Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Muhbir
Muhbir

Muhbir

Joseph Conrad

Dünya edebiyatında “denizlerin yazarı” olarak ün yapmış olan Joseph Conrad’ın Muhbir adlı bu kitabındaki ilk iki hikâye, yine denizdeki yaşama odaklanırken, diğer altısı, Conrad’ın…

Dünya edebiyatında “denizlerin yazarı” olarak ün yapmış olan Joseph Conrad’ın Muhbir adlı bu kitabındaki ilk iki hikâye, yine denizdeki yaşama odaklanırken, diğer altısı, Conrad’ın küresel ve deneysel bir bakış açısıyla yazdığı hikâyeler niteliğini taşıyor. Kitaba adını veren “Muhbir” öyküsü, Londra’da geçen özellikle İngiliz burjuvazisinin yaşadığı bir çevrede anarşist fikirlerin ve militanlığın oluşmasını aktarırken, dünyanın her yerinde örnekleri görülen hain bir muhbirin açığa çıkarılmasını irdeliyor. Conrad’ın romancılıktaki ustalığının izleri olan ve ilhamını, yazarın deyişiyle “gerçeğin ta kendisi”nden alan bu öyküler, deniz ve kara yaşamını kaynaştırması açısından ayrı bir önem taşır.

İÇİNDEKİLER

Gençlik …………………………………………………………………… 11
Gizli Ortak………………………………………………………………. 59
Lagün……………………………………………………………………. 117
Gelişmenin İleri Karakolu ………………………………………… 137
Geri Zekâlılar…………………………………………………………. 171
Muhbir………………………………………………………………….. 203
Il Conde………………………………………………………………… 235
Düello…………………………………………………………………… 257

GENÇLİK

Bu olayın, deyim yerindeyse erkeklerin ve denizin iç içe geçtiği İngiltere’den, denizin birçok erkeğin hayatına girdiği ve erkeklerin seyahatlerde ya da eğlence veya ekmek parası peşinde koşarken deniz hakkında az çok bir şeyleri ya da her şeyi öğrendikleri İngiltere’den başka bir yerde yaşanması mümkün değildi.

Üzerinde duran şişeyi, kırmızı şarap kadehlerini ve dirseklerimizin üzerine eğildikçe suratlarımızı yansıtan maun bir masanın etrafında, bir şirket müdürü, bir muhasebeci, bir avukat, Marlow ve ben oturuyorduk. Müdür, vaktiyle Conway1 adlı gemide miçoluk yapmış, muhasebeci donanmada dört yıl boyunca görevde bulunmuş, avukat –çok eski bir Muhafazakâr Parti üyesi, Katolik törenlerinin devamını savunan bir Anglikan Kilisesi mensubu, eski dostların arasında en iyisi, onur konuğumuz– posta vapurlarının en az iki direk üzerinde dört köşe seren yelkenleri taşıdığı ve direğin hem alt hem üst kısımlarında cunda yelkenlerinin fora edilip elverişli muson rüzgârlarını arkalarına alarak Çin Denizi’ne indiği o eski güzel günlerde, The Peninsular & Oriental Steam Navigation1 şirketinin gemilerinde ikinci kaptanlık görevi üstlenmişti. Hepimiz denizci olarak hayata atılmıştık. Beşimizin arasında denizin getirdiği güçlü bağ ve ayrıca meslektaşlık dayanışması vardı; yatçılık, deniz seyahati ya da benzeri bir merak ne kadar tutkulu olursa olsun böyle bir bağ sağlayamaz, zira bunlar sadece hayatın eğlenceleridir; oysa deniz ve denizcilik hayatın ta kendisidir.

Marlow (en azından ben ismini bu şekilde yazdığını düşünüyordum), bir yolculuğun hikâyesini ya da daha çok yolculuk sırasında yaşanan ilgi çekici olayları aktardı: “Evet, Doğu denizlerinin küçük bir bölümünü gördüm; fakat aklımda en çok yer eden, oraya yaptığım ilk yolculuk. Bilirsiniz, hani bazı yolculuklar vardır ki sanki yaşamı örneklerle açıklamak için ısmarlanmış gibidir ve bir varoluşu simgeler. Bir şeyler başarmak için mücadele verirsiniz, çalışırsınız, alın teri akıtırsınız, ölümle burun buruna gelirsiniz, bazen gerçekten de hayatınızdan olursunuz; ama gelin görün ki başaramazsınız. Sizin yaptığınız bir hatadan dolayı değil hem de. Ne büyük ne de küçük hiçbir işin üstesinden gelebilirsiniz: yaşlı bir kız kurusuyla evlenmeyi ya da 600 tonluk kör olası bir kömür yükünü varış limanına teslim etmeyi dahi beceremezsiniz. Neresinden baksan hatırlanmaya değer, unutulmaz bir maceraydı. Doğu’ya yaptığım ve üçüncü kaptanlık görevini üstlendiğim ilk yolculuktu; gemi kaptanının da ilk kaptanlık deneyimiydi. Zamanı da gelmiş geçiyordu hani. Adam en az altmış yaşındaydı; biraz kamburca, ama geniş omuzlu ve ufak tefek biriydi; bir bacağı diğerine göre daha eğriydi ve çoğunlukla tarlalarda çalışan adamlara has, tuhaf bir çarpıklık vardı dış görünümünde. Burnu kanca gibiydi. Çenesi ve burnu, kafatasının içine göçmüş gibi duran ağzının üzerinde neredeyse birbirine değecekmiş gibi duruyordu. Tüm bu görüntüyü, kırçıl ve kabarık, adeta üzerine kömür tozu serpilmiş ham pamuk gibi duran saçlar çevreliyordu. Yaşlı suratındaki mavi gözleri, şaşırtıcı bir şekilde bir çocuğun gözlerindeki ifadeye; bazı sıradan adamların, ender görülen bir tevazu kabiliyetinin ve dürüst kişiliklerinin bir yansıması olarak hayatlarının sonuna kadar muhafaza ettikleri o içten ve samimi bakışlara sahipti. Beni gemiye kabul etmesinde rol oynayan şey neydi merak ediyordum. Avustralya bandıralı bir sürat yelkenlisindeki güverte zabitliği görevinden yeni ayrılmıştım ve anlaşılan o ki, kaptan bu gibi yelkenlilerin fazla asil ve gösterişli olduğu gibi bir önyargıya sahipti. ‘Bu gemide çalışmak zorunda kalacaksın, bunun farkındasın değil mi?’ demişti bana. Ben de görev aldığım her gemide çalışmak zorunda kaldığımdan söz edince, ‘Evet ama bu farklı ve siz, beyler büyük gemilerde bulundunuz… ama yine de, sanırım altından kalkabilirsin. Yarın gel, başla.’

Ertesi gün gemiye çıktım. Aradan yirmi iki yıl geçmiş; henüz yirmi yaşındaydım. Zaman nasıl da geçiyor! Hayatımın en mutlu günlerinden biriydi. Ne garip! İlk kez üçüncü kaptan oluyordum, tam anlamıyla sorumluluk sahibi bir gemi zabiti! Önüme servet yığsalar da yeni görevimden vazgeçmezdim. İkinci kaptan beni dikkatle süzdü. O da yaşlı bir adamdı ama farklı bir tipti. Burnu kemerliydi ve kar beyazı, uzun bir sakalı vardı. İsmi Mahon olmasına karşın Mann diye telaffuz edilmesi gerektiğinde ısrarcıydı. Sıkı bağlantıları vardı ama şansı yaver gitmediğinden asla kaptanlığa terfi edememişti.

Kaptana gelince, yıllarca kıyı ticaret gemilerinde, sonra da Akdeniz’de görev yapmış ve en son olarak da Batı Hint ticaret gemilerinde bulunmuştu. Burunların etrafından dolaşmışlığı yoktu. Yarım yamalak bir elyazısı vardı ve aslına bakılırsa asla yazı yazmayı umursamıyordu. Her ikisi de adamakıllı iyi denizcilerdi elbette ve bu iki yaşlı gemicinin yanında, iki büyükbabası arasında duran küçük bir çocuk gibi hissediyordum kendimi.

Judea ismindeki gemimiz de yaşlıydı. Garip bir isim, değil mi? Wilmer ya da Wilcox ya da ona benzer bir ismi olan birine aitti; fakat adamcağız bu geçtiğimiz yirmi yıl içerisinde iflas etmiş ve ölmüş. O yüzden adı çok da önemli değil. Gemi, Londra tersanelerinin en doğusundaki havuzda çok uzun bir zamandır yatıyordu. Ne halde olduğunu tahmin edebilirsiniz. Her yanı pas tutmuş, toz ve kir içindeydi. Üst kısımları is ve kurumla kaplı, güverteleri pisliğe batmış bir haldeydi. Ben ise, sanki bir saraydan çıkıp yıkık bir kulübeye girmiş gibiydim. Judea yaklaşık 400 tonluk bir gemiydi, ilkel bir bocurgatı vardı ve kapı sürgüleri ahşaptı. Geminin en ufak bir pirinç aksamı yoktu ve kıç tarafı, kare biçiminde büyük bir alandı. Bordasında büyük harflerle yazan isminin altında, altın yaldızla işlenmiş birçok süsleme ve üzerinde bir nevi arma bulunan ‘Ölmek Var Dönmek Yok’ diye bir slogan vardı. Bu manzaranın son derece hoşuma gittiğini hatırlıyorum. Bunun içinde bir nebze romantizm ve bu yaşlı gemiyi sevmemi sağlayan, gençliğime hitap eden bir şeyler vardı!

Bangkok’a nakletmek amacıyla bir kuzey limanında kömür yüklemek için Londra’dan kırma kumtaşı yüküyle ayrıldık. Bangkok! Heyecanlanmıştım. Altı yıldır denizdeydim, fakat sadece Melbourne ve Sydney’yi görmüştüm. Her ikisi de çok güzel, kendilerine has çekicilikleri olan yerlerdi. Ama Bangkok!

Yelkenlerimiz açık olarak Thames Nehri’nden çıktık. Gemide, Kuzey Denizi’nde çalışmış, Jermyn adında bir dümenci vardı. Bütün gün boyunca mutfağın civarında sallanıp ocağın önünde mendilini kurutarak işten kaytarmıştı. Görünüşe bakılırsa asla uyumuyordu. Ya geçmişte ya zaten başı derde girmiş ya da her an girecek bir havada, neşesiz, sıkıntılı bir adamdı ve burnunun ucunda sürekli parlayan bir gözyaşı damlası vardı. Bir şeyler ters gitmeyince mutlu olamıyordu. Gençliğime, sağduyuma ve denizciliğime itimat etmiyor ve bunu bir mesele haline getirip tavır koymak için bir sürü ufak tefek meseleye başvuruyordu. Sanırım haklıydı. Bana öyle geliyor ki, o zamanlar pek az şey biliyordum ve şimdi de çok daha fazlasını bilmiyorum; ama bugün dahi Jermyn denen o adama nefret besliyorum.

Yarmouth liman ağzına varmamız bir hafta sürdü ve ardından bir fırtınaya yakalandık. Yirmi iki yıl önceki o meşhur ekim fırtınası. Rüzgâr, yıldırım, sulu sepken, kar ve dehşetle köpüren bir denizle iç içe. Yükümüz ağır değildi; küpeştelerimizin parçalandığını ve güverteyi su bastığını söylersem sanırım vaziyetin ne kadar berbat olduğunu hayal edebilirsiniz. Fırtınanın ikinci gecesi gemideki yük, pruvanın rüzgâraltı tarafına kaydı. Bu arada Dogger Bank1 civarında bir yerlerde fırtınayla savrulan gemi yan yattı. Küreklerle ambara inip gemiyi düzeltmekten başka çaremiz yoktu. O devasa ambarın içi bir mağara kadar karanlıktı, mum yağına batırılmış ve kirişlere bağlanmış bezler titreşerek yanıyor, rüzgâr tepemizde uğuldayarak esiyor, yan yatmış gemi çılgınlar gibi çalkalanıyordu; Jermyn, kaptan, hepimiz ambara doluşmuş, bir yandan güçbela ayakta dururken, diğer yandan mezar kazıcılar gibi uğraşıyor ve kürekler dolusu ıslak kumu rüzgârüstü tarafına doğru atmaya çalışıyorduk. Geminin her sarsılışında, ellerinden kürekleri fırlayan tayfaların yere yuvarlandığı, loş ışığın altında hayal meyal seçilebiliyordu. Gemideki miçolardan biri, (iki miçomuz vardı) karşısındaki manzaranın tuhaflığının tesiri altında kalıp yüreği parçalanırcasına ağladı. Karanlığın içinde bir yerlerde hüngür hüngür ağlayıp zırladığını işitebiliyorduk.

Üçüncü gün fırtına dindi ve kuzeyden gelen bir römorkör yavaş yavaş bizi çekip toparladı. Londra’dan Tyne’a varmamız tam on altı günümüzü aldı! Tersaneye girdiğimizde boşaltma sıramız geçmişti ve bizi bir ay boyunca kalacağımız bir rıhtım babasına bağladılar. Mrs. Beard (kaptanın soyadı Beard’dı), yaşlı adamı görmek için Colchester’dan gelmişti. Gemide kalıyordu. Ayak işlerini yapan mürettebat ayrılmıştı ve gemide sadece zabitler, bir miço ve Abraham diye çağırınca gelen Zenci Beyaz melezi bir kamarot kalmıştı. Mrs. Beard, yanakları bir kış elması gibi kıpkırmızı, yüzü kırış kırış, yaşlı bir kadındı ama bir genç kız endamındaydı. Beni düğme dikerken görmüş ve gömleklerimin söküklerini tamir etmek için ısrarcı olmuştu. Sürat yelkenlilerinde tanıdığım kaptan eşlerinden farklı biriydi. Ona gömleklerimi götürünce, ‘Peki ya çoraplar? Eminim onları da yamamak gerekir. John’un –Kaptan Beard’ın– her şeyi düzenlenip tertiplendi. Başka işler varsa seve seve yaparım,’ dedi. Tanrı o yaşlı kadını kutsasın. O, kıyafetlerimi elden geçirirken ben de o arada ilk kez Thomas Carlyle’ın Sartor Resartus: The Life and Opinions of Herr Teufelsdröckh’ü (Sartor Resartus: Bay Teufelsdröckh’ün Yaşamı ve Düşünceleri) ile Yüzbaşı Frederick Gustavus Burnaby’nin Ride to Khiva: Travels and Adventures in Central Asia (Khiva’ya Yolculuk: Orta Asya’da Yolculuklar ve Maceralar) adlı eserlerini okudum. İlk kitabın büyük bir bölümünü o vakit okuduğumda pek anlamamıştım; fakat o dönemde askeri, filozofa tercih ettiğimi hatırlıyorum; bu, hayatın da doğruladığı bir tercihti. Biri adamdı ve diğeri de ya daha fazlası ya da daha azıydı. Ne var ki her ikisi de yaşamını yitirdi ve Mrs. Beard de artık hayatta değil ve gençlik, güç, deha, düşünceler, başarılar ve alçakgönüllüler, hepsi ölüp gidiyor… Önemi yok.

En sonunda bizim yüklememizi de yaptılar. Gemiye yeni mürettebat aldık. İşinin ehli sekiz denizci ve iki miço. Tersaneden çıkmaya hazırdık ve ertesi gün denize açılıp yolculuğumuza başlamak umuduyla bir akşam, geminin yönünü değiştirip burnunu havuzunun kapılarındaki şamandıralara doğru çevirdik. Mrs. Beard de, gece geç saatte kalkacak bir trene binip evinin yolunu tutacaktı. Gemi yola koyulunca çay içmeye gittik. Yemek boyunca hepimiz sessizce oturduk. Mahon, iki yaşlı denizci, bir de ben. Yemeği diğerlerinden önce bitirip sigara içmek için masadan sıvıştım. Kamaram, hemen pupanın karşısında bir güverte kamarasıydı. Deniz kabarmıştı ve serin bir esintiyle birlikte hafif yağmur serpiştiriyordu; havuzun çifte kapısı açıldı ve parlak ışıklar saçan projektörlerini açmış, çarkları dönerek büyük bir şapırtıyla su sıçratan, vinçleri büyük bir gürültüyle zangır zangır takırdayan buharlı kömür gemileri karanlıkta rıhtıma girip çıkmaya başladılar; rıhtımın baş tarafında insanlar koşuşuyor ve bağrışıyordu. Gecenin karanlığında, ön projektörlerin ışığının yukardan, yeşil ışıkların alçaktan süzülüşünü izlerken birden kızıl bir parıltı yüzümde şimşek gibi çaktı, kayboldu, yeniden ortaya çıktı ve öylece kaldı. Buharlı gemilerden birinin baş tarafı belli belirsiz bir karaltı gibi görünüp yaklaştı. Kamaradan aşağıya, ‘Yukarı çıkın, çabuk!’ diye bağırdım ve ardından uzaklardan birinin korku dolu bir sesle, ‘Durdurun şunu efendim,’ dediğini işittim. Bir çan sesi geldi. Bir başkası, uyaran bir sesle, ‘Yelkenli tekneye çarpmak üzereyiz efendim!’ diye haykırdı. ‘Tamam, tamam,’ diye kaba ve sevimsiz bir cevap geldi bu çığlığa ve hemen ardından buharlı gemi baş tarafıyla, pupa donanımlarımızın olduğu noktadan bodoslama çarptı bize. Bir an bir karışıklık yaşandı, insanlar çığlık çığlığa sağa sola koşuştular. Buhar gürledi. Sonra birinin, ‘Tehlike geçti efendim,’ dediği duyuldu. Aynı sevimsiz, boğuk ses, ‘Hepiniz iyi misiniz?’ diye sordu. Hasarı görmek için baş tarafa sıçradım ve, ‘Sanırım iyiyiz,’ diye seslenip karşılık verdim. Boğuk ses, ‘Yavaşça tornistan edin,’ dedi. Yine çan sesi işitildi. ‘Hangi buharlı gemi o?’ diye bağırdı Mahon. Yelkenlimize çarpan buharlı gemi, bizim için o an itibarıyla manevralar yaparak biraz uzaklaşan koca bir gölgeden ibaretti sadece. Bize doğru bağırarak, geminin ismini söylediler, Miranda ya da Melissa veya ona benzer bir kadın ismiydi bu. Lambaları tutup darmadağın olmuş parmaklıkları ve parçalanmış prasyaları dikkatle incelerken, Mahon bana dönüp, ‘Bu sevimsiz, berbat deliğin içerisinde bir ay daha kaldık demektir,’ dedi. ‘Bu arada kaptan nerede?’

Tüm bu zaman zarfında kaptanın ne sesini duymuş ne de onu görmüştük. Bakmak için kıç tarafa gittik. Havuzun ortasında bir yerlerden hüzünlü bir ses yükseldi: ‘Judea, buradayım!’ Nasıl gitmişti ta oraya? ‘Neredesiniz?’ diye bağırdık. ‘Filikanın içinde sürükleniyorum, kürekler yok,’ diye haykırdı. Gecikmeli de olsa bir kayıkçı gelip yardımcı olabileceğini söyledi ve Mahon, iki buçuk şilin karşılığında kaptanın filikasını bordaya çekmesi için onunla pazarlık yaptı; fakat merdivenden ilk çıkan Mrs. Beard’dı. Neredeyse bir saattir havuzda, o soğuk, atıştıran yağmurun altında filikayla gezinip duruyorlardı. Hayatımda hiç bu kadar şaşırmamıştım.

Anlaşılan o ki, kaptan, ‘Yukarı çıkın,’ diye bağırdığımı duyunca meseleyi derhal anlamış, karısını kapıp güverteye çıkmış ve koşarak merdivene bağlı filikaya atlamış. Altmış yaşında biri için hiç de fena değil doğrusu. O ihtiyarın yaşlı karısını –hayatının kadınını– kollarına alıp onu kahramanca kurtardığını bir düşünsenize. Kadını filikanın oturma tahtasına koyup kendisi de binmeye hazırlanırken filika bağlama halatı çözülüp her nasılsa akıntıya kapılmış ve birlikte havuza sürüklenmişler. Elbette o karışıklıkta kaptanın bağırdığını duymadık. Mahcup bir hali vardı. Mrs. Beard ise neşeyle, ‘Sanırım treni kaçırmış olmamın bir önemi kalmadı artık,’ dedi. ‘Hayır Jenny. Aşağı in ve ısın,’ diye homurdandı kaptan. Sonra bize dönüp, ‘Bence bir denizci görev sırasında yanına karısını almamalı. Gördünüz işte, nasıl da geminin dışında buldum kendimi. Neyse ki bu sefer ucuz atlattık. Gidip şu sersem buharlı vapurun neyi ezdiğine bir bakalım.’

Çok büyük bir hasar yoktu; ama bizi üç hafta geciktirdi. Üç haftanın sonunda, kaptan, geminin temsilci firmasıyla meşgulken ben de Mrs. Beard’ın çantasını tren istasyonuna taşıdım ve onu üçüncü mevkide konforlu bir vagona yerleştirdim. Mrs. Beard camı indirip, ‘Sen iyi bir delikanlısın. Eğer John’u –Kaptan Beard’ı– geceleri boyun atkısız görürsen, boğazını sıkıca sarmasını hatırlat ona benim tarafımdan,’ dedi. ‘Elbette Mrs. Beard,’ diye karşılık verdim ben de. ‘Sen iyi bir delikanlısın; John’a – Kaptana– karşı ne kadar özenli olduğunu fark ettim.’ Tren birden hareketlendi; şapkamı çıkarıp yaşlı kadını selamladım: Onu bir daha görmedim… Şişeyi uzatsana. Ertesi gün denize açıldık. Bangkok’a doğru yola çıktığımızda Londra’dan ayrılalı üç ay olmuştu bile. Oysa biz, gemi dışında iki hafta falan geçireceğimizi umut ediyorduk.

Ocak ayıydı ve hava harikaydı. Güzel güneşli kış havasının yaza kıyasla daha büyük bir çekiciliği vardır, çünkü beklenmediktir ve ayazlıdır; ayrıca uzun sürmeyece-

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıMuhbir
  • Sayfa Sayısı376
  • YazarJoseph Conrad
  • ISBN9789750743160
  • Boyutlar, Kapak 12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2022

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Casus ~ Joseph ConradCasus

    Casus

    Joseph Conrad

    Casus ünlü İngiliz eleştirmen F. R. Leavis’den “kesinlikle bir klasik ve başyapıt” övgüsünü almış bir romandır. Conrad, bir dedektif öyküsü havası taşıyan bu romanda,...

  2. Karanlığın Yüreği ~ Joseph ConradKaranlığın Yüreği

    Karanlığın Yüreği

    Joseph Conrad

    J. Conrad bu harika ‘küçük’ romanda hayatının sonuna kadar sağlığını olumsuz etkileyecek olan korkunç anıların “yüreği” Kongo’ya yaptığı yolculuğu, Marlow’un ağzından anlatıyor. Conrad’ın farklı...

  3. Yarın ~ Joseph ConradYarın

    Yarın

    Joseph Conrad

    Küçük liman kenti Colebrook’ta Kaptan Hagberd hakkında bilinenler pek de onun hayrına sayılmazdı. Oraya ait değildi. Colebrook’a gizli saklı gerekçelerle yerleşmeye gelmemişti –zamanında bunlardan...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Altın Kanatlı Topçin ~ Ayla ÇınaroğluAltın Kanatlı Topçin

    Altın Kanatlı Topçin

    Ayla Çınaroğlu

    Mine ve gizemli arkadaşı küçük Topçin’in paylaştıkları sır neydi? Ormandaki o tuhaf günden sonra neden birdenbire bazı insanların alnında yeşil bir benek belirmeye başlamıştı?...

  2. Ceza Sömürgesi ~ Franz KafkaCeza Sömürgesi

    Ceza Sömürgesi

    Franz Kafka

    Kafka külliyatından seçilen biri kısa dört öykü, okuru, yazarın metaforlarla döşeli labirentler dünyasında heyecanlı ve alışılmadık bir okuma serüvenine davet ediyor. Okur, gerçek hayat...

  3. Boğaziçi’nde Balık ~ Gündüz VassafBoğaziçi’nde Balık

    Boğaziçi’nde Balık

    Gündüz Vassaf

    “İstanbul yıllardır bir simge arayışında. Bunun için reklam şirketlerine bile sipariş veriyor günümüzün aklıevvel politikacıları. Lale mi olsun, Kız Kulesi mi? Boğaz Köprüsü mü?...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur