“Bu soruyu ancak sen cevaplayabilirsin ve şimdi, bütün bunlar geçip gittiğine göre, aslında cevapladın: Hayatınla.
İnsan önemli soruları sonunda daima bütün hayatıyla cevaplar.”
İkinci Dünya Savaşı ortalığı kasıp kavururken artık yaşlanmış ve münzevi bir hayat sürmekte olan General Henrik tam kırk bir yıl önce bir anda ortadan kaybolan gençlik arkadaşını beklemektedir. Çocukluğunda ve gençliğinde sıkı bağlar kurduğu bu dostun ölmeden önce yanıtlaması gereken sorular vardır. İlk kez 1942’de yayımlanan ama asıl yazarın ölümünden sonra keşfedilerek birçok dile çevrilen Mumlar Sonuna Kadar Yanar Márai’nin kuşkusuz en çok ses getiren romanı.
Dostluk, kıskançlık, ihanet ve insan doğası üzerine uzun süre unutulmayacak bir meditasyon.
Dipten akan bir gerilim ve zarif biçimde örülmüş moral ve metafizik sorgulamalardan
oluşan çerçevesiyle parlak bir roman.
The New York Times Book Review
Sándor Márai insana rahat vermeyen, muhteşem bir hayalet romanı yazmış; hakikati
kendileri için bir arafa dönüştüren sağ kalanların ağıtı…
Thomas Wirtz, Frankfurter Allgemeine
1
O sabah general şaraphanelerinde epey vakit geçirdi. Oraya erken saatlerde bağcısıyla, şarabın mayalanmaya başladığı iki fıçıyı görmeye gitmişti. Şişelemeyi bitirip eve döndüğünde saat on biri geçiyordu. Nemli döşeme taşları yüzünden küf kokan verandanın sütunları arasında duran avlak bekçisi ona bir mektup uzattı.
“Ne istiyorsun?” diye sordu general ters ters. Geniş kenarı kırmızı yüzünü gölgeleyen hasır şapkayı alnından geriye itti. Uzun yıllardır mektup açıp okumuyordu. Ona gelen posta, çiftlik kâhyasının bürosundaki bir çalışan tarafından açılıp tasnif ediliyordu.
“Bunu bir ulak getirdi” dedi esas duruştaki bekçi.
General el yazısını tanıdı, mektubu alıp cebine soktu. Serin antreye girdi ve tek kelime etmeden bastonuyla şapkasını bekçiye uzattı. Puro kılıfından bir gözlük çıkardı ve pencerenin kenarında durarak panjurun aralıklarından sızan ışıkta mektubu okumaya başladı.
“Bekle” dedi omzunun üstünden, elinde baston ve şapkayla gitmeye hazırlanan bekçiye.
Mektubu cebine tıktı.
“Kálmán saat altıda atları arabaya koşsun. Hava yağmurlu, o yüzden Landau olana. Ayrıca resmi geçit üniformasını giysin. Sen de” dedi bir şey onu aniden fena halde öfkelendirmişçesine beklenmedik bir sertlikle. “Her şey pırıl pırıl olmalı. Araba ve koşum takımı derhal temizlenecek. Üniforma giyeceksiniz, anlaşıldı mı? Sen de arabacı koltuğunda Kálmán’ın yanına oturacaksın.”
“Baş üstüne beyefendi” dedi bekçi ve beyinin gözlerinin içine baktı. “Saat altıda.”
“Altı buçukta yola çıkacaksınız” dedi general ve sayı sayar gibi sessizce dudaklarını oynattı. “Beyaz Kartal’a gidip seni benim yolladığımı, arabanın yüzbaşı için gönderildiğini söyleyeceksin. Tekrar et.”
Bekçi tekrarladı. Hemen ardından general aklına bir şey daha gelmiş gibi elini kaldırıp tavana baktı. Fakat başka bir şey söylemeden birinci kata çıktı. Teyakkuzda kalan bekçi gözünü kırpmadan onun arkasından bakarak geniş omuzlu, tıknaz siluet taş tırabzanın dönemecinin ardında kaybolana dek bekledi.
General odasına girdi, ellerini yıkadı ve üzerinde divit kalemlerin, mürekkebin, milimetrik şekilde üst üste dizilmiş, öğrencilerin ödevleri için kullandıkları türden, balıksırtı desenli muşamba kaplı defterlerin durduğu, mürekkep lekeli yeşil keçe kaplı, dar ve yüksek olan ayakta çalışma masasının başına geçti. Masanın ortasında yeşil şapkalı bir lamba duruyordu, oda karanlık olduğu için general onu yaktı. Kapalı panjurların ardında, kurumuş, kavrulmuş, alazlanmış bahçede yaz mevsimi, çekip gitmeden önce delice bir öfkeyle tarlaları tutuşturan kundakçı misali son bir kez alevleriyle her yeri yakıyordu. General mektubu çıkardı, kâğıdı özenle düzeltti ve kuvvetli ışıkta, burnunun üzerinde gözlüğüyle, sivri harflerle örülü kısa, düzgün satırları okudu. Kollarını arkada kavuşturmuştu.
Duvarda, tarihlerin yumruk büyüklüğünde sayılarla yazılı olduğu bir takvim asılıydı. On Dört Ağustos. General tavana bakarak bir hesap yaptı. On Dört Ağustos. İki Temmuz. Çok gerilerde kalmış bir günden bugüne ne kadar zaman geçtiğini hesapladı. Kırk bir yıl, dedi en sonunda yarı duyulur bir sesle. Son zamanlarda odada yalnız da olsa sesli konuşuyordu. Kırk yıl, dedi sonra zihni bulanarak. Zor bir ders karşısında kafası karışan bir öğrenci gibi yüzü kızardı, başını arkaya attı ve yaşaran gözlerini kapadı. Ceketin mısır sarısı yakasından yükselen boynu kıpkırmızıydı. İki Temmuz Bin Sekiz Yüz Doksan Dokuz, av o gündü, diye mırıldandı ve sustu. Başını kaldırmadan çalışan bir öğrenci gibi dirseklerini masaya dayayarak, endişe dolu bir ifadeyle gözlerini yeniden mektuba, elle yazılmış bu birkaç satıra dikti. Kırk bir, diye tekrarladı kısık sesle. Ve kırk üç gün. Evet, tam o kadar.
Şimdi biraz sakinleşmiş gibiydi ve bir aşağı bir yukarı yürümeye başlamıştı. Odanın tavanı kubbeliydi; tam ortada tavanı destekleyen bir sütun yükseliyordu. Vaktiyle burası iki odaydı, yatak odası ve giyinme odası. Uzun yıllar önce -artık sadece yıllar diye düşünüyordu; tam sayılardan hoşlanmıyor, sanki bunlar ona unutmayı yeğlediği şeyleri hatırlatıyordu– iki oda arasındaki duvarı yıktırmıştı. Bir tek, tavanın ortasındaki kubbeyi taşıyan sütun duruyordu. Bu şato iki yüzyıl önce, Avusturya süvarilerine yulaf satan ve sonradan soyluluk unvanı verilen bir ordu tedarikçisi tarafından yaptırılmıştı. General burada, bu odada dünyaya gelmişti. O zamanlar, pencereleri bahçeye ve arazinin işletme binasına bakan arkadaki daha karanlık oda annesinin odasıyken bu daha aydınlık, daha havadar olan giyinme odasıydı. Birkaç onyıldır, general ara duvarı yıktırıp şatonun bu kanadına yerleştiğinden beri o iki odanın yerinde büyük, loş tek bir oda vardı. Kapıyla yatak arası on yedi adımdı. Bahçe tarafındaki duvarla balkon arasıysa on sekiz adım. Tamı tamına sayılmış adımlar.
Evin belli bir yerine alışmış bir hasta gibi burada yaşıyordu. Bu oda onun için adeta biçilmiş kaftandı. Şatonun diğer kanadına, bir salonun diğerine açıldığı, altın avizeli yeşil, mavi, kırmızı salonların bulunduğu bölüme geçmeyeli yıllar olmuştu. Pencerelerin parka, ilkbaharda balkon parmaklıklarının üstünden eğilen, pespembe mumları ve koyu yeşil ihtişamıyla kıvrımlı mermer korkulukları, güney kanadının şişman melekler tarafından korunan çıkıntılı cephesini yarım daire şeklinde çevreleyen kestane ağaçlarına baktığı tarafa. Yürüyüşlerini şaraphanelere ya da ormana doğru yapıyordu; veya -her sabah, kış da olsa, yağmur da yağsa— alabalık göletine doğru. Eve gelince antreden geçip odasına çıkıyor, yemeklerini de orada yiyordu.
“Demek döndü” dedi bu kez yüksek sesle, odanın ortasında durarak. “Kırk bir yıl. Ve kırk üç gün.”
Bu kelimeler onu bir anda bitkin düşürmüş gibiydi; sanki kırk bir yıl kırk üç günün ne kadar uzun bir zaman olduğunu ancak şimdi kavramıştı. Ayakta sallandı ve sırtı aşınmış deri koltuğa oturdu. Elinin altındaki sehpada duran gümüş çanı çaldı.
“Nini yukarı gelsin” dedi uşağa. Ardından nazikçe ekledi: “Zahmet olmazsa.”
2
Nini doksan bir yaşındaydı. Derhal geldi. Generali bu odada beşikte sallamıştı. General doğduğunda bu odadaydı. O zamanlar on altısında ve çok güzeldi. Kısa boyluydu ama öyle kaslı ve dingin bir yapısı vardı ki, sanki vücudu bir sırra vâkıftı. Sanki kemiklerinde, kanında, etinde bir şey saklıydı, zamanın ya da hayatın sırrı; bu sır hiç kimseye söylenemez, hiçbir dile çevrilemezdi, çünkü böyle bir sir kelimelere sığmazdı. Köydeki postane memurunun kızıydı; on altı yaşındayken çocuğu olmuş ve kimden olduğu asla öğrenilememişti. Babası onu tekme tokat evden kovunca şatoya gelerek yeni doğan bebeği emzirmeye başlamıştı, çünkü sütü çoktu. Üzerindeki elbiseden ve ölmüş çocuğunun bir zarf içindeki saç buklesinden başka hiçbir şeyi yoktu. Şatoya böyle yerleşti. Doğuma gelmişti. General ilk yudum sütünü Nini’nin memesinden emmişti.
Nitekim bu şatoda yaşıyordu; yetmiş beş yıldır, sessiz sedasız. Ve gülümseyerek. İsmi odadan odaya gezer, sanki böylece şatonun sakinleri birbirlerinin dikkatini bir şeye çekerlerdi. “Nini,” derlerdi. Ve sanki şunu demek isterlerdi: “Ne tuhaf, dünyada bencillikten, hirstan, kibirden başka bir şey daha var: Nini…” Daima doğru yerde olduğu için onu kimse asla görmezdi. Ve daima güler yüzlü olduğu için kimse ona, sevdiği adam çekip gitmişken ve sütünü içmesi gereken çocuk ölmüşken nasıl güler yüzlü olabildiğini sormazdı. Generali emzirdi, büyüttü ve aradan yetmiş beş yıl geçti. Zaman zaman şatonun ve ailenin üzerinde güneş parlar ve bu genel aydınlanma anlarında hayretle Nini’nin de gülümsediği fark edilirdi. Sonra kontes, yani generalin annesi öldü ve Nini sirkeye batırılmış bir bezle ölünün soğuk, beyaz, terden yapış yapış alnını sildi. Derken bir gün generalin babası eve bir sedyeyle getirildi, çünkü attan düşmüştü. Beş yıl daha yaşadı ve bakımını Nini üstlendi. Ona Fransızca kitaplar okudu; bu dili bilmediği için harfleri tek tek okuyor, çok yavaş bir şekilde yan yana diziyordu. Fakat hasta böyle de anlıyordu. Sonra general evlendi ve çift balayından döndüğünde Nini kapıda durmuş, onları bekliyordu. Yeni hanımefendinin elini öptü ve ona güller uzattı. Yine gülümseyerek. General ara sıra o anı hatırlardı. Sonra karısı öldü, on iki yıl sonra; ve mezarla ölünün giysilerinin bakımını Nini yaptı.
Evde rütbesi ya da unvanı yoktu. Sadece gücü olduğu hissediliyordu. Doksanı devirdiğini general dışında kimse bilmezdi. Bu konu konuşulmazdı. Nini’nin gücü evin, insanların, duvarların, nesnelerin içinde dolaşırdı; tıpkı gezgin kuklacının küçük sahnesinde gizli bir elektrik akımının figürleri, János Vitéz’i* ve Ölüm’ü hareket ettirmesi gibi. İnsan bazen, Nini gücüyle onları bir arada tutmasa bu evin ve içindekilerin çok eski kumaşlar gibi bir dokunuşla birdenbire parçalanacağı, dağılacağı hissine kapılırdı. Karısı öldüğünde general seyahate çıktı. Bir yıl sonra döndü ve döner dönmez annesinin şatonun eski kanadındaki odasına yerleşti. Karısıyla yaşadıkları yeni kanadı, çoktan aşınmış Fransız ipek duvar kâğıdı kaplı rengârenk salonları, içindeki şömine ve kitaplarla büyük misafir odasını, geyik boynuzları, doldurulmuş çalı horozları ve tahnit edilmiş dağ keçisi kafalarıyla merdiven boşluğunu, penceresinden vadinin, küçük şehrin ve uzaklarda gümüşümsü-mavimsi dağların göründüğü büyük yemek salonunu, karısının odasını ve bitişiğindeki kendi yatak odasını, hepsini kapattırdı. Otuz iki yıldır, karısının ölümünden ve yurtdışından döndüğünden beri bu odalara sadece Nini ve hizmetçiler iki ayda bir temizlik yapmak için giriyorlardı.
“Otursana Nini” dedi general.
Sütanne oturdu. Bu yıl artık yaşlı biri olmuştu. Doksandan sonra yaşlanmak, elliden ya da altmıştan sonra yaşlanmak gibi değildir. İnsan hayata küsmeden yaşlanır. Nini’nin yüzü pespembe ve buruş buruştu; değerli kumaşlar, bir ailenin bütün el becerisini ve hayallerini içine dokuduğu yüzlerce yıllık ipekler böyle eskir. Geçen yıl bir gözü katarakt olmuştu; o göz şimdi gri ve üzücü görünüyordu. Diğer gözü mavi kalmıştı, ağustosta bir dağ gölü kadar mavi ve zamansız. Gülümseyen bir göz. Nini her zamanki gibi lacivert giyinmişti, üzerinde lacivert keçe etek ve sade bir bluz vardı. Sanki yetmiş beş yıldır kendine hiç kıyafet yaptırmamıştı.
“Konrád yazmış” dedi general mektubu havaya kaldırarak. “Hatırlıyor musun?”
“Evet” dedi Nini. Her şeyi hatırlardı.
“Burada, şehirdeymiş” dedi general son derece önemli ve fazlasıyla gizli bir haber verir gibi çok alçak bir sesle. “Beyaz Kartal’da kalıyor. Akşam buraya gelecek, onu arabayla aldırıyorum. Yemeği bizde yiyecek.”
“Bizde nerede?” diye sordu Nini sakin sakin. Mavi gözünün canlı ve gülümseyen bakışını odada gezdirdi.
Yirmi yıldır misafir ağırlamıyorlardı. Ara sıra öğle yemeğine gelen ziyaretçiler, bölge idaresinden ve belediyeden beyler ya da büyük sürek avlarının misafirleri kâhya tarafından, her mevsim hazır tutulan dağ evinde ağırlanırdı; orada gece gündüz her şey misafir ağırlamaya hazırdı, yatak odaları, banyolar, mutfak, geniş avcı dinlenme salonu, açık veranda, rüstik masalar. Bu tür organizasyonlarda kâhya masanın başına oturarak avcıları ve resmi görevlileri general namina yedirip içirirdi. Kimse buna alınmazdı, ev sahibinin insan içine çıkmadığı bilinirdi. Şatoya sadece yılda bir kez, kış mevsiminde, girişteki kapının alınlığına tebeşirle Kaspar, Melchior ve Balthasar’ın* baş harflerini yazmak için papaz gelirdi. Evin sakinlerini gömmüş olan papaz. Başka hiç kimse gelmezdi, asla.
“Diğer tarafta” dedi general. “Olur mu?”
“Bir ay önce temizledik” dedi sütanne. “Bence olur.”
“Saat sekizde. Olur mu?” diye sordu general heyecan ve neredeyse çocukça bir gerginlik içinde koltukta öne eğilerek. “Büyük salonda. Şu anda öğlen.”
“Öğlen” dedi sütanne. “O halde talimat vereyim. Saat altıya kadar salonu havalandırsınlar, sonra da sofrayı kursunlar.” Zamanı ve yapılacak işleri hesaplıyormuşçasına sessizce dudaklarını oynattı. “Tamam” dedi sonunda sakin ve kesin bir tavırla.
Hâlâ öne eğik oturan general ona dikkatle baktı. İkisinin hayatı, çok yaşlı insanların yavaş yavaş aksayan ritminde birlikte yuvarlanarak ilerliyordu. Birbirlerinin her şeyini biliyorlardı, anne çocuktan da öte, karı kocadan da öte. Onları birbirine bağlayan ortaklık, her tür bedensel yakınlıktan daha mahremdi. Bunun sebebi belki anne sütüydü. Belki Nini’nin generali doğumunda, doğduğu anda, her insanın dünyaya geldiği gibi kan ve dışkı içinde ilk gören olmasıydı. Belki de aynı çatı altında, aynı yemekleri yiyerek, aynı havayı teneffüs ederek birlikte geçirdikleri yetmiş beş yıldı. Evin küflü havası, pencerelerin önündeki ağaçlar, bütün bunlar ortaktı. Ve bütün bunların adı konulamazdı. Kardeş ya da iki âşık değildiler. Fakat başka bir tür daha vardır ve onlar bunu belli belirsiz hissediyorlardı. Anne karnındaki ikizler arasında bulunan bağdan daha güçlü ve yakın bir akrabalıktır bu. Hayat onların gecelerini ve gündüzlerini birbirlerininkine karıştırmıştı; birbirlerinin bedenini bildikleri gibi rüyalarını da biliyorlardı.
“Daha önceki gibi olmasını mı istiyorsun?” diye sordu sütanne. “Evet” dedi general. “Bire bir aynısı olsun. Son seferki gibi.” “Peki” dedi sütanne kısaca.
Generale yaklaştı, eğildi ve onun, üzerinde benler ve kalın damarlar olan, yüzüklü, ihtiyar elini öptü.
“Sinirlenmeyeceğine söz ver” dedi.
“Söz veriyorum” dedi general alçak ve uysal bir sesle.
3
Saat beşe kadar odasından herhangi bir hayat belirtisi gelmedi. Sonra zili çalarak uşağı çağırdı ve ondan soğuk bir banyo hazırlamasını istedi. Öğle yemeğini geri yollamış ve sadece bir fincan soğuk çay içmişti. Yarı karanlık odada divana uzanmıştı; serin duvarların ötesinde yaz mevsimi vızıldayarak kaynıyordu. General ışığın kızgın fıkırtılarına, sıcak rüzgârın kurumuş yapraklardaki hışırtısına, şatonun seslerine kulak verdi.
Şimdi, ilk şaşkınlığın ardından, kendini bir anda yorgun hissetmeye başlamıştı. İnsan ömür boyu kendini bir şeye hazırlar. Önce başına bir şey gelir. Sonra intikam düşüncelerine dalar. Bekler. General uzun zamandır bekliyordu. Başına gelenin ne zaman intikam isteğine ve bekleyişe dönüştüğünü artık hatırlamıyordu bile. Zaman her şeyi muhafaza eder ama hepsi rengini kaybeder; metal plakalara sabitlenen çok eski fotoğraflar gibi. Işık, zaman, plakaların üzerindeki yüzlerin keskin ve karakteristik nüanslarını siler. Resmi sağa sola çevirmek gerekir, çünkü metalin vaktiyle çehresinin kendine has özelliklerini içine aldığı kişiyi kör plakanın üzerinde tanımak için belli bir ışık kırılmasına ihtiyaç vardır. İnsanın her hatırası da zamanla işte böyle solar. Fakat günün birinde bir yerlerden ışık gelir ve bir yüzü yeniden tanırız. Generalin bir çekmecede böyle eski fotoğrafları vardı. Babasının resmi. Üzerinde muhafız alayı komutanı üniforması, saçı kız çocuğu gibi iri bukleli. Omuzlarını saran beyaz muhafız pelerinini yüzüklü eliyle göğsünün üzerinde tutuyor. Başını gururlu ve kırgın bir edayla yana eğmiş. Nerede ve neden kırıldığını hiçbir zaman söylememişti. Viyana’dan eve gelince ava çıkardı. Her gün av, her mevsimde; alageyik yoksa ya da av yasağı zamanıysa, tilki ya da karga avlardı. Sanki birini öldürmek istiyor ve durmadan bu intikam eylemine hazırlanıyordu. Generalin annesi, kontes, avcılara şatoyu yasaklamıştı, evet, avı anımsatan her şeyi yasaklamış ve evden uzaklaştırmıştı; tüfekleri, fişeklikleri, eski okları, doldurulmuş kuşları ve geyik kafalarını, boynuzları. Bunun üzerine muhafız alayı subayı av evini yaptırmıştı. Orada her şey bir aradaydı: Şöminenin önünde büyük ayı postları seriliydi, duvarlarda üzerinde tüfekler asılı, kahverengi çerçeveli, beyaz keçe kaplı panolar vardı. Belçika ve Avusturya filintaları. İngiliz bıçakları, Rus yivli tüfekleri. Her tür av hayvanı için. Av evinin yakınına köpekler yerleştirilmişti, kalabalık bir sürü, tazılar ve vizslalar; ayrıca sorguçlu üç şahiniyle şahinci de aynı yerde yaşıyordu. Generalin babası zamanını orada, av evinde geçirirdi. Şatonun sakinleri onu sadece yemekte görürlerdi. Şatoda duvarlar pastel renklerde tutulmuştu; Paris civarındaki atölyelerde üretilmiş uçuk mavi, uçuk yeşil, soluk pembe, altın rengi çizgili ipek duvar kâğıtlarıyla kaplıydı. Kontes her yıl Fransız fabrika ve mağazalarından bizzat duvar kâğıdı ve mobilya seçerdi; her sonbahar, ailesini ziyaret etmek için vatanına gittiğinde. Bu seyahati asla es geçmezdi. Böyle bir hakkı vardı; yabancı muhafız alayı subayıyla evlenirken evlilik sözleşmesine konulmuştu.
“Belki de seyahatler yüzündendi” diye düşündü general.
Bunu düşündü, çünkü annesiyle babası anlaşamıyorlardı. Muhafız alayı subayı ava çıkıyor, başka şeylerin -yabancı şehirlerin, Paris’in, şatoların, yabancı dillerin ve âdetlerin ve başka insanların da olduğu dünyayı ortadan kaldıramadığı için ayıları, karacaları ve geyikleri öldürüyordu. Evet, belki de seyahatler yüzündendi. General ayağa kalkıp vaktiyle annesinin yatak odasını ısıtan, bombeli, beyaz porselen sobanın önünde durdu. Bu, ısıyı tıpkı bencilliğini basit bir iyilikle kırmak isteyen şişman, miskin bir insanın iyi yürekliliği gibi yayan, yüz yıllık, büyük bir sobaydı. Annesinin burada soğuktan donduğu belliydi. Kubbeli odalarıyla ormanın ortasındaki bu şato onun için fazla karanlıktı; duvarlardaki açık renk duvar kâğıtlarının sebebi buydu. Donuyordu, çünkü orman hep rüzgârlıydı, yazın da; ilkbaharda karların erimesiyle kabarıp taşan dağ dereleri gibi kokan bir rüzgâr. Donuyordu ve beyaz sobanın devamlı yakılması gerekiyordu. Bir mucize bekliyordu. Kapıldığı tutku mantığına baskın çıktığı için Doğu Avrupa’ya gelmişti. Muhafız alayı subayıyla onun diplomatik görevi sırasında tanışmışlardı. Subay ellilerde Paris büyükelçiliğinde ulaktı. Bir baloda tanışmışlardı; ve bu karşılaşma bir şekilde kaçınılmazdı. Müzik çalıyordu ve muhafız alayı subayı kont kızına Fransızca şöyle demişti: “Bizde duygular daha güçlü, daha katidir.” Bu bir büyükelçilik balosuydu. Dışarıda sokak bembeyazdı, kar yağıyordu. O sırada salona kral girdi. Herkes eğildi. Üzerinde beyaz bir yelekle mavi bir frak olan kral, altın lorgnon gözlüğünü ağır bir hareketle gözüne götürdü. İkisi, iyice eğilerek yaptıkları saray reveransının ardından tekrar doğrulduklarında göz göze geldiler. Hayatlarının birleşmesi gerek…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMumlar Sonuna Kadar Yanar
- Sayfa Sayısı120
- YazarSándor Márai
- ISBN9789750864162
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım ~ Herta Müller
Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım
Herta Müller
Nobel edebiyat ödüllü Herta Müller’den, faşizmin gölgesinde yaşayan ve yaşananlara dair sarsıcı bir roman: Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım. Müller, sorguya çağrılı adsız kahramanıyla birlikte...
- Var Olan Ada ~ Susanna Tamaro
Var Olan Ada
Susanna Tamaro
Yok oluş da, kurtuluş da bizim elimizde. Seçim yapma sorumluluğu bize düşüyor. Susanna Tamaro okurlarını “karası” düşüncelerden, “denizi” kelimeler den oluşan adasına davet ediyor....
- Varşova Anagramları ~ Richard Zimler
Varşova Anagramları
Richard Zimler
iyi adamlar savaştığında kötülükler savrulacak… 1941 yılının son günleri… Erik Cohen yeniden Varşova gettosunda, ama bu defa bir “ibbur” olarak. Onu görebilen tek kişi...