“Şimdilik gördüğü iki Doğu’yu da içine sindirememişti. Biri, sarayları bile ahşap barakalar gibi kuruveren, kanaatkâr olmaktan çok, aceleci bir Doğu’ydu; bir diğeri, aynı acelecilikle kayıp tarihi yakalama telaşına düşmüş, müsrif ve gösterişçi bir Doğu.” “Hiç açığa çıkmamış duyguların kentiydi İstanbul Liszt’in gözünde; hiçbir aralıktan sızmayacak, uluorta konuşulamayacak düşlerin ambarıydı. En azından, yorgun hamalların umutsuzlukla kendilerini seyrettiği tozlu sokaklara –o gün için– katlanabilmesinin yolu böyle bir olasılığı kabullenmesiydi.” 1847’nin haziran ayında dünyaca ünlü piyano virtüözü Franz Liszt bir dizi konser vermek üzere İstanbul’a gelir. Sarayda, konsolosluklarda ve seçkin konaklarda çalar.
Gittiği her yerde el üstündedir. Ancak ünlü piyanist, yolculuğun başında gemide tanıştığı ve “Erlkönig” adını taktığı tuhaf bir yabancının oyunlarına kapılıp kendini bir komplonun ortasında bulacaktır. Aynı günlerde genç bir müderris, Ahmet Cevdet, velinimeti saydığı Reşit Paşa’nın, görünüşte önemsiz bir meseleden ötürü kendisine darıldığını öğrenir. Paşa’nın gönlünü kazanmak için kayıp bir müsveddenin peşine düşer. Arayışı Ahmet Cevdet’i siyasetin kanlı sokaklarına sürükleyecektir. Müderris ve Virtüöz, 19. yüzyılın ortasından iki hikâyeyi, romantizmle gerçekçiliği birleştirerek iç içe sunuyor. Doğu ile Batı’nın ezeli ayrılığı, Avrupa’yı sarsan ilk devrimler, finans-kapital çekişmeleri, aşkın anlamı, geçmişle geleceğin savaşı, iktidarın çürüyen yüzü, kölelik ve gizli örgütler gibi katmanlarda bugüne seslenen bir tarih kurgusuyla, 19. yüzyıl romanı tadında bir dönem anlatısı.
Kişiler
Franz Liszt
Piyanist, kompozitör
Ahmet Cevdet Efendi
Reşit Paşa’nın himayesinde genç bir müderris
Vautrin
Franz Liszt’in, yolculuğun başında tanıştığı kişi
Süleyman Fehim Efendi
Ahmet Efendi’nin yakın dostu
Serâzer Hanım
Süleyman Fehim Efendi’nin kız kardeşi
Ali İhsan Ağa
Serâzer Hanım’ın oğlu
Akağa İsmail Efendi
Sultan Abdülmecit’in musahibi
Ester
Hıristiyanlığa geçmiş Musevi kökenli bir genç kadın
Baruh Efendi (Baruh Rotlewy)
Ester’in amcası
Arif Bey
Mızıka-yı Hümâyun’un Türk musikisi kısmına kayıtlı genç bir hanende
Keçecizade Fuat Efendi
Devlet adamı, Reşit Paşa’nın yol arkadaşı
A. Commendiger
Enstrüman ve müzik yayınları satıcısı; Macar
Jean Alleon
Zengin bir bankacının küçük oğlu; Fransız
Zwierkovski
Polonyalı devrimci, Mihal Çaykovski’nin sağ kolu
Mihal Çaykovski
Adampol’un (bugün Polonezköy) kurucusu
Thoros
Tebrizli bir Ermeni genci
Süleyman Molla
Şuhutlu medrese talebesi
Seyfullah Bey
Birgili medrese talebesi
Esircizade Kâmil Bey
Ahmet Cevdet’in bir tanıdığı
Marie Duplessis
Kamelyalı kadın; Liszt’in sevgililerinden biri
Marie d’Agoult
Liszt’in yakın zamanda ayrıldığı sevgilisi, çocuklarının annesi
Prenses Carolyn von Sayn-Wittgenstein
Liszt’in gelecekteki aşkı ve hamisi
İştahı kesilen tarih
Liszt’in İstanbul’a varmak üzere Galatz’dan gemiye binmesi – Karantina – Erlkönig ya da Vautrin – Marki de Pingret skandalı – Karadeniz üstünde Schubert – İstanbul’a tersten yaklaşmak – Altın Boynuz’un hüzünlü güzelliği.
1
1847’nin mayıs ayında Franz Liszt, İstanbul’a gidecek gemiye binmek üzere Tuna Nehri kıyısında Galatz’a vardığında, büyük bir sandalla, limana iki mil mesafedeki karantina bölgesine götürüldü. Otuz altı yaşındaydı. Nemli bir sıcaklık insanın takatini emiyor, baş ağrıtıyor, mide bulandırıyordu. Oturduğu yerde birazcık kaykılsa uyku bütün ağırlığıyla üstüne çöküyordu; gözlerini kapatmamak için kendini zorluyordu. Şehirlerin kolera, veba ve çiçek salgınlarıyla boğuştuğu o yıllarda, bir salgın durumu olmasa bile bu tür bunaltıcı uygulamalar en az çocuk ölümleri kadar sıradanlaşmıştı. Antibiyotiklerin icat edilmesine yaklaşık yüz yıl daha vardı. Tıp henüz berberlerin elinden tamamıyla sıyrılmamıştı ve salgınlara karşı düşünülebilen en etkili önlem, sınırları geçmek isteyen yolcuların bekletilmesiydi. Karantina bölgesi tek tük Çingene çadırlarının görüldüğü iki çıplak tepe arasındaydı. Ne denize bakıyordu ne de şehir merkezine… Yolcuların bekletildiği platform kalın halatların tuttuğu kütüklerden oluşan bir temelin üstünde yükseltilmişti.
Dört yanı boşluksuz, ahşap duvarlarla çevriliydi. Bu ucube yapının dar girişine basamakları toprağa gömülmüş kırık dökük bir merdivenden çıkılıyordu. Eski iskeleden sökülen keresteler çürük yosun kokusunu buraya kadar taşımıştı. Liszt, Avrupa’da kolera kadar şöhretli bir müzisyendi; ama kolera karşısında herkes gibi o da potansiyel hastalık taşıyıcısı bir canlı, bir et-kemik yığınıydı. Eşyalarının birkaç saat sıcak buharın içinde beklemesi gerekti: Karantina memurunun açıkladığına göre bu tütsüleme işlemi aslında en az altı saat sürmeliydi ama büyük piyaniste İngiliz Büyükelçisi’nin ricasıyla bir ayrıcalık tanınmıştı.
Karantina bölgesinde günlerce sürecek bekleyiş için derme çatma barakalar hazırlanmıştı; birkaçı dışında hepsi yolcuların ranzalarda yattığı koğuşlardı. Liszt, tek başına kalacağı birinci sınıf odalardan birine alınmasına karşın konforu oldukça kısıtlıydı: Yarım metre genişliğinde bir masa, bir tabure, yatağın üstünde temiz bir mat, çarşaf ve örtüler… Kanatlı küçük pencere gündüzleri içerisini aydınlatmaya ancak yetiyordu ama bu sayede, küçük oda güneşin insafına bırakılmış bu yapay düzlüğe göre oldukça serin kalıyordu. Karantina memurları Saray’da konser vermek üzere İstanbul’a gitmekte olan müzisyenin hayatını kolaylaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlardı; hiç değilse, günde bir kez uğrayıp bir isteği olup olmadığını soruyorlar, eh, çoğunlukla da Liszt’in ricasını nazikçe geri çeviriyorlardı. İstanbul’a doğru yola çıkmadan önce dokuz on gün beklenecekti; sürenin sonunda bezgin bir hekim bıyıklarını kaşıyarak Liszt’i gelişigüzel muayene edecek ve yola çıkması için gerekli izni mühürleyecekti. Her şeyin, suyun bile kısıtlı olarak verildiği kampta elbette bir piyano bulunmuyordu. “Keşke kemanınızı getirseydiniz” demişti memurlardan biri. Liszt, hiç değilse tütün konusunda hazırlıklıydı, bu sayede mide bulantısını bastırıyordu.
Not defterini, mektuplarının olduğu klasörü ve Goethe’nin Torquato Tasso’sunu masanın üstüne bırakıp yatağa uzandı; karantina memurlarının gösterdiği ezbere saygı sayılmazsa, bütünüyle şöhretsiz olduğu bu zorunlu tatil süresince, Woronince’de yeni gözdesi ve gelecek kırk yıl boyunca gayriresmi müstakbel eşi olacak Prenses Carolyn von SaynWittgenstein’a (kim bilir kaçıncı kez) vazettiği “sanatçının acıklı ama yüce yazgısı” üstüne düşünmek için zamanı olacaktı.
II
Yolcuların çoğu kamp alanına kurulmuş kameriyelerin gölgesinde çubuklarını tüttürüyordu. İstanbul’da ticaretle uğraşan Levantenler dışında birkaç kibirli Rus, insanın yakasına yapışınca bırakmayan geveze Rum ve Ermeniler… Liszt’i tanıyan çıkmamıştı; muhtemelen çoğuna rahatsız edilmek istemeyen bir asilzade gibi görünüyordu. Ayaküstü lafladığı birkaç kişiden, karantina doktorunun kimi yolcular için keyfi olarak süreyi uzatabildiğini öğrendi; Liszt, en geç bir hafta içinde bu mahpusluk durumundan kurtulmayı umuyordu ama kimilerinin bekleyişi şimdiden on günü aşmıştı ve ne kadar daha kalacakları belirsizdi. Akşam yemeğinden sonra bekçilerin kullandıkları dışında, fenerler söndürüldüğünde gece bütün pürüzsüzlüğüyle üstlerine örtülüyordu. Yıldızların dünyaya bu kadar yaklaştığına İtalya’nın kırlarında bile tanık olmamıştı. Antikçağlarda belirsizliğe yol alan bir gemide gibiydi; yosun kokusu, insanı topuklarına kadar kavrayan acı nem, ahşabı kemiren yaratıkların çıtırtısı… Yolculuktan, yol almaktan hiç kaçınmamıştı; bir piyanist olarak muzaffer prensleri bile geride bırakan muazzam şöhretini yeteneği kadar göçebeliğine de borçluydu.
Kimileri Liszt’i sadece teknik olarak çalınması güç parçaları icra edebilen mekanik bir piyano virtüözü olarak hor görse bile kompozitörlüğüyle de doğru kişilerde saygı uyandırıyordu. Yaşadığı çağın bütün büyük sanatçıları –hatta George Sand ya da Heine gibi müzisyen olmayanlar bile Liszt’le aralarını sıcak tutmaya çabalıyordu; çünkü isimlerini Liszt’in tüm Avrupa’yı dolaşan konser repertuvarlarına ya da şöhretli dedikodularına yazdırmak istiyorlardı. Liszt, şifalı iksirler satarak bahtını arayan gezginler gibiydi; ama heybesinden, kendi besteleri dışında da hep doğru isimleri çıkarmayı biliyordu. Şöhretini paylaşırken cömertti; konserlerinde çağdaşları Chopin’den, Schumann’dan, hatta rakibi Thalberg’den bile çalmayı ihmal etmiyordu.
Öz çocuklarının geleceğini tehlikeye atmak pahasına bile büyük ustaları onurlandıran festivallere para dökmekten geri durmuyordu. Liszt’in arkasından konuşmak, onun “aslında sadece bir virtüöz olduğunu” söylemek sanatın yeşerdiği o salon dünyası için havalı bir şeydi. Haydn’ı, hatta Mozart’ı uşaklarla birlikte arka kapıdan içeri alan saraylıların torunları, atalarının kibirli kadirbilmezliğini, Liszt’i, önünde eğilen teşrifatçılarla büyük girişte ayakta karşılayarak telafi ediyorlardı. Uzun, gür saçlarını savurarak çalışını görebilmek, bu büyük piyanistin kaprislerinden şikâyet edebilmek için Avrupa’nın histerik zenginleri yarış içindeydi. Seyircilerin gözünde sadece bir tuşa dokunarak evreni dönüştürüyordu Liszt. Napolyon’u savaş meydanında at üstünde görme ayrıcalığına sadece kanlı çatışmaları göze alanlar erebilmişti; Liszt’in beyaz eldivenlerini çıkarıp klavyenin üstünde kollarını kaldırmasını görmek içinse biraz masrafı göze almak yeterliydi. Paris’in kibar çevrelerinde dedikoduların baş tacıydı ve genç yaşta şöhreti yakalamış pek çok erkek gibi çapkınlığı bir huy değil, zorunluluk olarak yaşıyordu.
Henüz yirmi bir yaşındayken, o sırada zengin bir kontun genç karısı olan Marie d’Agoult’la Avrupa’ya kaçmış, kentten kente dolaşmış, üç çocuk ve inişli çıkışlı bir ilişkiden sonra ancak yakın bir tarihte bağımsızlığına kavuşmuştu. Ne de olsa bütün romantikler için aşk, özlemini duydukları görkemli bir savaş alanıydı; yani aynı zamanda bir çeşit askeri görevdi. Cepheden kaçmaya yanaşmayan onurlu bir askerse, savaşın ne zaman bitip terhis zamanının ne zaman geleceğini öngöremezdi. Bazen birkaç ay, bazen on beş yıl… Balzac’ın ya da George Sand’ın romanlarında ismi, yüzünün çizgileri, mesleği, uyruğu değiştirilmiş bir şekilde şöyle bir görünüp kayboluyordu.
Daha kırk yaşına gelmeden biyografileri yazılmıştı; hatta Liszt’i frenolojik açıdan inceleyen bir kitap bile çıkmıştı. Liszt, bütün söylentilere belli belirsiz yanıt veriyordu; kahramanı olarak göründüğü romanların çoğunu okumamıştı, okuduklarında da, ah hayır kendini bulmamıştı. Hakkında çıkan dedikoduları düzeltmekle zaman kaybetmiyordu; ne de olsa şöhret, yalanın buruk sosuyla lezzet kazanıyordu. Viyana’da, Paris’te, Londra’da, Bonn’da ya da Petersburg’da şehre gelişi, gidişi, hatta hiç uğramayışı bile gazetelere manşet oluyordu.
Küçük yaşta ayrıldığı ve yıllarca uğramadığı Macaristan’da ise geç kazanılmış bir halk kahramanıydı; kendisine sunulan devlet nişanını aldığında –her ne kadar doğru dürüst Macarca konuşamamakla eleştirilse de– Macar milliyetçileri en az konserlerinde üstlerini parçalayan kadın hayranları kadar vecde gelmişti. Şimdiyse, hiç kimsenin kendisini tanımadığı bir kampta, bir çeşit tarafsız bölgede, mali olarak sıfırı tüketmiş ama olgunluk çağının başında yapayalnız kalmış bir İstanbul yolcusuydu. Hafif bir kesinti, karantinaya alınmış bir yalnızlık dönemi. İki ucunda görkemli şöhretinin devam ettiği geçici bir zaman boşluğu. Hekimler, salgın hastalıkları bir kaleye kapatarak önleyebileceklerini sanıyorlardı ama toplum da aynı değil miydi? Derindeki yaraları yüzeysel dokunuşlarla kapatır, geçiştirir, bir sanatçı o ıstırabı deşip çıkarana kadar bekletirdi. Gerçi birkaç gün içinde Liszt, yolcularla yakınlık kurmaktan kaçınmasına rağmen bir yol arkadaşı edindi: İçinden “Erlkönig” adını taktığı, İngilizceyi sakız çiğner gibi yapışık bir aksanla konuşan bir Amerikalı. Ya da kendi dilini sonradan öğrendiğini iddia eden bir Fransız.
III
Goethe’nin Erlkönig şiirini Schubert, Liszt’in İstanbul’a gelişinden otuz iki yıl önce 1815’te, henüz on sekiz yaşındayken ve Fransa’da Napolyon tahttan feragat etmek üzereyken piyano eşliğinde söylenen bir şarkıya çevirmişti. Kısa ömrüne sığdırdığı 600’den fazla şarkı arasında en çok tanınanı bu olacaktı; ama daha önemlisi Schubert’in sihirli dokunuşuna kadar Erlkönig’in nasıl hayal edileceği belirsizdi. Schubert, Erlkönig’in portresini, Goethe’nin şiirine, notalar dışında tek bir kelime eklemeden çizecekti. Aslında Erlkönig’i İskandinav mitolojisinden romantizmin kara ormanlarına taşıyan Herder’di. Erlkönig, cinlerin ve perilerin Batı’daki kralı, korkunç sakalı ve insanları baştan çıkarıp felakete sürükleyen büyüleyici kızlarıyla anlatılagelmişti. Herder, halk söylencelerine bağlı kaldı, Erlkönig’den çok kızlarıyla ilgilendi. Goethe bu tekinsiz mitte başka bir cevher keşfetti: Babasının kucağında son nefesini veren bir çocuğa musallat olan, onu güzellikle ayartıp yanına çekmeye çalışan, güzellikle istediğini elde edemeyince zorbalaşan bir ölüm meleği. Ya da entrikalarla dolu bir roman kahramanı…
Goethe’nin sekiz kıtalık şiirinde dört ayrı ses iç içedir: İlki anlatıcının kendisidir. Kucağında oğluyla at süren babayı, ormandaki gölgeleri, rüzgârın esişini ondan dinleriz. İkincisi çocuktur; Erlkönig’i her görüşünde umutsuzca babasından yardım ister. Üçüncüsü, yani baba, hasta oğlunun hayallerini yatıştırmaya çalışır. Çocuk, tacı ve kuyruğuyla Erlkönig’i gördüğünü söyler; babaya göre bunlar alacakaranlık ormanda, sisin içinde kaynayan yanılsamalardır. Dördüncü ses Erlkönig’in kendisidir: Çocuğu önce tatlı sözlerle davet eder, kızlarının yanına götürmeyi vaat eder, sonra gazaba gelir ve darbeyi vurur. Schubert, şiiri bestelerken beşinci bir ses eklemiştir:
Rüzgârda atın koşuşu. Anlatıcı, baba, çocuk ve Erlkönig’in dile geldiği bölümlerde şarkının ezgisi sesin sahibine göre karakter kazanır: Anlatıcı perdeyi merakla aralar. Çocuk, endişeden paniğe doğru evrilecektir. Baba yatıştırıcıdır. Yatıştırıcı ama aptal. Erlkönig’se şen şakrak, muzip bir edayla başladığı konuşmasının sonunda acımasız ölüm meleğine dönüşecektir. İşte, Erlkönig’in bu değişkenliğini, hem dans eden bir soytarı hem de pençesini indiren bir canavar olabilmesini Schubert sağlamıştır. Franz Liszt ise bütün bu sesleri piyanoda, tek bir parçada birleştirdi. 1837’de Pictet’ye yazdığı uzun bir mektupta, “Bir denizci için gemisi, bir bedevi için atı neyse piyano benim için aynı şey” diye yazmıştı, “daha ne olsun! Kimliğim, dilim, hayatım.” Piyano bir yanıyla kolayca özümsenen bir enstrümandı, herkesin hayatına girebilirdi; ama diğer yandan, Liszt’e göre, piyanonun kendi hayatı vardı, kendi gelişimi, kendi hikâyesi. Bu düşüncelerle bir akşam Nourrit’nin Erlkönig’i derinden söyleyişini dinlerken, eline bir kurşunkalem alıp şarkının piyano transkripsiyonunu kâğıda geçirivermiş, taslağı aynı mektuba eklemişti. Gerçi Schubert’in şarkıları o yıllarda Liszt için bir bağımlılıktı; ama Erlkönig’in yeri ayrıydı: Gittiği her şehirde, en azından bir resitalinde mutlaka Erlkönig’e yer veriyordu. Anlatıcıyı, babayı, çocuğu ve perilerin kralını piyanoda tek başına konuşturuyor, bir yandan rüzgârda atını sürüyordu.
Dinleyenlerse muhtemelen tek bir enstrümandan, ayrı ezgileri ustalıkla çıkaran bir virtüöze hayran oluyordu; ya da kim bilir, pek çoğu tam olarak ne olduğunu anlamadan salondan ayrılıyordu. Herhalde bu tercihinde sevilen bir ezgiyi sunmaktan çok, virtüöz olarak becerilerini ortaya dökmek istemesinin de payı vardı. Bir konser piyanisti o günlerde aynı zamanda bir sirk cambazıydı; ki belki bugün bile bir konserde bulunanların yarısından çoğu dinleyici değil izleyicidir. Liszt’in, yol arkadaşı olacak bu adama, Erlkönig ismini takması tesadüf değildi: Kısa boylu, tıknaz, koca kulaklı, koca burunluydu. Gürgen ağaçlarının dibine altınlarını sakladığına inanılan goblinleri andırıyor muydu? Belki biraz, ama Liszt için henüz Erlkönig’in, hayal gücünü harekete geçiren tek bir imgesi yoktu. Taçsızdı yol arkadaşı Vautrin ama geniş tenteli yeşil şapkasıyla şemsiyenin altına girmiş bir cüce gibiydi. Eskimiş redingotunun kuyruğu, arkasından hafifçe yukarı doğru kıvrılıyordu.
Çocukları incitecek birine benzemiyordu ama pekâlâ korkutabilirdi. Karantina süresince küçük suratı sert bir sakalla örtülüvermişti. Gülümsemesi yüzünden taşıyordu; öfkelendiğindeyse bütün damarları ağaç kökleri gibi kabarıyordu. Ama hepsinden önemlisi diller arasında –hiçbirini çok iyi konuşmamasına karşın– birden ve nedensiz geçişler yapmasıydı. Fransızcası kırık döküktü, heyecanlanınca Liszt’in yadırgadığı bir aksanla İngilizceye geçiyordu, galiba bunlara Türkçe, Rusça ve biraz da Rumca ekliyordu. Diller arasında sıçramaya başladığında, sanki ayrı ezgilerde dolaşıyordu; sesi inceliyor, kalınlaşıyor, kesikleşiyor ya da buğulanıyordu. Heceler arasındaki vurguları her an değiştiriyordu; ortak bir sözcüğü telaffuz ederken bir dilde yayıyor, başka bir dilde kısacık kesebiliyordu. Taşıdığı isim konusunda bile kararsızdı: “Vautrin… Fransız kanı taşıyorum anlayacağınız. Bana böyle de hitap edebilirsiniz. Söylenişine bayılıyorum.” Oysa bu ismi İngilizce telaffuz ediyordu. Çalarken akoru değişen bir enstrüman kadar tekinsizdi.
IV.
Galatz’da, karantinanın ilk gününde, yolcuları oyalamak için alana, Yahudi bir lavtacıyla muhtemelen yol üstündeki çadırlardan kiraladığı iki Çingene kızının girmesine izin verildi. Ucuz bir eğlenceydi ama beklemekten bunalmış yolcuları heyecanlandırmaya yetmişti. Liszt, halk ezgilerine kulak vermeyi severdi; ama bu lavtacı, ayarsız enstrümanıyla, sadece kızları dans ettirecek kadar çalabiliyordu, hatta yaptığına “çalmak” demek zordu, tellere çekiçle vurur gibi abanıyor, şöyle böyle bir ritim tutturuyordu.
Belki Roma İmparatorluğu’nu yıkan barbar halklar da böyle akortsuz enstrümanlar ve korkunç danslarla çıkagelmişti… Belki, kontrpuanın ve armoninin altyapısında çürük dişler, ayarsız teller ve güya yanlışlıklaymış gibi paçavralar arasından fırlayan kirli memeler vardı. Erlkönig, kalabalığın içinde Liszt’in tam önünde belirmiş, şapkasını çıkarmış, bir eliyle yağlı saçlarındaki teri birkaç kez sıvazlamış, şapkasını yeniden giyince arkasına dönmüştü: “Sanırım bizi kurtarmaya geldiler. Bu sese ne kolera ne veba dayanır…” Liszt, elinde olmadan gülerek Erlkönig’in sokulganlığına fırsat vermişti. O anda, muhatabının uzattığı terli eli sıkmak zorunda kaldı, bu temas Galatz’da kütüklerin nahoş kokusu, lavtanın paslı tınısı ve Çingene kızların bir dirhem etine bakıp ağzı sulanan yolcuların sefaletiyle birleşip zihnine, hatta karnıyla boğazı arasındaki o haysiyet noktasına yerleşti. Akşam yemek masasına karşılıklı oturdular. Vautrin, İstanbul’daki bir grup bankerin habercisi olarak kıtalar arasında uzun yolculuklara çıkıyordu. Yıllar önce Fransa’da, sinir hastalıklarının kataloğunu çıkaran ve manyetizma yöntemleriyle hastalarını tedavi eden bir doktorun yardımcısı olarak bulunmuştu.
Doktorun deneysel yöntemleri bir düşesin ölümüne yol açınca velinimetiyle birlikte hapsi boylamış, kısa süre içinde salıverilse bile, sonrasında aylarca kanun kaçakları ve fahişeler arasında yaşamak zorunda kalmıştı. “Geçmişimi bütün teferruatıyla anlatamam. Ama her milletten tefeciyle muhatap oldum, kalpazanlar, şarlatanlar tanıdım. Bu kadarı bile çok şey söylüyor değil mi?” “Ya doktor?” “Tımarhaneye gönderilmiş ve birkaç haftada ölmüş.” “Yazık…” “Bana yiyip içtiklerime dikkat etmemi söylerdi. Beyaz ekmekten kaçınmamı, etin yağını sıyırmamı, bolca soğan yememi, böyle şeyler… Şaraptan ve müzikten de uzak durmamı.” “Müzikten uzak durmanızı mı söylerdi?” “Müzikten, fuhuştan. Müzik de frengi gibi bedensel bir illettir, derdi. Eğer her şey dalgalardan oluşuyorsa müzik yoluyla insan bedeni hasta edilebilirmiş. En azından teoride… Ama insan müzik dinlediğinde bir ruhu olduğunu vehmedermiş.” “Ruha inanmıyordu yani?” “Sadece manyetizmaya… Kâinatta bizi iten, çeken dalgaların olduğuna.” “Ya Tanrı’ya?”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıMüderris Ve Virtüöz
- Sayfa Sayısı544
- YazarSelçuk Orhan
- ISBN9786050987171
- Boyutlar, Kapak13.7 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- 19 ~ Cem Akaş
19
Cem Akaş
Küçük ruhluydu.Ruhu iyi bir ruhtu belki, oldukça temiz kullanılmıştı, kendi sınırları içinde sağlam, işe yarar bir ruhtu, ama yetmiyordu; kalkıştığı işi başarabilmek, bu ruhun...
- Hanedan ~ Selman Kayabaşı
Hanedan
Selman Kayabaşı
Teşkilat ve Muhafız kitaplarının yazarı Selman Kayabaşı’dan serinin yeni kitabı: Hanedan Sancak sahibi beyler, 1040’ta Semerkand’da toplandılar. Kınık’ı hakan bildiler. 1299’da Konya’da buluştular, Kayı’yı...
- Muamma ~ Sema Karabıyık
Muamma
Sema Karabıyık
Kendi küçük hikayeleri dışında büyük bir hikayenin parçası, 3 genç insan. Yiğit ile Berker’in hayat hikayesinin kesişme noktası: Cenan. YİĞİT; 3 günlük bir bebekken...