Râna’da Osmanlı’nın çöküş günlerine hassas bir kızın gözleriyle bakan Osman Necmi Gürmen, bu kez okurlarını Kanuni’nin, Barbaros’ların, Turgut Reis’lerin Akdeniz’ine götürüyor: Mühtedi, savaşın denizlerde kazanıldığı bir dönemde, Endülüs’ten Kıbrıs’a, Cezayir’den Payitaht-ı Cihan’a, Akdeniz’in ve Akdeniz’i yurt bellemiş korsanların romanı… Aynı zamanda iç içe geçmiş iki ömrün, sadakatin ve sevginin hikâyesi. Kalabriya’da doğan, Müslüman olduktan sonra Kapudan-ı deryalığa kadar yükselen Kılıç Ali Paşa’nın hayatını, kölesi, oğlu Luca’nın, bir başka mühtedinin gözlerinden aktarıyor Gürmen. Ve soruyor: Hangisi daha güç? Yeni bir inancı kabul etmek mi, eskisinden sıyrılmak mı?
La Mancha’lı asilzade don Quijote’nin, yürekliliğini ve iyi kalpliliğini öve öve bitiremediği Uluç Ali.. Tekrar vaftiz olması için Papalığın Kalabriya’da baronluk teklif ettiği Occhiali.. Payitaht-ı Cihan’da, denizin üstüne Ayasofya’nın küçük bir benzerini inşa ettiren Kapudan-ı derya Kılıç Ali Paşa..
Osman Necmi Gürmen, Osmanlı’nın en güçlü olduğu bir dönemde “sonun başlangıcı”nı ve bu başlangıca direnmeye çalışanları vurucu bir şekilde anlatıyor: “Zaman değişiyor Kapudan-ı derya, beş on sene içinde Saray artık dünyanın payitahtı olmaktan çıkacak!”
İçindekiler
VENI
Kiliseden Camiye
Çocukluğu unutmak… mümkün mü?
Geleceğe, Cihan payitahtına yolculuk
VICI
Yurt arayışı El Kantara çıkmazı
Trablus’un fethi
İtalya kıyılarında Cerbe zaferi
Malta bozgunu Cezayir beylerbeyi
İnebahtı felaketi
VIDI
İtibar
İktidar
Tunus’un fethi
Netameli saltanat
Kapudan- ı zeman
Son sefer
Akar gider Boğaz’ın suları
İkimiz tek candık bir ömür boyunca
Mühtedi duası
Ekler
(…) Bilinen, Tarih tarafından tespit edilmiş bir hayatı, bir bakışta bütün seyrini kavrayacak şekilde ele almalı; dahası, bu hayatı yaşamış olan insanın onu tarttığı, muhasebesini yaptığı, yani bir an olsun yargılayabildiği anı seçmeli.
(…) bizim gibi zeylin atıştırmış, şarap içmiş, elleri baldan yapış yapış olmuş, acı rüzgarla ve körleştirici yağmurla mücadele etmiş ve yaz vakti bir çınarın gölgesini aramış ve cinsel doyuma ulaşmış ve düşünmüş ve yaşlanmış ve ölmüş o insanlarla temas kurmak için, içimizde, tensel heyecanlarda ya da zihnin işleyişinde, en kalıcı olan neyse, en temel olan neyse sadece onu almalı.
(…) XIX. yüzyıl arkeologlarının dışarıdan yaptıklarını içeriden yapmalı.
Marguerite Yourcenar
Hadrianus’un Anıları,
“Not Defterleri” bölümünden
15 Rebiyülevvel 996
Yüce Yaradan duy yüreğimin feryadını O yürek ki, mağfiretini dilemek için Sana bir isim yahşin mayı bilemedi
İstikbal, koca ilhanlığın en üst kademelerine erişmiş bir fakirin hayan hakkında, her zaman olduğu gibi, iç âlemini sorgu sual etmeden, o varlığın icraatine bakarak bir hükme varacak.
Hazan yapraklan salarken baharla birlik doğacak nesillerin kümesini isterdim: O, intikamın kılıcıydı; bense nefretle sevgi arasında yalpalayan bir yürek, ikimiz tek candık gelip geçen ömürde.
Naçiz kulunuz Luc, Luca veya Ali
KİLİSEDEN CAMİYE
Oğul’u, babasını, kutsal ruhu unutup Allah’ın kulu olmak! Yeniyetme bendenizin vicdanına dayatılan bu kaygının üzerinden yarım yüzyıl geldi geçti.
Cezayir’de her sabah, tanyeri ağarmadan gecenin sessizliğini delen ezanı dinlerken dudaklarımın kıvrımlarını gölgelemeye başlayan tüyleri burmaya uğraşıyor, düşünüp duruyordum: Reis’in nesiydim? Kölesi mi, oğlu mu?
Bunaltıcı sıcaklar akında eziliyordu o sonbahar günleri. Tüccar gemilerinin peşinde, denizlerde geçirdiğimiz aylar boyunca gökyüzünün ihsan etliği sudan nasibini almamıştı toprak. Yağmur duasına çıkan ayin alayları kırlara, tepelere doğru uzayıp gidiyor, kurumuş kuyularda, boşalmış sarnıçlarda yankılanıyordu dualar. Kentin kapısında bağdaş kuran yaşlı derviş, gelip geçene gelecekten haber verir gibi seslenip duruyordu; “Ey yolcu, bil, her şeyin bir zamanı var şu kubbenin altında. Ağlama zamanı, gülme zamanı, boğuşma zamanı, barış-ma zamanı. Ey yolcu, sabret! Tanrı’dan sakın kesme umudu!”
Birisi yarı İlk ta Tanrı kavramı bu üçlünün (baba. oğul ve kutsal ruh)
bileşiminden oluşur.
Bâb Azun’a iki fersah uzaklıktaki kurumaya yüz tutmuş bir dereden su almak üzere eşeğimin sırtına iki tulum bağlarken, rıhtıma doğru koşuşan kalabalığı fark ettim. Uzaktan, deniz tarafından gelen top atışlarım duyunca da eşeği bırakıp limana koştum. Bayraklarla donatılmış iki kadırganın çekip getirdiği bîr teknenin yaklaşmasını sabırsızlıkla bekleyen her ırktan, her renkten tüccar, armatör, hamalın ortasında, katırların üstüne oturtulmuş tahtıravanlarda kaykılan çıtkırıldım kadınlara da rastlamak mümkündü. Mücevherlerini satıp vurguna çıkan gemilerin donanımına katkıda bulunan bu hanımlar başta olmak üzere bütün bu cemaatin ganimette payı vardı.
Gelenler demir atıp kıçın kıçın iskeleye yanaştılar. Bundan sonra neler olacağını ezbere biliyordum. Önce reis görünecekti, peşinden emektar mürettebatı: reisin yardımcıları, topçular, dülgerler, kalafatçılar, cerrahlar ve kâtip. Ardından eve dönüşün en dokunaklı anı; hürriyete kavuşan mahkûmlar kurtuluş toprağını öpmek üzere secdeye varırken zincirlerle birbirine bağlı Hıristiyan tutsaklar ağanın sarayına doğru yola koyulacaktı.
Evet, hatırlıyorum, olaylar farklı gelişti o gün. Reis göründü. Cafer adındaki yaşlı kurt iskeleye adım attı, kendisini kutlayan halkı selamladı, sırmalı çavuşun kulağına bir şeyler fısıldadı, töreni, kuralları hiçe sayarak Saray’a doğru çekip gitti. Rıhtıma yığılmış cemaatin şaşkın bakışları suda salınan sessiz tekneleri sorgulamaya koyuldu. Dönüşü, kavuşmayı, şenliği hiçe sayacak kadar acil ne olabilirdi? Ne vardı?
Baharın, yazın, denizlerin dört bir ucunda av peşinde koştuğumuz altı ay boyunca dahi yirmi sıralı çekdirisini bakıma almak için daima elverişli bir yer bulurdu reisim Uluç Ali. Sonbaharda karaya döndüğümüzden beri, konfordan, bezekten yoksun olmasına karşın dalgacıkların üzerinden deniz kırlangıcı misali uçup giden kaygan teknesini karaya çekip kalafata almış, hemen yarın denize açılacakmış gibi en küçük ayrıntılarını gözden geçiriyordu.
– Reis?
– Evet biliyorum, duydum, diye kesti sözümü. Cafer değil mi gelen?
Yanılmamıştı, Cafer denen reisin toplan fazla doldurduğundan dem vururdu her zaman.
– Eli boş mu dönmüş?
– Hayır, çekdiriye benzer bir tekne yakalamış. Katalan olsa gerek.
Başını sallayıp halata kuvvetlice asıldı:
– Gördün mü? Zincirden kurtulan mahkûmların hepsi Müslüman mı?
– Bilmem, görmedim Reis.
– Hadi, git bak! Bak bakalım kürekten kurtulanlar arasında bir papaz eskisi gözüne ilişir mi?
Durduğumu görünce çıkışıverdi:
– Hadi koca sersem, koştur!
Bana kalsa, öncelikle arayacağım kişi Emilya adında, mavi gözlü bir kızdı. Sırrımı, umudumu kendime sakladım.
– Reis! Cafer Reis sağa sola bakmadan Saraya doğru gitti. Müslüman, gâvur… kimse bir şey görmedi.
Halatı kazığa bağlarken bir kuşku belirdi Reis’in ter boşalan yüzünde:
– Sen eşeği al götür. Git beni evde bekle, diyerek şalvarını silkeledi, cepkenini giyindi, bir acele Saray’a doğru yollandı.
Onu ancak bana yıllar kadar uzun gelen günlerden sonra görecektim.
Barbaros Hayreddin’in Padişah’ın donanmasına kaptan-ı derya tayin olunmasından beri, Cezayir kentini o büyük adamın bir zamanlar kölesi, sonraları evladı, mirasçısı payesine erişen Hasan yönetiyordu. Sardînya adasında doğmuş.
sonradan Müslüman olmuş bu eski tutsak, kıvrak zekâsı ile yedi yıldır bu çalkantılı toplumun düzenine nezaret ediyordu. Cafer’in gelişinin ertesi günü, cemaat öğle namazı için camiye vardığında endişe verici haber imamlar aracılığıyla ümmete duyuruldu: Mevsimin geçmekte olmasına rağmen Cebelitarık’tan Cenova’ya denizlerde kol gezen azametli kâfir filoları Cezayir kentini hedef alan bir güç birliğine işaret ediyordu. Olası bir kuşatmaya Allah’ın emriyle karşı durmak gerekecekti yakında.
Kâfire lanet yağdıran millet müezzinin boğazında düğümlenen ezanda gözlüyordu kaderi.
İlk şaşkınlık anı geçtikte, durgunluk karmaşaya dönüştü. Çığırtkanlar gâvuru boğazlanacak adak gibi surların dibine çeken Tanrı’nın niyetini mahalle mahalle yaymaya koyuldular. Adalet kılıçlı, kurtuluş akacak kana bağlıydı. Kent aniden dumana tutulmuş an kovanına benzedi. O zamana kadar özgürce dolaşan köleler hamamlara kapatıldı. Erkekler damdan dama atlayarak çoluk çocuğu toparlamaya çalışıyor, kadınlar pürtelaş ipteki çamaşırları topluyor, kerpiç duvarlar ele geçirilmesi imkansız kalelerini^ gibi, her şey içeri almıyor, kapılar sürgüleniyordu. Haberi duyup köyden kente akın eden kalabalık, köleleri, hayvanları. arabalarıyla sur kapılarını tıkıyor, herkes birbirini arıyor, aileler, din, ırk, sınıf ayrımı gözetmeksizin toplanıyor ve çıkar hesaplan, insanlar arası kardeşliğin gerçek kaynağı korkunun karşısında gündemden düşüyordu.
iki gün sürdü bu korkulu bekleyiş. Reis bana talimat bırakmadan ortadan yok olmuştu. Sokakları arşınlıyordum, kalbim sıkışık. Beyaz evlerin düz damlarından çocuk cıvıltıları, buğday serip toplar, yatak kurup katlarken damdan dama gevezelik eden kadınların sesi duyulmuyordu artık. Bedesten meydanında Mağripli süvariler palaları biliyor, siviller, deve, eşek, ellerinde ne varsa askerlere cephane taşıyor, kimi okunu yayını, kimi mızrak veya piştovunu kapıp surlara tumanı…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıMühtedi / Kiliseden Camiye
- Sayfa Sayısı355
- YazarOsman Necmi Gürmen
- ISBN9758859566
- Boyutlar, Kapak 13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviKANAT KİTAP / 2007
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Safahat-ı Kalp ~ Şair Nigâr Hanım
Safahat-ı Kalp
Şair Nigâr Hanım
Ah, bu acı içinde kıvrandıran sessizlik! Sen onun ne demek olduğunu bilirsin değil mi? O hassas kalbin elbette defalarca bu hale düşmüştür. Ona bir...
- Esir Kalpler ~ Nahit Gür
Esir Kalpler
Nahit Gür
Yıkılan bir imparatorluk, Can çekişen bir konak, Yasak bir aşk… Onlarınki Osmanlı’nın en yasak aşkıydı! “Sevmek acı bir arzudur bazen. Seversin ama karşındaki seni...
- Son Masal ~ Levent Kent
Son Masal
Levent Kent
11. yüzyılda çağın üç dâhi delikanlısı aynı mektebe giderler ve birbirlerinden ayrılmadan önce bir ant içerler. Her kim daha önce bir mevkiye gelirse diğerlerini...