mı kalacaklar? Taşınması zor bir yükü, gereği gibi taşıyamadıkları için azaba mı uğrayacaklar?
Bu noktada şu iki şeyden birisi kabul edilmek zorundadır:
– Ya; “yerine getirilemeyecek sorumluluklar yükleyip, bir de yerine getirilemediği için cezalandırıyor” diye Allah’ın adaletinden şüphe duyulacak (ki asla söz konusu olamaz)
– Ya da; “din” olduğu zannedilen kurallardan şüphe duyulacak
Allah, kendisinde hiç bir şüphe olmayandır. Merhametini ve adaletini yargılamaya kimsenin gücü yetmez. Merhametinde de adaletinde de benzeri yoktur. Kimseyi kayırmaz. Çıkar ve menfaat gibi eksikliklerden uzaktır. Bu yüzden herkese adil ve eşit bir şekilde davranır. O, yaratandır. O, yarattığı her varlığa görevine uygun şekil, özellik ve kabiliyetleri verendir. Rahmeti o derece kusursuzdur ki, hiçbir varlık kendisine verilen görevi yerine getirmekte zorlanmaz. İnsan da dahil…
“…Allah kimseyi, verdiğinden fazlasıyla sorumlu tutmaz.” (Talak 65/7)
“Allah hiç kimseye taşıyabileceğinden fazla yük yüklemez.” (Bakara 2/286)
Hiç bir insan bir diğerinin aynı değildir. Güçleri farklıdır; kapasiteleri farklıdır; samimiyet, duyarlılık ve fedakarlıkları farklıdır. Değişik değişik özelliklere sahiptirler. Anlayış ve kavrayış yönünden farklılaşırlar. Birinin güç yetiremediği bir şey, diğerine kolay gelir. Biri için fazla olan, diğeri için azdır. Birine çözülmez gelen ise, diğerine kolaydır.
Yücelerin yücesi, herkese aynı sorumlulukları verip, herkesi farklı özelliklerde yaratıp, sonra da; herkesten aynı şeye güç yetirmelerini beklememiştir. Aksine, Allah’ın adalet ve merhametinin bir sonucu olarak herkes; anlayabildiğinden ve güç yetirebildiğinden sorumludur.
Başka bir ifadeyle; Allah insana taşıyabileceğinden fazla yük yüklemedi. Ama insan, hem; yükü kendisi için zorlaştırdı, ağırlaştırdı, hem de; “taşıyamıyorum/yapamıyorum” diye, ahiret için kurtuluş yolları icad etmeye girişti.
Demek ki problem, Allah’ın adaletinde değil, kendisini “Müslüman” olarak nitelendiren insanların İslam anlayışındadır. Onlar farkında olarak veya olmayarak dini kendilerine zorlaştırdılar. Sonra da “zor”a çözüm aradılar.
İnsanların dini zorlaştırmalarıyla ilgili birçok örnek vermek mümkündür. Mesela; bir dönemin en fazla satılan dergilerinden İslam Dergisi, Kasım 1983 ve Ağustos 1985 tarihleri arasında, “Unutulan Sünnetlerimiz” başlığı altında, yapılması doğru ve yanlış olan davranışları şu başlıklar altında incelemekteydi:
“Vasıtaya binme adabı (sayı 3), uyurken nasıl yatılacağı (sayı 5), yemek adabı (sayı 6), bir meclise katılınca selam vermek, giriş ve çıkışta dua okumak (sayı 7), misvak kullanmak, misvakın boyu, kalınlığı, nasıl tutulacağı (sayı 8), sürekli olarak abdestli bulunmak, abdest üzerine abdest almak, abdest duaları (sayı 15)”
Yusuf El-Kardavi’nin anlattığı bir örnek de, kurallaştırma anlayışının ne kadar acınası komikliklere yol açabildiğini gözler önüne sermektedir:
“Birisi Müslüman Asya ülkelerinden bazılarını ziyaret etmiş ve onların tuvaletlerinde, kenarlara yığılmış küçük taşlar görmüş. Onlara bunun sebebini sorduğunda, ona şu cevabı vermişler: “Biz sünnetin gereğini yerine getirmek için onlarla temizleniyoruz.”
Mısır’daki İslami akımlar üzerine yazmış olduğu eserinde Salih el-Verdani, konuya ışık tutacak başka bir ilginç örnek vermektedir:
“Cami kapılarında ve caddelerde beyaz cübbelerle dolaşarak fikri kitaplar, koku, bal, misvak vs. satan gençlerin sayısında büyük bir artış yaşanmaktadır. Bu gençlerin ticaretini yaptıkları mallar, hadislerde belirtilenlerle sınırlıdır. Resulullah’ın kullanmadığı veya işaret etmediği, hükümlerde belirtilmemiş malların ticaretinin yapılmaması gerektiğini savunmaya kadar gitmişlerdir.”
Kazakistan ile ilgili bir yazıda da oradaki anlayışlarla ilgili şöyle bir örnek verilmiştir:
“Topluca öğle yemeğindeyken, İslami bilgisine güvendiğim bir din görevlisi, çatal istememi yadırgadı ve “Peygamber sünnetinde çatal yoktu, bunlar bidattir”, dedi. Ben de “buraya kadar otomobille geldik, Peygamberimiz zamanında böyle taşıtlar yoktu. O zaman bunlara da binmemek lazım mı diyorsunuz?” diye sordum. “Evet” dedi, “bunlara da aslında binmemek lazım.”
Değişik coğrafyalardan ve değişik anlayışlardan birçok kural! Hayatın bütün alanları kurallarla örülmüş. Kullanılacak misvakın boyu ve kalınlığına kadar her şey inceden inceye kurallara bağlanmış. Kimilerinin uygulanması mümkün değil! Kimileri birbiriyle zıt!
Bu durumda, iyi niyetli insanlar hangisinin gerçek olduğuna karar veremedikleri için hepsini uygulamaya giriştiler. Başaramadıkları noktada ise çaresizlik içerisinde Allah’ın affına sığınıp, en azından artılarının eksilerinden fazla olmasını sağlamaya yöneldiler.
* * *
Niyetleri tartışmak gerekmiyor. Allah kalplerde olanı bilir ve hepsine gerekli karşılığı verir. Ama ortaya çıkan durum gerçekten zor bir imtihandır. Acaba hayatı kurallardan ibaret zanneden bir kimse, gerçekten güç yetiremediği için mi sorumluluklarını aksatır? Yoksa “zaten istesem de tam Müslüman olamayacağım” şeklindeki bir düşüncenin hassasiyetlerini azaltmasından dolayı mı? Yani şunu demeye çalışıyoruz: Mesela yukarıdaki bir örnekte anlatılan Kazakistan’daki din görevlisi, çatal kullanma konusunda bir duyarlılık gösteriyorken, arabaya binme ve diğer teknolojik aletleri kullanma konusunda neden o kadar duyarlı davranmamış ve hatırlatıldıktan sonra “aslında bunları da kullanmamak lazım” şeklinde cevap vermiştir? Mesele unutmak mıdır, yoksa “nasıl olsa hepsini yerine getirmenin imkanı yok!” ön kabulünün yol açtığı duyarlılık azalması mı?
Tabii ki bu örnek, o bireyi yargılamak için gündeme getirilmedi. Onda belki dikkat çekilen yönden bir problem yoktu. Ama güç yetirememekten kaynaklanıyor olsa dahi, yanlışı bile bile yapmak (veya yapmak zorunda kalmak) zamanla insandaki duyarlılık ve hassasiyeti azaltır. “Ha bir eksik, ha bir fazla” yaklaşımının ortaya çıkmasına sebep olur. Bir vakit sonra kişi kendisini, inanmadığı ve doğru bulmadığı işleri rahat rahat yaparken bulur.
Bu durumda; “Allah iyi niyetli ve samimi insanları hak ettikleri karşılığa ulaştıracaktır” ama bu gerçek; hiç kimse için bir rahatlama anlamına gelmez.
Allah şöyle buyuruyor:
“İnsanlar, “İman ettik” demekle bırakılacaklarını, sınavdan geçirilmeyeceklerini mi sandılar?” (Ankebut 29/2)
Müslüman olmak sorumlu olmaktır. Ve İslam bir sorumluluktur. Bu sorumluluk, hayatın her anını sarmış, uygulanması zor kurallar yumağından ibaret değildir. Aksine, Allah kimseye gücünü aşan bir yük yüklemez. O halde değişik bahanelerle oyalanmak ve farklı çıkış yolları aramak gibi bir yanlışa düşmektense; İslam’ı öğrenmek ve insana yüklediği sorumlulukların ne olduğunu anlamak daha doğru bir davranıştır.
Böylece, yeryüzünde kazanılandan başka hiçbir şeyin işe yaramayacağı hesap gününe, sorumluluklarını “bilerek yerine getirmiş olmanın” huzuruyla gidilir. Zor olan imtihan kolaylaşır.
Bu kitap, hesap günü, sorumluluklarını yerine getirerek Allah’ın huzuruna çıkmak isteyen kimselere, basit ve anlaşılır bir dille, bazı temel ilkelerden bahsetmek maksadıyla kaleme alınmıştır. “Bireyin veya toplumun hayatında İslam’ın nasıl ortaya çıkacağı, nasıl gerçekleşeceği” ana fikri çerçevesinde:
İslam’ın kurallardan ibaret bir inanç değil, bir yaşam biçimi ve yaşam bilinci olduğu dile getirilecek
Bu yaşam biçimi ve yaşam bilincinin hayatta nasıl ortaya çıkacağından, Müslüman bir birey veya topluma ne gibi görev ve sorumluluklar yüklediğinden bahsedilecektir.
Bir de ek olarak dinin bazı özelliklerinin, onu kendi hayatında ve içinde bulunduğu toplumun hayatında gerçekleştirmek isteyen insanlara nasıl yardımcı olduğu ele alınacaktır.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Günümüz İslam Düşüncesi İslam
- Kitap AdıMüslüman Olmak
- Sayfa Sayısı148
- YazarNuri Yılmaz
- ISBN6055793036
- Boyutlar, Kapak 11x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviMANA YAYINLARI / 2008