BAZI AŞKLAR KADERDİR… DİĞERLERİ İSE LANETLİDİR.
“Kitabın yazarları, Anne Rice’ın Gotik evreninden karanlık ve doğaüstü bir dünya yaratmış.”
School Library Journal
“Bu roman Alacakaranlık çapında olay yaratacak.”
Teen Vogue
“Okuyucular yaratılan detaylı ve nefes kesici dünyaya kapılacak.”
Publisher’s Weekly
“Başka dünyadan… Gençler, bu kitabı içindeki romantizm, büyü, gerilim ve vaat ettiği çok daha fazlası yüzünden sevecek.”
Booklist
“Ustaca kurgulanmış, nefes kesici ve benzersiz.”
Melissa Marr
“Unutulmaz, eksantrik karakterler sizi dünyalarına hapsedecek.”
Holly Black
“Hikâye, tek düşündüğünüz o olana kadar içinize sızıyor.”
Carrie Ryan
“Kolay kolay unutulmayacak.”
Michelle Zink
“İnandırıcı ve gerçek bir romantizm.”
Sarah Rees Brennan
***
Nick & Stella
Emma, May & Kate
ve
her yerdeki farklı ve toplum dışına itilmişlere.
Düşündüğünüzden çok daha kalabalığız.
.
Karanlık karanlığı kovmaz;
Bunu sadece aydınlık yapabilir.
Nefret nefreti kovmaz;
Bunu ancak sevgi yapabilir.
MARTIN LUTHER KING JR.
ÖNCE
Hiçliğin Ortasında
Kasabamızda sadece iki tür insan vardı. Babam ılımlı bir yaklaşımla komşularımızı “aptallar ve sıkışmışlar,” olarak sınıflandırmıştı. “Zorunlu olarak burada kalanlar veya gitmeyi akıl edemeyecek kadar ahmak olanlar. Bunların dışındaki herkes mutlaka bir çıkış yolu bulur.” Onun, hangi gruba dahil olduğu ortadaydı ama bunun sebebini sorma cesaretini hiç bulamamıştım. Babam yazardı ve biz Güney Carolina, Gatlin’de yaşıyorduk, çünkü bütün Wateler öyle yapmıştı. Büyük-büyük-büyük-büyük dedem Ellis Wate, İç Savaş sırasında Santee Irmağı’nın diğer tarafında savaşıp öldüğünden beri bu böyleydi.
Burada yaşayanlar ona İç Savaş demezlerdi. Altmış yaşın altındakiler Eyaletler Savaşı, altmış yaşın üzerindekiler ise Kuzey Saldırısı olarak adlandırırlardı. Onlara göre, Kuzey Güney’i kötü bir balya pamukla kandırmış gibiydi. Ailem dışında herkes bu isimleri kullanıyordu. Biz İç Savaş derdik.
Buradan bir an önce ayrılmak isteme sebeplerimden biri de buydu.
Gatlin, filmlerde gördüğünüz küçük kasabalara hiç benzemezdi, tabii bu film elli yıl önce çekilmediyse… Bir Starbucks ve McDonalds’a sahip olan Charleston’dan hayli uzaktık. Sadece Dairy King’e sahiptik, onun adı da ünsüz harfler daha ucuza satıldığı için Dar-ee Keen’e dönüşmüştü. Kütüphane’de hâlâ kayıt sistemi kartlarla tutuluyor, lisede karatahta kullanılıyor, Moultrie Gölü ılık kahverengi suyuyla kamusal havuz görevini üstleniyordu. Filmleri, hemen hemen DVD’si çıktığı zamanlarda, Cineplex’te izleyebilirdiniz ama bunun için de Summerville’deki kolejin kampüsüne kadar otostop çekmeniz gerekirdi. Dükkânlar ana caddede, lüks evler nehir kenarında, çoğunluğun yaşadığı evler de yürümenin imkânsız olduğu kaldırımları çakıllarla dolu 9. Yol’un güneyinde bulunurdu. Gerçi, bu çakıllar yeryüzünde yaşamakta olan en acımasız hayvan türüne, yani keseli sıçanlara atmak için idealdi. Bunu, eminim filmlerde hiç görmemişsinizdir.
Gatlin karmaşık bir yer değildi; Gatlin Gatlin’di işte. İnsanlar dayanılmaz sıcağın altında bunalarak, sundurmalarında gözlerini bir noktaya dikerek otururlardı. O noktada hiçbir şey yoktu. Hiçbir şey değişmezdi. Yarın, Stonewall Jackson Lisesi’ndeki ikinci yılımın ilk günüydü ve ben şimdiden neler olacağını çok iyi biliyordum – nerede oturacağımı, kiminle konuşacağımı, şakaları, kızları, kimin nereye park edeceğini…
Gatlin’de sürprizlere yer yoktu. Hiçliğin ortasında bir yerlerde duruyorduk.
En azından ben öyle olduğunu düşünüyordum, yazın son gecesinde elimdeki yıpranmış olan Mezbaha No:5 adlı kitabı bırakıp, iPod’umu kapattıktan sonra ışığı söndürdüm.
Daha fazla yanılamazdım.
Ortada bir lanet vardı.
Bir kız vardı.
Ve sonunda da bir mezar vardı.
Bense bunun farkında bile değildim.
02.9
Rüyanda Görürsün
Düşüş.
Havada süzülerek düşüyordum.
“Ethan!”
Onun sesini duymak, kalbimin daha hızlı atmasına sebep oldu.
“Yardım et!”
O da düşüyordu. Onu yakalayabilmek için kolumu uzattım. Uzandım ama yakaladığım tek şey boşluktu. Ayaklarımı yere basamıyordum ama sanki çamuru eşeliyordum. Parmak uçlarımız birbirine değdiği anda, karanlıkta yeşil kıvılcımlar uçuştu.
Parmaklarımın arasından kayıverdi, kayıp hissi her yanımı sardı.
Limon ve biberiye. Yine de onun kokusunu alabiliyordum.
Ama onu yakalayamıyordum.
Ve onsuz yaşayamazdım.
*
Hızla doğrularak nefes almaya çalıştım.
“Ethan Wate! Uyan! Okulun ilk gününde geç kalmana izin vermeyeceğim.” Amma’nın alt kattan bağırdığını duyabiliyordum.
Gözlerim karanlığın içindeki ufak ışık huzmesine odaklandı. Eski çiftlik evimizin kepenklerine vuran yağmurun sesini duyabiliyordum. Yağmur yağıyor olmalıydı. Sabah olmuş olmalıydı. Odamda olmalıydım.
Odam yağmurdan dolayı sıcak ve nemliydi. Pencerem neden açıktı?
Başım zonkluyordu. Yeniden uzandım ve kâbus sona erdi, hep öyle olurdu. Odamda güvendeydim, eski evimizde benden önce muhtemelen altı nesil Wate’in uyumuş olduğu gıcırdayan maun yatağımdaydım. Burada insanlar, çamurdan oluşmuş karanlık deliklerden düşmezlerdi, olanlar gerçek değildi.
Alçı tavanıma baktım, odun arılarını uzak tutmak için gök mavisine boyanmıştı. Neyim vardı?
Bu rüyayı aylardır görüyordum. Tümünü hatırlayamıyordum ama hatırladığım kısmı hep aynıydı. Kız düşüyordu. Ben düşüyordum. Tutmam gerekiyordu ama tutamıyordum. Düşmesine izin verirsem, onun başına çok kötü bir şey gelecekti. İşin püf noktası burasıydı. Onu bırakamazdım. Onu kaybedemezdim. Sanki ona âşıktım. Oysa onu tanımıyordum bile. Bu ilk görüşten önceki aşk gibi bir şeydi.
İnsana çılgınca gelebilirdi çünkü o sadece rüyadaki kızdı. Neye benzediğini bile bilmiyordum. Aylardır bu rüyayı görüyordum ama yüzünü hiç görmemiştim ya da hatırlayamıyordum. Bildiğim tek şey, onu her kaybedişimde içimde hissettiğim hastalıklı duyguydu. Parmaklarımın arasından kayıyordu ve mideme bir yumru oturuyordu. Bu his, lunaparktaki hız trenine binildiğinde ya da araba bir tümseğin üzerinden geçtiğinde hissedilenle aynıydı.
Midede uçuşan kelebekler. Bu ne berbat bir benzetmedir. Katil arılar daha çok yakışırdı.
Ya aklımı kaybediyordum ya da sadece bir duşa ihtiyacım vardı. Kulaklıklarım hâlâ kulağımdaydı, başımı iPod’uma eğdiğimde hiç bilmediğim bir şarkı adı gördüm.
On Altı Ay
Bu da neydi? Üzerine tıkladım. Melodi çarpıcıydı. Sesi tanıyamamıştım ama sanki daha önce duymuştum.
On altı Ay, on altı yıl,
On altıncı en büyük korkun,
Yıllar boyu dökülen gözyaşlarımı,
On altı kez düşünde gördün…
Karamsar, ürkütücü – neredeyse uyuşturucu.
“Ethan Lawson Wate!” Amma’nın çığlığı müziği bastırıyordu.
Şarkıyı kapatıp, üzerimdeki örtüleri çekiştirerek yatakta doğruldum. Çarşaflarım kumla dolmuş gibiydi ama ben bunun ne olduğunu gayet iyi biliyordum.
Bu çamurdu. Tırnaklarımın arası da kara çamurla doluydu, tıpkı bu rüyayı son gördüğümde olduğu gibi.
Çarşafı buruşturarak toplayıp kirli sepetine, dünkü terli süveterimin altına soktum. Duşa girdim, ellerimi fırçalarken olanları unutmaya çalışıyordum. Kâbusumun son izleri suyla beraber yok oldu. Bu konu hakkında düşünmezsem, hiçbir şey olmayacaktı. Son aylarda çoğu şeye yaklaşım tarzım buydu.
Ama söz konusu o kız olunca, bunu yapamıyordum. Buna engel olamıyordum. Sürekli olarak onu düşünüyordum. Sürekli olarak aynı rüyayı görüyordum ve kimseye anlatamıyordum. Bu benim sırrımdı, söylenecek başka bir şey yoktu. On altı yaşındaydım, var olmayan bir kıza âşık olmaya başlamıştım ve yavaş yavaş kafayı yiyordum.
Ne kadar çok yıkarsam yıkayayım, kalbimin küt küt atmasına engel olamıyordum. Şampuan ve sabunun kokusuna rağmen, hâlâ o kokuyu alabiliyordum. Zar zor alıyordum ama yine de alıyordum.
Limon ve biberiye.
Her şeyin aynı olduğundan emin olarak aşağıya indim. Amma kahvaltı masasında içinde yumurta, domuz pastırması, tereyağlı kızarmış ekmek ve tahıllar bulunan her zamanki eski, mavili beyazlı porselen tabağı önüme sürdü – annem ona Ejdertabak derdi. Amma kâhyamızdı, aslında büyük annem gibiydi ama gerçek büyükannemden daha zeki ve huysuzdu. Beni Amma büyütmüştü, boyum 1,90 olmuştu ama hâlâ beni birkaç santim daha uzatmaya kararlıydı. Bu sabah garip bir açlığım vardı, sanki bir haftadır bir şey yememiştim. Tabağımdaki yumurta ve iki dilim pastırmayı silip süpürdükten sonra kendimi daha iyi hissetmeye başlamıştım. Ağzım doluyken ona sırıttım.
“Benden saklama Amma. Bugün okulun ilk günü.” Önüme koca bir bardak portakal suyu ve ondan daha büyük bir bardak sütü – buralarda sadece yağlı süt içeriz – sertçe koydu.
“Çikolatalı sütümüz bitti mi?” Diğer insanların kola ve kahve içtiği şekilde, ben de çikolatalı süt içerdim. Sabahları bile, sürekli olarak tatlı ihtiyacımı giderme peşindeydim.
“İ. N. T. İ. B. A. K.” Amma her şeyi bulmacaya dönüştürmeyi çok severdi, eski ve şaşalı kelimeleri ve bunları kullanmayı da. Onun bu kelimeleri harf harf söylemesi, kafaya kazıma şekliydi. “Uyum sağla ve sana verdiğim sütü bitirmeden kapıdan dışarı bir adım dahi atabileceğini düşünme.”
“Peki, efendim.”
“Şık giyinmiş olduğunu görüyorum.” Giyinmemiştim. Çoğu gün yaptığım gibi, kot ve soluk bir tişört giymiştim. Hepsinin üzerinde farklı bir yazı olurdu, bugünkü Harley Davidson idi. Ayağımda da üç yıldır kullanmakta olduğum siyah Chuck Taylor’lar vardı.
“O saçları kestireceğini sanıyordum.” Bunu azarlar gibi söylemişti ama gerçekte böyle olmadığını biliyordum, bu sıradan ve eskiden kalma bir tavırdı.
“Bunu ne zaman söyledim ki?”
“Gözlerin ruha açılan pencereler olduğunu bilmiyor musun?”
“Belki de kimsenin benimkini görmesini istemiyorumdur.”
Amma önüme bir tabak daha domuz pastırması koyarak beni cezalandırdı. Boyu 1,50 bile değildi ve muhtemelen, Ejdertabaklarımızdan daha yaşlıydı ama her doğum gününde elli üç yaşına girdiğini söylerdi. Amma, ılımlı bir yaşlı kadın olmanın dışında her şeydi. O evimizdeki mutlak otoriteydi.
“Bu havada ıslak kafayla dışarı çıkacağını hiç sanmıyorum. Fırtınalı havaları hiç sevmiyorum. Rüzgârın içinden kötü bir şey fırlayacakmış gibi geliyor insana ama böyle bir günü engellemenin bir yolu yok. Kendi kararlarını kendi veriyor.”
Gözlerimi devirdim. Amma’nın pek çok konuda kendine has düşünceleri vardı. Bu ruh hallerini sergilediği zamanlarda, annem böyle bir karanlığın – batıl inançların ve dini inançların karışımı – sadece Güney’de bulunabileceğini söylerdi. Amma’nın karanlık zamanlarında yoluna çıkmamak en iyisiydi. Tıpkı, onun pencere eşiklerine koyduğu muskalara ve çekmecelere yerleştirdiği yapma bebeklere dokunmamak gerektiği gibi.
Bir çatal dolusu yumurta daha aldıktan sonra, şampiyonlara yakışır kahvaltımı – tost ekmeklerinin arasına konmuş yumurta, marmelat, domuz pastırması – bitirdim. Bu sandviçi ağzıma tıkarken alışkanlık sonucu koridora baktım. Babamın çalışma odasının kapısı kapalıydı. Babam gece boyunca yazıyor ve gün boyunca da bu odadaki eski kanepede uyuyordu. Annemin öldüğü geçtiğimiz Nisan ayından beri bu böyleydi. Baharı bizimle birlikte geçiren teyzem Caroline, o bir vampir olabilir demişti. Onu yarına kadar görebilme şansımı büyük ihtimalle yitirmiştim. O kapı kapandıktan sonra bir daha açılmazdı.
Sokaktan gelen bir korna sesi duydum. Link. Eski, siyah sırt çantamı alıp koşarak kapıdan yağmura çıktım. Gökyüzü kapkaraydı, saat sabahın değil akşamın yedisi olabilirdi. Hava birkaç gündür oldukça garipti.
Link’in arabası olan Külüstür, boğulan motoru ve bangır bangır çalan müziğiyle sokakta duruyordu. Okula, anaokulundan beri birlikte gidiyorduk. Otobüste, Twinkie’sinin yarısını bana verdiği gün yakın arkadaş olmuştuk. O parçanın aslında yere düşmüş olduğunu çok sonra öğrenmiştim. Ehliyetlerimizi bu yaz birlikte almıştık ama arabası olan Link’ti. Tabii ona araba derseniz.
Külüstür’ün motor sesi fırtınayı bastırıyordu.
Amma sundurmada kollarını kavuşturmuş, yüzünde onaylamaz bir ifade ile bakıyordu. “Wesley Jefferson Lincoln, burada bu kadar yüksek sesle müzik çalma. Anneni arayıp, dokuz yaşındayken yaz boyunca bodrumda yaptıklarını anlatmayacağımı mı sanıyorsun?”
Link göz kırptı. Annesi ve Amma dışında onu gerçek adıyla çağıran yok gibiydi. “Peki, efendim.” Sineklik çarparak kapandı. Link güldü, arabanın tekerleklerini ıslak asfaltta öttürerek yola çıktık. Sanki bir şeylerden kaçıyorduk. Link arabayı hep böyle kullanıyordu ama hiç kaçamıyorduk.
“Dokuz yaşındayken bodrumumuzda ne yaptın?”
“Dokuz yaşındayken sizin bodrumda ne yapmadım ki?” Link müziği kıstı, bu iyi olmuştu çünkü çok kötüydü. Şimdi bana her gün yaptığı gibi beğenip beğenmediğimi soracaktı. Orkestrasının durumu trajikti. Lincoln’ü Kim Vurdu adlı bu grupta, kimse doğru düzgün bir enstrüman çalmayı ya da şarkı söylemeyi bilmiyordu. O sürekli olarak davul çalmaktan ve mezun olduktan sonra New York’a taşınıp orada yapacağı albüm anlaşmalarından bahsediyordu – muhtemelen hiç yapılmayacak olan anlaşmalardan. Gözü kapalı ve sarhoşken, park alanından spor salonundaki potaya üçlük atması çok daha mümkündü.
Link üniversiteye gitmeyecekti ama yine de benden bir adım öndeydi. Ufak bir ihtimal de olsa, ne yapmak istediğini biliyordu. Bense, şu ana kadar babama göstermeyi bile başaramadığım bir ayakkabı kutusu dolusu okul broşürüne sahiptim. Onların hangi üniversiteler olduğu pek umurumda değildi, Gatlin’den binlerce kilometre uzakta olmaları yeterliydi.
Hayatımın babamınki gibi olmasını istemiyordum. Aynı kasabada, doğduğum evde hayatımı sürdürüp, buradan ayrılmayı aklının ucuna bile getirmemiş olan aynı insanlarla bir arada yaşayıp ölmek istemiyordum.
*
Sokağın iki yanında dizili olan Viktorya dönemi evler, yüz yıl önce yapıldıkları günkü gibi duruyorlardı. Sokağımızın adı Cotton Bend’di, çünkü bir zamanlar bu evlerin arkasında kilometrelerce uzanan pamuk tarlaları vardı. Şimdi ise arkalarından bu civardaki tek değişiklik olan 9. Yol geçiyordu.
Arabanın zemininde duran kutudan bir tane halka çörek aldım. “Dün gece iPod’uma garip bir şarkı yükledin mi?”
“Ne şarkısı? Bu son şarkı hakkında ne düşünüyorsun?” Link son şarkılarının deneme kaydının sesini yükseltti.
“Üzerinde biraz daha çalışılması gerekiyor. Diğer şarkılarınızda olduğu gibi… ” Her gün aynı şeyi söylüyordum.
“Ben sana güzel bir yumruk attıktan sonra senin yüzünün üzerinde de çalışılması gerekecek.” O da her gün aynı cevabı veriyordu.
Şarkı listemi tarıyordum. “Şarkının adı yanılmıyorsam On Altı Ay’dı.”
“Neden bahsettiğini bilmiyorum.” Orada değildi. Şarkı yok olmuştu ama daha bu sabah dinlemiştim. Bunun bir hayal olmadığını biliyordum, hâlâ aklımdaydı.
“Eğer şarkı dinlemek istiyorsan sana yeni bir tane çalabilirim.” Link şarkıyı bulmak için başını eğdi.
“Hey, dostum gözünü yoldan ayırma.”
Başını kaldırıp bakmadı ve ben göz ucuyla önümüzden tuhaf bir arabanın geçtiğini gördüm…
Bir anlığına yolun, yağmurun sesi ve Link sessizliğin içinde çözünmeye başladılar, her şey ağır çekim ilerler gibiydi. Gözlerimi arabadan ayıramadım. Bu anlatılabilecek gibi bir şey değildi, sadece bir histi. Bizi geçip diğer yöne saptı.
Arabayı tanımıyordum. Daha önce hiç görmemiştim. Bunun, ne kadar imkânsız bir şey olduğunu hayal dahi edemezsiniz ama kasabada bulunan bütün arabaları bir bir tanıyordum. Yılın bu zamanında turist de olmazdı. Kasırga sezonunda şanslarını zorlamazlardı.
Araba uzun ve siyahtı, cenaze arabalarına benziyordu. Aslında onun bir cenaze arabası olduğundan emindim. Belki de bu bir kehanetti. Belki de bu yıl sandığımdan daha da kötü geçecekti.
“Buldum. Siyah Bandana. Bu şarkı beni bir yıldız yapacak.”
O başını kaldırdığında araba gitmişti.
Kitap’dan Beyaz Perdeye Uyarlanan Film’in Fragmanı;
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Fantastik Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMuhteşem Yaratıklar
- Sayfa Sayısı488
- YazarKami Garcia, Margaret Stohl
- ÇevirmenSeden Gürel
- ISBN9789944823098
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviEpsilon / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Phil’in Dehşet Verici Kısa Saltanatı ~ George Saunders
Phil’in Dehşet Verici Kısa Saltanatı
George Saunders
Saunders’tan modern bir Hayvan Çiftliği hikâyesi “Küçük ülke olmak bir şeydir, ama İç Horner ülkesi o kadar küçüktü ki, aynı anda yalnızca tek bir...
- Hikaye Hırsızı ~ Jean Hanff Korelitz
Hikaye Hırsızı
Jean Hanff Korelitz
Hikâyeler bize kim olduğumuzu söyler, peki ya biri o hikâyeyi çaldıysa? Jake ilk kitabıyla dikkate değer bir çıkış yapmış, ancak ikinci kitabının fiyaskosunun ardından...
- Yardımcı ~ Robert Walser
Yardımcı
Robert Walser
Tek bir söz bile, zihnimi şiddetli ve gaddar bir karmaşa içine sürükleyebiliyor ve bu sözümona minicik ve önemsiz şeyin düşüncesi giderek tüm benliğimi tepeden...