John Berger’ın “günümüzde dünyanın muhtaç olduğu hikâyecilerin öncüsü” diye nitelediği Platonov’dan yaptığımız bu derleme, yazarın dokuz öyküsünden oluşuyor. İnsanın insanla, toplumla, teknoloji ve doğayla ilişkisini, insanın sevgi ve anlam arayışını konu alan, ama okura net cevaplar vermekten kaçınan öyküler bunlar – hayatın kendisi gibi kimi zaman hüzünlü ve iç burkucu, kimi zaman absürd ve komik.
Tıpkı bir kahramanının ufak tefek ihtiyar bir kadını “sonsuz değerini kavrayarak” kucağında taşıması gibi, Platonov da insanın, doğanın, tüm canlıların sonsuz değerini kavrayan ve bunu her satırında okura hissettiren bir yazar. Dahası, tanık olduğu onca kötülüğe, yaşadığı onca zorluğa rağmen insanın içindeki iyiliğe, paylaşmanın ve dayanışmanın gücüne inancını asla yitirmemiş bir yazar. İşte bu yüzden okur üzerinde dönüştürücü, sağaltıcı bir etki bırakıyor öyküleri: Hayat gailesi içinde unutmaya meylettiğimiz asıl önemli şeyleri bize o benzersiz üslubuyla, bin haykırışa bedel bir fısıltıyla hatırlatıyor.
İÇİNDEKİLER
Hayvanlar ve Bitkiler Arasında
Yepifan Savakları
Muhteşem Vahşi Dünyada
Afrodit
Yedinci Kişi
Elektriğin Yurdu
Lobskaya Dağı
Antisexus
İki Kırıntı
Hayvanlar ve Bitkiler Arasında , s. 9-13
Tabiatın loşluğunda bir adam, elinde avcı tüfeği bodur bitkilerin ormanında yürümekteydi. Yüzü bir nebze çopur da olsa yakışıklı ve henüz gençti bu avcı. Bu mevsimde ormana, havanın sıcaklığı ve neminden, olgunlaşan bitkilerin soluk alıp verişinden ve ölmüş kadim yaprakların çürümesinden bir sis çökerdi. Önünü görmek güç, ama tek başına yürümek, ucundan kıyısından bir şeyler düşünmek ya da aksine dalgınlaşıp kabuğuna çekilmek hoştu. Orman alçak bir dağın eğiminde büyüyordu; zayıf, küçük akağaçların arasında sık sık büyük taşlar göze çarpmadaydı, toprak pek verimli sayılmazdı, yoksuldu —kâh balçık, kâh gri çamur— ama ağaçlarla otlar alışmış, ellerinden geldiğince bu toprakta yaşıyorlardı.
Avcı kimileyin duraklıyordu; böceklerin, küçük kuşların, solucanların ince, çoksesli uğultusunu ve bu nüfusun beslenip eyleme geçmek için eziyet edip eşelediği küçük toprak öbeklerinin fışırtısını duyuyordu. Orman, avcının henüz hiç gitmediği, oysa çoktandır hayal ettiği kalabalık bir şehri andırıyordu. Sadece bir keresinde Petrozavodsk’tan geçmişliği vardı, o da önünden. Feryat, vızıltı ve hafif bir mırıltı dolduruyordu ormanı, ya saadet ve tatminkârlığı, ya ölümü söyleyerek; siste akağacın nemli yaprakları yaşamın yeşil iç ışığıyla parlıyordu, fark edilmesi güç haşereler onları tüten toprak buharının sessizliğinde sallamadaydı. Uzak, küçük bir hayvan saklandığı yerde ürkekçe çenilemeye koyuldu; kimsenin dokunduğu yoktu ona, kendi varlığının korkusundan titriyor, dünyanın güzelliği karşısında yüreğinin sevincine teslim olmaya cesaret edemiyor, kazara başına gelen yaşamın nadide ve kısa vesilesinden faydalanmaya korkuyordu, çünkü yerini bulup yiyebilirlerdi onu. Oysaki bu hayvan çenilemese daha iyi olurdu: Sessiz yırtıcılar onu fark edip mideye indirebilirdi.
Bir lokomotifin ıslığı, ince ve uzak, süratin kasırgasıyla yırtılıp ormanda ve siste çınladı, kaçan perişan bir insanın acıklı sesi gibi. “Polyarnaya Strela!*’” dedi avcı. “Nasıl da koşuyor uzaklara, vagonlarında müzik çalıyordur, yolcuları akıllı insanlardır, şişeden pembe su içer ve laf konuşurlar.”
Avcı ormandan sıkıldı; bir kütüğün yanına oturdu, bir hayvan ya da kuşu öldürme arzusuyla —karşısına hangisi çıkarsa— tüfeğini hazır vaziyette bacaklarının arasına sıkıştırdı. Bilimlerden bihaber olduğu, elektrikli trenlere binmediği, Lenin’in mozolesini görmediği ve sadece bir kez onuncu çift-hat geçidi müdürünün hanımına ait şişesinden parfüm kokladığı için öfkeliydi. Lüks trenler uzaklara koşarken kendisi sisli ormanda haşereler, bitkiler ve kültürsüzlük ortasında dolanmaya mecburdu. “Hayvan mı olur kuş mu, ne denk gelirse öldürürüm!” diye verdi kararını avcı. Oysaki çevresinde yine sadece küçük, çelimsiz, vurmaya elverişsiz mahluklar gürültü ediyor, vızıldıyordu. Avcının ayağının dibinde, ağır iş altında ezilen gayretli karıncalar küçük edepli insancıklar gibi geziniyordu: Melun, kulak** karakterli mahluklardı bunlar doğrusu — bir ömür çarlıklarına pılı pırtı sürüklüyor, başa çıkabildikleri tüm küçük ve büyük yalnız hayvanları sömürüyor, evrensel çıkardan anlamıyor ve kendi açgözlü, pürdikkat refahları uğruna yaşayıp gidiyorlardı. Şimdi de can vermiş yaşlı bir solucanın bedenini parça parça yürütmekteydiler: Yaprakbitlerini sağıp sütünü içtikleri yetmezmiş gibi bir de el âlemin etini seviyorlardı. Bir keresinde avcı, iki karıncanın demiryolundan demir yongası sürüklediklerini bile görmüştü. Demire de ihtiyaçları vardı demek. Tek bir yığın oluşturmak için tüm dünyayı kırıntı kırıntı topluyorlardı. Avcı en yakınındaki karıncaları ezdi ve elinden başka kaza çıkmasın diye oradan uzaklaştı. Babasına benziyordu — o da av sırasında daima sinirlenir, hayvanlar ve kuşlarla azılı düşmanlarıymış gibi savaşır, kalbinin öfkesini son zerresine değin ormanda tüketir, eve iyi, duygulu, aile canlısı bir insan olarak dönerdi. Oysa başka insanlar av esnasında aksine otlara incitmeden basar, hayvanı sevgiyle vurur, çiçek ve ağaçları zevkten titreyerek okşarlardı; evlerinde, insanların arasındaysa sinir içinde yaşar, kendilerini tüfek sayesinde patron hissettikleri doğayı özlerlerdi.
“Av ya ahmaklıktır ya yoksulluk, İvan Alekseyeviç!” derdi ona babası (on sekizini doldurunca ona baba adını ekleyerek hitap etmeye başlamıştı***). “Adama bak, göl kenarında elde olta oturur, iğneye solucan geçirir, sudaki akılsız hayvanı kandırır: Alçak! Bir başkası kapar tüfeği, dalar sık ormanın içine: Kimseciklere ihtiyacım yok gibisinden, bensiz yaşayın, kendi karnımı doyururum, kendi kendimden memnunum… arkadaşı da köpektir böylesinin, senle ikimiz değil…”
İvan Alekseyeviç küçük bir oğlanken, babası ona öldürülen tavşan ve kuşların yüzlerini gösterirdi — ürkek, hatta bazen de akıllıydılar, yemek istemezdi insan onları ama en nihayetinde yemek icap ederdi.
Babası, avladığı hayvan ve kuşları idareli, akıllıca yer, ölen doğa nimetlerinin insanda bir faydaya dönüşmesi, helada boşa gitmemesi için çocuklarına da aynını tembihlerdi. Öldürülenlerin etinden kemiğinden sadece tokluk değil iyi de bir ruh, yürek gücü ve fikriyat edinilmesini öğütlerdi. Kuş yahut hayvandan en iyi şeyleri alamıyor da sırf karın doyurmak istiyorsan otlu lahana çorbası ya da ekmekli türya**** yemeliydin. Baba, hayvan ve kuşu âlemin kıymetli ruhları, onları sevmeyi de tutumluluk olarak görürdü.
İvan Alekseyeviç tüfeğini kaldırdı. Yakındaki ufak bir çalının içinde bir şey kıpırdanmıştı. Oraya biraz yaklaştı. Küçük bir tavşan, bir yavru belirdi; insan misali oturmuş, ön ayaklarıyla kendine yardımcı olarak bir ot parçasını hızlı hızlı çiğniyordu, sonra silindi ve sağlıklı temiz havayı sık sık solumaya koyuldu; küçüklüğünden beri besinini sağlamaya çabalamaktan yorulmuş olmalıydı: Ana babası muhtemelen ölmüştü, yalnız, öksüz yaşıyordu. Tavşan avcıyı fark etmiyor ya da mahiyetini anlamıyordu. Toparlanıp zıpladı ve yok oldu. İvan Alekseyeviç onu öldürmedi: Fazla küçük ve yemesi neredeyse abesti, hem yazıktı da, çocuk yaşta emektar olmuştu. Varsın yaşasın.
Az sonra İvan Alekseyeviç orman açıklığına vardı. Aynı küçük yumuk bebek-tavşan orada ayaklarıyla toprağı eşeliyor, birtakım kökleri ya da geçen yıl birinin düşürüp bıraktığı lahana yaprağını çıkarmaya çabalıyordu. Yorulmak bilmeden yaşam gailesiyle uğraşıyordu çünkü büyümesi gerekliydi ve canı durmaksızın yemek istiyordu. Toprakta bulduğu şeyi yiyince biraz işedi ve oynamaya koyuldu — kuyruğuyla, üç ayağıyla tuttuğu dördüncüyle, sonra ölü ağaç kabuğundan artakalanla, dışkılarının parçalarıyla ve hatta ön ayaklarıyla yakalamaya çalıştığı boş havayla. Bir su birikintisi bulup susuzluğunu giderdi tavşan, çevresine nemli bilinçli gözlerle baktı, sonra ötedeki bir çukura girdi, vücudunun sıcaklığına büzüşüp kestirmeye koyuldu. Yaşamın tüm zevklerini tatmıştı: Yemiş, içmiş, nefes almış, çevreyi dolaşmış, keyif duymuş, oynamış ve uyumuştu. Uykusunda da keyfi yerindeydi: Hayvanlar sıkça, neredeyse her zaman mutlu rüyalar görür; akılları yaşamın izlenimlerinden kurtulamaz, güçsüzdür, rüyaya giren sevince kolay aldanır, çünkü uykusunda çaresiz ve zavallıdır. İvan Alekseyeviç daha çocukken, uyuyan köpekleri, kedileri, tavukları nasıl şaşkınlıkla, dikkatlice incelediğini anımsıyordu. Ağızları bir şey çiğner, mesut sesler çıkarır, bazen şuursuzluktan körelen gözlerini hafifçe aralayıp tekrar yumar, kıpırdanır, vücutlarının sıcaklığına sarınır ve varlıklarının tadından inlerlerdi.
Avcı küçük tavşana yanaştı, onu kaldırıp koynuna soktu; tavşan hafifçe cıyakladı ama uyanmadı, daha da büzüştü, insanın sıcak bedenine sokuldu, oysa kendi de sıcacıktı.
———–
* “Kutup Oku” adlı bir lokomotif –ç.n.
** Irgat çalıştıran zengin köylü –ç.n.
*** Ruslarda ad ve baba adıyla hitap saygı ifadesidir –ç.n.
**** Bozaya benzer mayalı ekşi bir Rus içeceği olan kvas’a ekmek ve soğan doğranarak yapılan bir köy yemeği –ç.n.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıMuhteşem Vahşi Dünya
- Sayfa Sayısı176
- YazarAndrey Platonov
- ISBN9789753429658
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 2015
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Emily’ye Bir Gül ~ William Faulkner
Emily’ye Bir Gül
William Faulkner
Yirminci yüzyıl dünya edebiyatının tartışmasız en büyük yaratıcılarından biri olan Faulkner’dan, her biri roman derinliğinde, akıldan çıkmayacak öyküler. William Faulkner, Amerikan Güneyi’ni romanlarında destanlaştırmakla...
- Balyozla Balık Avı ~ Cemil Kavukçu
Balyozla Balık Avı
Cemil Kavukçu
Her acının, hırsın, beklentinin, arzunun, yıpratıcı düşlerin yorulup soluğunu tüketeceği bir nokta vardır ve ben oraya varmak istiyorum. Bunun için her şeye katlanacağım. Çünkü...
- Tuna’nın Büyülü Gemisi ~ Miyase Sertbarut
Tuna’nın Büyülü Gemisi
Miyase Sertbarut
Miyase Sertbarut’un, düşleri engin denizlerde yüzdürdüğü ödüllü öyküsü Tuna’nın Büyülü Gemisi, Gül Sarı’nın incelikli resimleri ve gözden geçirilmiş baskısıyla yeniden okurla buluşuyor. Hayal dünyasından gerçekliğe...