Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Muhafızlar! Muhafızlar!
Muhafızlar! Muhafızlar!

Muhafızlar! Muhafızlar!

Terry Pratchett

“Dünyanın onca kentinde o kadar bataklık dururken, o ejderha benimkine uçtu… Ankh-Morpork! Yüz bin ruhtan oluşan kargaşa dolu bir şehir! Ve o sayının on…

“Dünyanın onca kentinde o kadar bataklık dururken, o ejderha benimkine uçtu… Ankh-Morpork! Yüz bin ruhtan oluşan kargaşa dolu bir şehir! Ve o sayının on katı kadar da bir nüfus…”

Yakın geçmişte, sonsuzluğun büyülü evrenine uğurladığımız Sir Terry Pratchett’ın, dünya çapında 85 milyonun üzerinde satan 41 kitaplık, kültleşmiş “DiskDünya” serisi, Büyünün Rengi, Fantastik Işık, Eşit Haklar, Mort, Hasbüyü, Ucube Kocakarılar ve Piramitler’ın ardından Muhafızlar! Muhafızlar! ile devam ediyor.

Niran Elçi’nin pürüzsüz Türkçesi ve Delidolu’nun özenli baskısıyla okurlarının beğenisine sunulan efsane dizinin sekizinci kitabı, envai çeşit ejderhanın, cücenin ve bakire kurbanın cirit attığı eski usul ama dâhice kurgulanmış klasik bir kara polisiyeye dönüşüyor.

Sarhoşların, hırsızların, sihirbazların, âşıkların, düşmanların, iyilerin ve kötülerin buluşma yeri olarak nam salan, DiskDünya’nın en büyük, en kalabalık ve en pis şehri Ankh-Morpork’a şimdi de davetsiz misafirler musallat oluyor.

Nereden geldiği belli olmayan ve kenti kendine hedef alan devasa ve ölümcül bir ejderhaya karşı tek umut; itibarı ancak büyüteç ile görülebilen muhafız teşkilatının, yani Bekçilerin komutanı, Yüzbaşı Sam Vimes’a bağlanıyor. Vimes, zımba gibi bir Bekçi. Tabii sadece ayık olduğu ve Lady Sybil Ramkin’le birlikte olmadığı zamanlarda…

Terry Pratchett, Muhafızlar! Muhafızlar!’da mizahın ve ironinin dozunu iyice yükselterek, “uyuşuk” ejderhaların Ankh-Morpork’un labirentvari ve tehlikeli sokaklarını nasıl birbirine kattıklarını gözler önüne sererken önemli bir noktaya değinmeyi de ihmal etmiyor. Kudretli bir ejderhayı çağırmak büyük bir sorumluluğu da beraberinde getirir.

DiskDünya serisi, hayal gücünün sınırlarını zorlayan kurgusunun yanı sıra kuantum fiziğinden sanayi devrimine, popüler kültür klişelerinden edebiyat ve sinema klasiklerine uzanan değişik kültür unsurlarına saygı duruşunda bulunarak gerçek dünyadaki pek çok konuyla dalga geçmesini bilen göz kamaştırıcı bir edebiyat harikası…

“Yalnızca rüyalarımızda tamamen özgürüz.
Diğer her an, bize maaş gerek.”

Ejderhaların gittikleri yer şudur: Dururlar… Ölü değil, uykuda değil. Beklemede de değil; çünkü beklemek, beklenti demektir. Muhtemelen aradığımız sözcük… …uyuşuktur. Uyuşuk halde dururlar. Ve kapladıkları uzam normal uzam gibi olmasa da, iyice sıkıştırılmışlardır. Orada bir pençe, bir tırnak, bir pul ya da bir kuyruğun ucu ile kaplanmış olmayan tek bir santimetreküp yoktur; bu yüzden bir ejderhanın insanda bıraktığı etki, o hileli çizimlerdeki gibidir: Sonunda gözleriniz, herhangi iki ejderha arasındaki boşluğun da aslında bir başka ejderha olduğunu fark eder. Bir konserve dolusu sardalye gibidirler yani; tabii eğer, sardalyelerin dev gibi, pullu, gururlu ve kibirli olduğunu düşünürsek. Ve muhtemelen bir yerlerde bir konserve açacağı vardır. Tamamen başka bir uzamda, şehirlerin en eskisi, en ihtişamlısı ve en kirlisi olan Ankh-Morpork’ta sabahın erken saatleriydi. Kurşuni gökyüzünden dökülen yağmur, ırmaktan yükselip sokaklarda kıvrılan sisi delerek ince ince yağıyordu. Muhtelif ırklardan sıçanlar, gecelere özgü işlerinin peşinde koşuşturuyordu. Gecenin ıslak pelerininin altında katiller katlediyor, soyguncular soyuyor, sürtükler sürtüyordu. Vesaire vesaire. Işıktan yapılmış tuhaf harfler, rutubetli havada, sokağın üstünde cızırdayıp renk değiştirirken; Gece Bekçileri’nin sarhoş yüzbaşısı Vimes, yavaş yavaş ve sendeleyerek sokakta yürüdü, karakolun dışındaki kanalizasyon oluğuna yavaşça yığıldı ve orada yatıp kaldı.

Bu şşşehir bir… bir… bir şeydi işte, adı her neyse. Şey… Kadın. Buydu işşşte, kadın. Kükreyen, kadim, yüzyıllar yaşında. Size umut veriyor, sizi kendisine şey ediyordu… âşık. Sonra da sizi şeyinizden tekmeliyordu… şeyinizden… Şey, ağzınızda olur hani. Dil. Bademcik. Diş. İşşşte bu, bunu yapıyordu o şey… şey, bilirsiniz, hanım köpek. Enik. Tavuk. Kancık. Ve sonra ondan nefret etmeye başlıyordunuz ve tam onu şeyinizden çıkardığınızı düşünürken, ee… şeyinizden, şey, her neyse. İşşşte o zaman, o koca gümbürtülü yüreğini size açıyor, şeyinizi kaybetmenize sebep oluyordu. Den, deng… dengenizi. Evet. İşşşte bu. Durduğunuz… ee… yattığınız yeri asla bilemiyordunuz. Emin olduğunuz tek şey, gitmesine izin veremeyeceğinizdi. Çünkü… çünkü o kadın, sahip olduğunuz tek şeydi; onun kanalizasyonunda yatıyor olsanız bile… Dünyanın en önemli sihirbazlık okulu Görünmez Üniversite’nin ihtiyar binalarını ıslak bir karanlık sarmıştı. Görülebilen tek ışık, yeni Yüksek Enerjili Büyü binasının minik pencerelerinden gelen hafif oktarin parıltısı idi. Orada keskin zekâlar, evrenin hoşlanıp hoşlanmadığına aldırmadan, onun dokusunu dürtüklüyordu.

Ve tabii bir de, Kütüphanede ışık vardı. Çokluevrende bulunan en büyük büyü metni koleksiyonu Kütüphanedeydi. Rafları, büyü ilmiyle ilgili binlerce cildin ağırlığı altında eğilmişti. Engin miktarda büyü, sıradan dünyayı ciddi bir şekilde çarpıtabildiğinden; Kütüphanenin normal zaman ve uzam kurallarına uymadığı söylenirdi. Onun sonsuzluğa uzandığı söylenirdi. Uzak raflarının arasında günlerce dolanabileceğiniz söylenirdi. Orada bir yerlerde, kayıp araştırmacılardan kabileler olduğu, unutulmuş kovuklarda tuhaf şeylerin gizlendiği ve o şeylerin daha da tuhaf başka şeylerle beslendiği söylenirdi.* Uzak ciltleri aramaya giden akıllı öğrenciler, küflü karanlıkların derinliklerine dalmadan önce arkadaşlarına, akşam yemeğine kadar dönmemeleri durumunda onları aramaya gelmelerini tembihler ve yürürken de raflarda tebeşir izleri bırakırlardı. Ve büyü en fazla, gevşek bir şekilde bağlanabildiğinden, Kütüphanedeki kitaplar, hamur haline getirilmiş odun ve kâğıttan biraz daha fazlasıydı.

Ciltlerinde ham büyü çıtırdıyor, topraklama olsun diye raflara çakılmış bakır raylardan yere akıyordu. Dolapların arasında soluk mavi ışıktan desenler sürünüyordu; kulaklara, tüneklerinde uyuyan bir sığırcık sürüsünden beklenebilecek bir ses, kâğıtsı bir fısıltı çalınıyordu. Sanki kitaplar, gecenin sessizliğinde birbirleriyle konuşuyordu.

Bir de, horlayan birinin sesi vardı. Raflardan gelen ışık karanlığı aydınlatmıyor, vurguluyordu. Fakat dikkatle izleyen biri, mor parıltıların arasında, merkez kubbenin altındaki eski ve aşınmış masayı ayırt edebilirdi. Horlama, masanın altından; lime lime battaniyelerin zar zor örtebildiği, kum torbalarından bir yığın gibi görünen ama aslında yetişkin bir erkek orangutan olan şeyden geliyordu. Kütüphaneciden. Bugünlerde onun bir orangutan olduğuna dikkat eden fazla insan kalmamıştı. Değişim, bir büyü kazası yüzünden gerçekleşmişti.

Bu kadar çok sayıda güçlü kitabın bir arada tutulduğu böylesine bir yerde, büyü kazaları her zaman olasılık dâhilindeydi; dolayısıyla adamın, ucuz kurtulduğu bile düşünülüyordu. Zaten şekli de, temelde değişmemişti. Oldukça iyi yaptığı işini sürdürmesine de izin verilmişti; gerçi ‘izin vermek’, doğru terim değildi belki de. Konunun bir daha açılmamasını sağlayan şey, üst dudağını yukarı kıvırabilme ve Üniversite Konseyinin daha önce karşılaştığı ağızlarda bulunmayan ölçüde sarı dişler gösterebilme yeteneği olmuştu. Ama şimdi bir başka ses daha vardı, gıcırdayarak açılan bir kapının yabancı sesi. Yerde ayak tıkırtıları yankılandı ve raf yığınlarının arasında kayboldu. Kitaplar kızgınlıkla hışırdadı ve büyük büyü kitaplarından ibaret bazı raflardaki zincirler şıngırdadı. Kütüphaneci, yağmurun fısıltılı ninnisi eşliğinde uyumaya devam etti. Bir kilometre ötede, oluğun kucağında yatan Yüzbaşı Vimes ağzını açtı ve şarkı söylemeye başladı. Siyah cübbeli bir şekil kapı eşiklerinde gizlenerek gece yarısı sokaklarında koşturdu ve korkunç görünüşlü haşin bir kapıda durdu. Başka hiçbir kapı, çaba göstermeden bu kadar ürkütücü görünemez gibiydi. Sanki bir tasarımcı çağrılmış ve kendisine şu talimatlar verilmişti: Kara meşeden yapılmış tekinsiz bir şey istiyoruz. Bu yüzden kemerin üzerine nahoş bir canavar başı koy; kapı, bir devin ayak sesini andıran bir sesle kapansın ve zile basıldığında da bu kapının ‘ding-dong’ yapmayacağını herkes anlasın. Parmaklarıyla, koyu renk ahşap üzerinde karmaşık bir kod tıkırdattı. Küçük ve mazgallı bir kapak açıldı ve bir çift şüpheli göz dışarıya baktı. “Mühim baykuş gecenin içinde ötüyor,” dedi ziyaretçi, cübbesini sıkıp suyunu çıkarmaya çalışarak. “Lâkin efendisiz adamlara hüzünle giden pek çok kurşuni bey var,” dedi parmaklığın arkasındaki ses, törensel bir biçimde. “İhtiyar bakirenin kız kardeşinin kızı yaşasın,” diye karşılık verdi üzerinden su damlayan şekil.

“Cellat için, tüm diz çökenler aynı boydadır.”
“Fakat gül, aslında dikenin içindedir.”
“İyi anne, yaramaz oğlu için fasulye çorbası yapıyor,” dedi kapının arkasındaki ses.
Yalnızca yağmurun bozduğu bir sessizlik oldu.
“Ne?”
“İyi anne, yaramaz oğlu için fasulye çorbası yapıyor.”
Bir uzun sessizlik daha oldu. Sonra ıslak şekil, “Kötü inşa edilmiş kulenin, bir kelebeğin geçişiyle şiddetle sallanmadığından emin misin?”
“Evet. Fasulye çorbası. Üzgünüm.”
Yağmur, utanç dolu sessizliğin içinde amansızca hışırdıyordu.
“Ya kafesteki balina?” dedi sırılsıklam ziyaretçi, yağmura karşı korkunç kapının yetersiz korumasına sığınarak.

“Ne olmuş ona?”
“Hatırlatmam gerekiyorsa, engin derinlikler hakkında hiçbir şey
bilmemeli.”
“Haa, kafesteki balina. Sen Abanoz Gecenin Bilgilendirilmiş Biraderlerini arıyorsun. Onlar üç kapı aşağıda.”
“Siz kimsiniz?”
“Biz, ‘Ee’nin Aydınlanmış ve Kadim Biraderleri’yiz.”
“Ben sizi Pekmez Sokak’ta sanıyordum,” dedi ıslak adam bir
süre sonra.
“Şey, evet. Bilirsin… O salonu salı günleri, Oyma İşleri Kulübü
kullanıyor. Bir karışıklık oldu da.”
“Öyle mi? Neyse, yine de teşekkürler.”
“Bir şey değil.” Küçük kapak güm diye kapandı.

Cübbeli şekil, kapağa bir an için dik dik baktı, sonra suları
şapırdatarak tekrar sokaktan aşağı yürüdü. Gerçekten de orada
bir başka kapı daha vardı. Mimar, tasarımı değiştirmeye zahmet
etmemişti.
Kapıyı çaldı. Küçük ve mazgallı kapak hızla açıldı.
“Evet?”
“Bak, ‘Mühim baykuş gecenin içinde ötüyor,’ tamam mı?”
“Lâkin efendisiz adamlara hüzünle giden pek çok kurşuni bey
var.”
“İhtiyar bakirenin kız kardeşinin kızı yaşasın.”
“Cellat için, tüm diz çökenler aynı boydadır.”
“Fakat gül, aslında dikenin içindedir. Yağmur gerçekten pis
yağıyor, farkında mısın?”
“Evet,” dedi ses, bunu gerçekten bilen ve yağmur altında durmayan birinin ses tonuyla.
Ziyaretçi içini çekti.

“Kafesteki balina engin derinlikler hakkında hiçbir şey bilmez,” dedi. “İstediğin buysa.” “Kötü inşa edilmiş kule, bir kelebeğin geçişiyle şiddetle sallanır.” Ziyaretçi, kapıdaki mazgalları kavradı, kendini yukarı çekti ve tısladı: “Beni içeri al artık, sırılsıklam oldum.” Bir başka ıslak sessizlik oldu. “Şu derinlikler… engin mi dedin, dingin mi?” “Engin, dedim. Engin derinlikler. Bilirsin, derin olduklarından. Benim yahu, Uzunel Birader.” “Ben dingin dedin gibi duydum,” dedi görünmez kapıcı ihtiyatla. “Bak, şu lanet kitabı istiyor musun istemiyor musun? Bunu yapmak zorunda değilim. Evde, yatağımda olabilirdim.” “Engin olduğundan emin misin?” “Dinle, lanet derinliklerin ne kadar derin olduğunu biliyorum,” dedi Uzunel Birader telaşla. “Sen lanet bir çömezken bile biliyordum ne kadar engin olduklarını.

Artık şu kapıyı açacak mısın?” “Neyse… tamam.” Çekilen sürgülerin gürültüsü geldi. Sonra arkadaki ses konuştu. “Biraz ittirir misin? Eğitimsizlerin Geçemeyeceği Bilgi Kapısı, hava rutubetliyken fena sıkışıyor.” Uzunel Birader omzunu dayadı, ittirip geçti, Kapıcı Birader’e pis pis baktı ve içeriye seğirtti. Diğerleri İç Mabette, uğursuz görünüşlü ve siyah başlıklı cübbeler giymeye alışık olmayanların mahcup havası içinde bekleşiyorlardı. En Üstün Âli Üstat, ona başını salladı. “Uzunel Birader, değil mi?”

“Evet, En Üstün Âli Üstat.”
“Getirmek için gönderilmiş olduğun şeyi getirdin mi?”
Uzunel Birader paketi cübbesinin içinden çıkardı.
“Tam da dediğim yerdeydi,” dedi. “Hiç sorun çıkmadı.”
“İyi iş çıkardın, Uzunel Birader.”
“Teşekkür ederim, En Üstün Âli Üstat.”

En Üstün Âli Üstat, dikkatleri üzerine çekmek için tokmağını vurdu. Odadakiler ayak sürüyerek bir tür çember oluşturdu. “Bilgilendirilmiş Biraderlerin Benzersiz ve Yüce Loncasını düzene davet ediyorum,” dedi etkileyici bir sesle. “Bilgi Kapısı, sapkın ve bilgisizlere karşı sıkı sıkı kilitlendi mi?” “Yerine iyice sıkıştı,” dedi Kapıcı Birader. “Rutubet yüzünden. Gelecek hafta bir marangoz rendesi getiririm ve çabucak…” “Pekâla, pekâla,” dedi En Üstün Âli Üstat sinirle. “Basit bir ‘evet’ yeterdi. Üçlü Çember, gerektiği gibi güzelce çizildi mi? Buradakilerin hepsi Mevcut mu? Bilgisiz biri burada Mevcut olmasa iyi olur, aksi halde buradan alınıp götürülür, gaskini kesilir, moulesi dört rüzgâra saçılır, velçeti kancalarla paramparça edilir ve figgini bir kazığın ucuna geçirilir… evet ne var?” “Pardon, Bilgilendirilmiş Biraderler mi dedin?” En Üstün Âli Üstat elini kaldıran yalnız şekle dik dik baktı. “Evet, Bilgilendirilmiş Biraderler. Kutsal bilginin koruyucuları. Unutulmuş zamanlardan bu yana…” “Geçen şubat ayından bu yana,” dedi Kapıcı Birader yardımseverce. En Üstün Âli Üstat, Kapıcı Birader’in olayın havasına giremediğini hissetti. “Pardon. Pardon. Pardon,” dedi endişeli şekil. “Yanlış topluluktayım maalesef. Yanlış yerden dönmüş olmalıyım. Bana izin verirseniz, hemen giderim…”

“Ve figgini, bir kazığa geçirilir,” diye tekrarladı En Üstün Âli Üstat anlamlı anlamlı, Kapıcı Birader dehşet kapısını açmaya çalışırken çıkan ıslak tahta sesleri eşliğinde. “Bitti mi? Başka bir yere giderken yanlışlıkla kendini burada bulan başka bir bilgisiz daha var mı?” diye ekledi acı bir alaycılıkla. “Tamam. Güzel. Çok memnun olduk. Sanırım Dört Bekçi Kulesinin sağlama alınıp alınmadığını sormak çok fazla olur, değil mi? Ah, iyi. Ya Kutsallık Pantolonu, onu arındırmaya zahmet eden oldu mu? Ah, olmuş. Olması gerektiği gibi mi? Kontrol edeceğim, biliyorsunuz… Tamam. Ya pencereler, kadim tariflerde anlatıldığı gibi İdrakın Kırmızı Sicimleriyle bağlandı mı?

Güzel. Belki artık işe koyulabiliriz.” En Üstün Âli Üstat, gelininin evinde en üst raflardan birinde parmağını gezdirmiş ve tüm beklentilerine rağmen bir toz zerreciği bile bulamamış bir kaynananın hafif gücenik havasıyla işe koyuldu. Ne güruh ama, dedi kendi kendine. Başka bir topluluğun, üç metrelik Yetke Asasıyla bile dokunmayacağı bir avuç beceriksiz. Gizli el sıkışmaların en basitinde bile parmaklarını incitecek türden tipler. Fakat yine de, olasılıkları olan beceriksizler. Beceriklileri, umut verenleri, hırslıları, kendine güvenlileri; bırak diğer topluluklar alsındı! O, sızlananları ve kızgınları alacaktı; içi hınç ve kinle dolu olanları, bir fırsat tanınırsa büyük işler başaracaklarını bilenleri. Ona, ince beceriksizlik ve hafif paranoya barajları arkasında, zehir ve intikam suları biriktirenler lazımdı. Bir de aptallık. Hepsi yemin etti, diye düşündü En Üstün Âli Üstat, ama içlerinden biri bile ‘figgin nedir’ diye sormadı.

“Biraderlerim,” dedi. “Bu gece, tartışılması gereken derin konular var. Ankh-Morpork’un iyi yönetilmesi… hayır… geleceği bizim ellerimizde.” Hepsi daha yakına eğildi. En Üstün Âli Üstat, kudretin verdiği heyecanı hissetti. Hepsi onun ağzına bakıyordu. Bu, aptal cübbelere bürünmeye değen bir şeydi. “İyi insanlara ket vuruluyor; insanlar, sanal köleliğe mahkûm ediliyor! Şehir, ahlâksız kazançlarıyla gittikçe şişmanlayan yolsuz adamların büyüsü altında! Bunu bilmiyor muyuz?” “Kesinlikle biliyoruz!” dedi Kapıcı Birader hararetle, herkes duyduğu cümleyi tercüme etmek için zaman bulduktan sonra. “Daha geçen hafta, Fırıncılar Loncası’nda, Critchley Efendi’ye…” Buna göz teması denemezdi (çünkü En Üstün Âli Üstat, biraderlerin başlıklarının, yüzlerini gizemli bir karanlığa boğması konusunda ısrar etmişti) ama Üstat yine de öfkeli sessizliğiyle, Kapıcı Birader’i susturmayı başardı. “Lâkin bu hep böyle değildi,” diye devam etti Üstat. “Bir zamanlar, yönetmeye ve saygı görmeye lâyık olanların, adil bir şekilde ödüllendirildiği bir altın çağ yaşandı. Ankh-Morpork’un yalnızca bir şehir değil, muazzam bir şehir olduğu bir çağ. Şövalyelerin çağı. Öyle bir çağ ki, bu… efendim, Bekçikulesi Birader?” Şişman, cübbeli bir şekil elini indirdi. “Kralın olduğu zamandan mı bahsediyorsun?” “Aferin, Birader,” dedi En Üstün Âli Üstat, bu sıra dışı zekâ gösterisi karşısında biraz sinirlenerek. “Ve…” “Ama bu, yüzyıllar önce halledildi?” dedi Bekçikulesi Birader. “Şu büyük savaş olmamış mıydı? Ve o günden beri bizi Ataerkler yönetiyor.”

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Savaş Naraları ~ Terry PratchettSavaş Naraları

    Savaş Naraları

    Terry Pratchett

    Diskdünya, topyekûn savaşın eşiğinde! Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya” serisinin ilk kez Türkçeye çevrilen yeni kitabı Savaş Naraları, içinde bulunduğumuz şu tuhaf günlerden ilham alırcasına,...

  2. Küçük Özgür Adamlar ~ Terry PratchettKüçük Özgür Adamlar

    Küçük Özgür Adamlar

    Terry Pratchett

    “Yapabilenler, yapamayanlar için yapmalıdır. Sesleri olmayanlar için, biri sesini yükseltmelidir.” Kolay kolay unutamayacağınız bir ders öğrenmeye hazır mısınız?.. Yakın geçmişte, sonsuzluğun büyülü evrenine uğurladığımız...

  3. Viran Şatodaki Ejderhalar ~ Terry PratchettViran Şatodaki Ejderhalar

    Viran Şatodaki Ejderhalar

    Terry Pratchett

    “Yıldırım ve şimşek aşkına!” Duyduk duymadık demeyin! Ejderhalar Viran Şato’yu işgal etti! Bir yeşil ejderha ailesi Viran Şato’yu kasıp kavururken binlerce kişi canlarını kurtarmak...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Uykuyayatanlar ~ Dorothee ElmigerUykuyayatanlar

    Uykuyayatanlar

    Dorothee Elmiger

    İsviçre edebiyatında, son dönemin en cesur ve sıradışı kalemlerinden biri olarak kabul edilen Dorothee Elmiger’in yeni romanı. Uykuyayatanlar, adını, sanayi devriminin ilk yıllarında kırsaldan...

  2. Natürmort ~ Josef WinklerNatürmort

    Natürmort

    Josef Winkler

    2008 yılında Almanca’nın en önemli edebiyat ödülü sayılan Georg Büchner Ödülü’nü kazanan Josef Winkler, Roma’da hayatın nabzının attığı yerlere götürüyor bizi. Bir yanda Vittorio...

  3. Nişanlıya Mektuplar 1820-1822 ~ Victor HugoNişanlıya Mektuplar 1820-1822

    Nişanlıya Mektuplar 1820-1822

    Victor Hugo

    Hugo’nun, Adèle Foucher ile acı, sevinç, kıskançlık ve mutluluk dolu yazışmalarının yer aldığı Nişanlıya Mektuplar, yazarın bir genç adam olarak portresini sunarken, tutkulu ve...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur