“Deprem oluyor galiba,” dedi genç kadın, sevgilisini iterek. “Başını döndürmüş olmayayım.” Genç adam gülüyordu. Sevgilisi ise ciddileşmişti. “Hiç komik değil, bina sallandı.” “Canım,” dedi adam. “İskele sallanmıştır belki, depremse bile hafif bir depremdir.” “Off,” dedi kadın. “Bugün değilse de yarın öbür gün, deprem olacağı kesin.” “Eh yani,” dedi adam. “O kadarını biz de biliyoruz.”
Yakup, Börklüce’ye bakıyor, Alnico “kimim ben” diye soruyor. Lida’nın gülünce gözleri parlıyor, Artin Bey, Fedora’ya el sallıyor. Nehir uzun, çok da hızlı akmıyor. Yine Kur’an okunacak ve yine melekler cevap verecek, o biliyor. Ekin Can Göksoy, cadıları, çamura düşen mendilleri, zihgiri, Allah’ın taş ettiklerini, şehirden çıkan dumanı, emanetleri, Dolapdere’yi anlatıyor. Gün yüzüne çıkan yeni bir yazar.
Bana dünyada düşlere de
yer olduğunu öğrettiği için,
Dayıma,
Levent Onguner’e
İÇİNDEKİLER
Mermer Başlı Adam……………………………………………….9
Alnico………………………………………………………………………………..27
Kelâm……………………………………………………………………………….57
Dolapdere’nin Cadıları……………………………………..65
Saadet Apartmanı ………………………………………………..83
Mermer Başlı Adam
1
Yakup Oğlan anasının elini öptü. Başını kaldırdığında gördü ki yaşlıydı gözleri. Daha fazla dinelemedi ayakta anası, yaşlıydı çünkü. Kapıya doğru gitti; eşiğe oturdu, Yakup atının terkisine yerleştirirken ok kandilini. Sedef kakmalı bir ok kandili vardı, ne de çok severdi kandilini. Babasından yadigâr kalmıştı ona. Babası yörenin en iyi okçusu olarak bilinirdi. Yakup’un da ondan aşağı kalır yanı yoktu. Kendi yapardı oklarını babası; zihgir ile atardı. Demeye ne hacet, attığını da vururdu. Kandili de babasına bizzat İsa Bey vermişti zaten. İsa Bey topraklarını Yıldırım Bayezid’e verince de bırakmıştı oku yayı bir kenara. Anası hâlâ kapıdan bakıyordu, ağlamaya da devam ediyordu; ama Yakup Oğlan’ın yapacağı başka şey de yoktu. İzmiroğlu Cüneyd Bey’in bizzat isteği üzerine gidiyordu. İsa Bey’in babasını uğrattığı hayal kırıklığına, Cüneyd Bey asla Yakup’u uğratmayacaktı. Cüneyd Bey, Yakup’u çok severdi de Yakup’u kim sevmezdi ki. Yakup attığını vururdu.
Alageyiği de vururdu, Moğol’u da vururdu. Bir çift bıldırcını tek okla alırdı. Ormanın içindeki tavşanı dışından vururdu. Çok da iyi at binerdi. Bundan dolayı da Cüneyd Bey onu severdi, ona çok güvenirdi. Nisa ilindeki itin canını almaya da bu yüzden onu yollamıştı. Ama bu iti vurmak öyle her yiğidin harcı değildi. Çevresinde bir sırtlan sürüsüyle dolaşıyordu sürekli. Cüneyd Bey bu yüzden güvenmişti ona. Öyle çok güvenmişti ki, kellesini istemiyordu bu itin. Şahin Gözlü Yakup’undan babası Şahin Bey’den dolayı mı bilinmez, öyle sesleniyordu Yakup’a bir okla onu boynundan vurmasını istiyordu. Okun ucuna da Bey’in kısa fermanı konulacak, tüm Nisalılara korku salınacaktı ki bir daha haram para yiyen itler yüzünden Beylerini unutmasınlar.
Bu kendine Hasan Bey diyen köylü, bir yerlerden altın bulmuş ya da birilerini haraca kesmiş sonra parayla eşkıyaları satın almış Nisa’yı basmıştı. Orada tüm eşrafın karısına kızına göz dikmiş, malına örekesine el koymuş, hepsini köle gibi çalıştırmış; yetmezmiş gibi başkaldıran birkaç genç oğlanı da affetmeden kılıçtan geçirtmişti. Ama, ihtiyarın da desteğini almıştı bunları yaparken. Ya korkudan ya da işlerine geldiğinden bir şey dememişlerdi ağalar, ihtiyarlar. Kendilerini güvence altına almışlardı. Bey de en çok buna içerlemişti. Şimdi Yakup gidecek, Nisa’nın itini vuracaktı.
Her şeyi hazırdı. Babasının, Yıldırım’ın ordusundan ganimet olarak aldığı o rüzgâr gibi oklardan aldı birkaç tane, kandiline yerleştirdi. Yemyeşil, zümrüt rengi bir zihgiri vardı babasının, onu taktı sağ başparmağına. Atını dörtnala sürdü. Ama yolu uzundu, en az iki gece yatması gerekecekti. Bir gece Aydın ötesinde, yol üstünde bildiği bir han vardı, orada uyuyacaktı. Ondan sonrası Allah kerim. Oradan ötesine zaten ömrü billah gitmemişti. En çok kuzeye doğru uzaklaşmıştı Ayasuluk’tan. Gencoğlan iken takip ettiği bir geyik yüzündendi bu. Bir geyik diyordu ama bildiği hiçbir geyiğe benzemiyordu. Boynuzu sanki billurdandı, kendisi sanki bir ay parçası. Bir görünür, bir kaybolur cinstendi. Dağın tepesinde beliriverir, birden ovada görünürdü.
Ağacın arkasında kayboluverir, pınarda su içer görülürdü. Kuzeye doğru saatlerce takip etmişti onu Yakup Oğlan, ama en sonunda pes etmiş, dönmüştü evine. Babası daha o zamanlar sağdı. Ona anasını emanet etmemişti. “Ben yaşatamadım ananı, hep yüreğini ağzına kodum; sen etme oğul anana, alacağın kızcağıza da etme.” Bildiği başka şey mi vardı ki Yakup Oğlan’ın ok atmaktan, atacağı oku yapmaktan gayrı. Alacağı kızcağız filan da yoktu zaten. Ne çeşme başında gördüğü kız oğlan kızlara kaptırmıştı gönlünü, ne de pınar yolunda çamaşıra giden kızlardan birini sevmişti ömrü hayatında.
Gözü gözüne değdiği güzel olmamıştı hiç. Yıldırım gibi sürerek atını, güneyinden geride bıraktı Aydın’ı; akşama yakın vakitlerde vardı hana. Önce hancıdan yemek istedi. Hancı da, göbekli, kel bir adamcağızdı. Çevre illerde yiğit olarak bilinirdi, kimse onu haraca bağlayamamıştı şimdiye dek; bu sebepten de, hanı güvenliydi. Yemeğini yerken bu sessiz sakin ama dalgın yüzlü adama takıldı gözü. Belki babası yaşıyor olsa bu adamla hemen hemen aynı yaşta olacaktı.
Babasının saçları gürdü ama, daha dökülmemişti öldüğünde. Onun da saçları gürdü, yağız bir delikanlıydı, geleceği parlaktı. Etrafına bakına bakına daldırıyordu tahta kaşığı yemeğe. İşte o anda gördü güzeli ilk. Hancının kızıydı belli ki. Yediği katma aşını da o yapmıştı belki de. Anasının en sevdiği yemeklerinden biriydi katma. Aklına anasının yaşlı gözleri geldi. Ondan ayrılıp başkaca bir şey yapmasının ne zor olduğunu kurdu kafasında. Kızcağız su testilerini masaya taşıyor, toprak bardaklara katıyordu suyu. Yakup Oğlan’a su katarken, göz göze geldiler. Rabbine şükretti Yakup Oğlan. Hancının kızı iyi ki oradaydı o anda, iyi ki gelmişti Yakup, iyi ki bir görevi vardı da yolu buraya düşmüştü.
Gözünün değdiği tüm güzellerden bin kat daha güzel, Allah’ın en boş vaktinde yarattığı bu gül kokulu, ceylan bakışlı yosmayı gördüğünde öyle büyülenmişti ki, hıyanete uğrayıp uğramayacağını bilmeden kalbini ona emanet edip vazifesinin peşinden gitmeyi, sonra da dönüp onun gül yanaklarına kavuşmayı aklına koymuştu bile. Ne yapacağını bilmeden odasına çıktı yemekten sonra.
Sedire yatıp düşünmeye başladı. Babası da demişti ya, böyle bir hayatla o kızcağızı mahvederdi. Ama, Cüneyd Bey güveniyordu ona. Aslında, bıraksa işini, alsa bu kızcağızı, kaçırsa… Ne güzel bir hayatı olurdu, kuzeye giderdi; tarla, bahçe işlerdi orada. Boy boy evlatları olabilirdi. Ama, Cüneyd Bey’e böyle bir soysuzluk yapacak değildi şimdi. Hem anasını bile sağ koymazdı Cüneyd Bey öyle bir durumda. Böyle düşünürken daldı uykuya. Güneşin ilk ışıklarıyla kalkıp aşağı indiğinde hancıyı tezgâhında uyuklarken buldu. Onu rahatsız etmeden, sessizce çıktı dışarıya. Atı yemleniyordu.
Onu yemlikten ayırdı. Çeşmeye doğru çekti. Yolları uzundu, hayvanın susuz kalmaması gerekiyordu. Çeşmenin orada, toprak testilere su doldurduğunu gördü güzelin. “Senin adın nedir güzel?” Kız hiç cevap vermedi, başını önüne eğdi. Düz saçlarından bir parçası yeşil gözlerinin önüne düştü. Atı su içerken öylece izledi kızı. Kız hiç hareket etmedi, yüzü iyiden iyiye kızarıyordu. Yakup atına atladı ve dörtnala gitmeden önce kıza döndü: “Korkma benden güzel. Bekle beni, geleceğim.”
II
Yakup Oğlan dağ dinlemedi, bayır dinlemedi; çağlayan çağladı, hayvanat ürktü, ırmak şarıldadı, yağmur damladı. Yol gitti, uz gitti. Önünde gölgesi uzadıkça uzamaya başladığında kalacak yer aramaya koyuldu. İleride ufak bir koruluk olduğunu gördü, ağaçlar seyrekti. “Gelen giden olursa görürüm, hayvan da yaşamaz bu seyreklikte,” diye düşünerek orayı belledi kalmak için. Atını uzunca bir çamın gövdesine bağladı, yemledi. Kendi de bir yol uzandı aynı ağacın dibine.
Çam dibinde bir de ateş yaktı güneş iyice kaybolunca gözden. Anasının yufkasına, tulum katık ederek yedi. Atının eyerini yastıklayarak uykuya dalıyordu ki bir çıtırtı kaldırdı kaşlarını havaya, göz kapakları aralanıverdi. Hemen davrandı hançerine. İki karaltı gördü ilerde, karşısında; ayağa fırlayıverdi.
Atının hiç huzursuzlanmamış olmasına şaşırmıştı. “Kimsiniz ağalar kendinizi gösterin?” O ana kadar hiç fark etmediği, ay ışığının ağaçların arasındaki bir açıklıktan süzülerek aydınlattığı çembere girdi iki karaltı ve yüzleri gözüktü. Uzunca boylu, sırtında oku olan bir adam ile onun önünde duran gülümseyerek ellerini iki yana açmış bir başkası ona doğru yavaş adımlarla geliyorlardı. “Korkma oğlan, selamla geldik.” Yakup Oğlan toy da görünmüş olmamak için hançeri kuşağına sokuverdi. “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz dedik. Biz de bir garip yolcuyuz. Bir dosttur diye düşündük yanına uğradık. İstemezsen gideriz.” Yakup iyice bir süzdü adamı, güzel güzel konuşuyordu.
Bir kötülük edecek kimselere benzemiyorlardı. Öndeki adam güven veriyordu, arkasındaki genç de Yakup Oğlan’dan çok daha toydu, sakalı bile bitmemişti. Ağaları buyur etti, ateşi gene harladı. Yufkalarını ısıtıp misafirlere uzattı. “Sağ olasın delikanlı,” dedi adam. “Bizde adettir bu, iki varsa birini pay vermek.” Yakup Oğlan sual etti: “Siz kimsiniz ağam?” Adam Yakup’u şöyle bir süzdü: “Bedreddin’i duydun mu hiç? Biz onun müritleriyiz.” Yakup, duymamıştı. Ama müritleri olduğuna göre büyük bir adam olmalıydı. “Biz,” diye devam etti adam. “Yârin yanağından gayrı, her şeyi paylaşmaktan yanayız delikanlı. Sen ne iş tutarsın?” Yakup anlattı; babasından nasıl devraldığını mesleği, nasıl göz gözü görmeden gözü okuyla aldığını.
Adam ilgiyle dinledi. “Bey için mi ok atarsın sen?” Yakup biraz alınır gibi oldu: “Bey istedi diye atarım ama kendim de istemezsem atmam ağa.” Ağa güldü, sırtını sıvazladı oğlanın. Sonra yufkasından bir ısırık aldı. “Biz kalkıyoruz delikanlı,” dedi. “Yolumuz uzun, çok şükür ay var bize yol gösterecek. Yüce Rabbim inşallah senle bizi karşı karşıya koymaz.” Yakup anlamadı, Bey’e isyan mı ediyorlardı bunlar. Ama adamın konuşmasından, ses tonundan etkilenmişti. Ayağa kalktı: “Ağam,” dedi. “İsmini bağışlasaydın ya.” Adam döndü, oğlanın gözlerinin içine güle güle baktı: “Mustafa derler bana. Börklüce Mustafa.”
III
Güneş doğmadan atına atlayıp ovada tırıs gitmeye başlamıştı. Güneş sanki ilk kez biri tarafından selamlanıyormuş gibi şaşkın, tepelerin ardından çıkıp çıkmamakta kararsızdı. Yakup Oğlan da sanki inat eder gibi güneşin üzerine sürüyordu atını. At da dinçliğini sahibine göstermek istercesine koşturuyordu bilmediği hedefine doğru ama garip bir şekilde kararlıca. Günün artık hükmünü kesinkes ilan ettiği saatlerin henüz başlarında gözüktü Nisa ili ötede. Hafif bir eğimle hızlanan atını yavaşlattı Yakup, o zamana değin göğsünün üstünde taşıdığı ufak fermanı çıkardı. Küçük bir kağıt rulo yapılmış, kenevir iple bağlanmış; ip ise, Bey’in mührüyle tutturulmuştu. Fermana biraz baktı, sanki içini okuyabiliyormuş gibi süzdü ve yerine koydu. Derken kente varmıştı bile, atını bağlayacak uygun bir yer aramaya başladı. Atı bağladıktan sonra herhangi bir gezgin gibi bu tozlu kentin yollarını arşınlamaya başladı. Pazar kuruluyordu, bir yandan dadevamlı bir demirciden olsa gerekti– bir dövülme sesi geliyordu kulağına. Kentte epey dolaşmasına rağmen sesin kökenini keşfedememiş, gözüne hiçbir demirci dükkanı ilişmemişti. Bir pazarcıdan kırmızı bir elma aldı, üzerine iyice silip onu yiyerek yoluna devam etti. O sırada pazarda bir gürültü duydu, üç beş adam bir pazarcıyla kavga ediyordu. Pazarcı da adamlardan epeyce korkmuş olacaktı ki onlara bir şeyler ikram etmeye çalışıyordu. Sonra adamlar, pazarcıdan bir tepsi meyve kopartıp ufak bir hanın içine seğirttiler.
Yakup Oğlan elmasını yiye yiye hana doğru ilerledi. Han dışarıdan gözüktüğünden daha da büyüktü; içinde ufak da olsa bir avlu barındırıyordu. İçeri girdiğinde adamların ortada olmadığını fark etti. Adamlar muhtemelen avluya çıkmışlardı. Ellerini üzerindeki önlüğe sile sile hancı belirdi birden. Yakup üst kattan bir oda istediğini söyledi. Hancı ona merdivenleri gösterdi. Önde Yakup, arkada hancı dar merdivenleri tırmanıyorlardı. Yakup hancının adımlarını yavaşlattığını ve yürürken bir insandan beklenmeyecek, ancak sadece tedirgin bir kedinin duyabileceği kadar hafif bir ses duydu. Aniden arkasını döndüğünde ona doğru alçalan bir hançer ile burun buruna geldi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı
- Kitap AdıMünhal
- Sayfa Sayısı115
- YazarEkin Can Göksoy
- ISBN9789750516573
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2014
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bir Ben Vardır Benden İçeri ~ Tarık Buğra
Bir Ben Vardır Benden İçeri
Tarık Buğra
Edebiyat ve sanatın merkezine insanı ve onun fertleşme serüvenini koyan Tarık Buğra hem romanlarına hem tiyatro eserlerine bunu yansıtmış, bu yüzden de sadece iyi...
- Belleğin Girdapları ~ Behçet Çelik
Belleğin Girdapları
Behçet Çelik
Yaban ya da yabancı değildim… Arada bir yer – onlardan olmadığım gibi büsbütün eloğlu da sayılmazdım. Bir şeyin kendi olmaktan çıkıp karşıtına dönüşme anında...
- Fay Kırığı – 1 Mehmet ~ Mehmet Eroğlu
Fay Kırığı – 1 Mehmet
Mehmet Eroğlu
Hayatın ilk sırrı, bir sırrı olmadığıdır. İkinci sırrıysa, eğer varsa, bu sırrın cevaplarda değil, sorularda olduğudur. Üçüncüsüne gelince: Bir şey yapmak için önce bir...