Her şeye rağmen güneş parlıyordu. Her şeye rağmen insan yaşadıklarının üstesinden geliyordu. Her şeye rağmen hayat, günü güne eklemenin bir yolunu buluyordu.
Londra cemiyetinin önemli isimlerinden Clarissa Dalloway, o akşam evinde vereceği parti için hazırlık yaparken zihninde dalgalanan anıları, geçmişe dair pişmanlıkları ve arzularıyla yüzleşiyor. Bu sırada Londra’nın çok da uzak olmayan bir başka köşesinde, eski bir asker olan Septimus Warren Smith, Birinci Dünya Savaşı’nın bıraktığı izleri silmeye, kafasının içindeki şeytanlarla mücadele etmeye çalışıyor. Dünyanın bir ucundan, Hindistan’dan yeni dönen Peter Walsh ise Clarissa Dalloway’e duyduğu eski hisleri yeniden keşfederken kendi güvensizlikleriyle hesaplaşıyor.
Virginia Woolf’un başyapıtı, modern romanın dönüm noktası sayılabilecek Mrs. Dalloway, görünüşte birbirinden çok başka hayatlar yaşayan karakterlerin aslında nasıl benzer sorunlarla boğuştuklarını anlatırken savaş sonrası İngiltere’sinde bireylerin psikolojik durumunu ve toplumsal yapıyı irdeliyor. Gündelik ayrıntıların ötesine geçerek yaşamın kırılganlığını ve insan ruhunun derinliklerini apaçık sunuyor.
“Belki de Woolf’un başyapıtı… Zarif ve mükemmel bir şekilde yapılandırılmış… Çoğu yazar gibi, eserlerini oluştururken yüzey ile derinlik arasında bir seçim yapması gereken Woolf yüzeyi seçiyor ve ardından olabildiğince derine inmeye çalışıyor.”
E. M. Forster
*
Mrs. Dalloway çiçekleri kendisinin alacağını söyledi. Lucy’nin işi başından aşkındı zira. Kapılar menteşelerinden çıkarılacaktı, Rumpelmayer’ın1 adamları da yoldaydı. “Hem baksanıza,” diye düşündü Clarissa Dalloway, “ne sabah ama; kumsaldaki çocukların hatırına gönderilmişçesine, taptaze.”
Ne uçarılık ama! Ne atılış!2 Camlı kapının kanatlarını şimdiki gibi hafif bir menteşe gıcırtısıyla ardına kadar açıp kendini dışarı attığında Bourton da hep böyle görünürdü gözüne. Ne kadar temiz, ne kadar dingin ve tabii ne kadar sakindi havası sabahın erken saatlerinde: Bir dalganın çırpıntısı, bir dalganın öpücüğü gibi serin ve keskin fakat (o zamanlar on sekizinde olan bir genç kız için bir o kadar da vakarlı1 ; orada, açık kapının önünde dikilirken yine şimdiki gibi korkunç bir şeyler olacağı hissi doğardı içine; çiçeklere, dallarından burgu burgu buharı tüten ağaçlara, yükselip alçalan ekin kargalarına bakarak öylece dikilirken; ta ki Peter Walsh gelip de, “Sebzeler arasında hayallere mi daldık?” –öyle mi demişti sahi?– “Bense insanları karnabahara tercih ederim,” –böyle miydi?– diyene dek. Bir sabah kahvaltıda taraçaya çıktığında söylemişti bunları galiba… Peter Walsh. Yakında Hindistan’dan dönecekti; haziran ya da temmuz, hangi ay olduğunu hatırlamıyordu Clarissa, mektupları fena halde sıkıcıydı zira. İnsan onun sözlerini hatırlıyordu; gözleri, çakısı, gülümsemesi, aksiliği ve daha milyonlarca şeyi tümüyle silinip gittikten sonra –ne tuhaftır ki!– bunun gibi lahanalarla alakalı birkaç sözü kalıyordu geriye.
Kaldırım kenarında, hafifçe kasılarak, Durtnall kamyonunun geçip gitmesini bekledi. “Hoş kadın,” diye düşündü Scrope Purvis ona bakarak (Westminster’da insan komşusunu ne kadar tanırsa, o da o kadar tanıyordu Clarissa’yı); “kuş gibi bir havası var, alakarga gibi; mavili, yeşilli, şen şakrak, cıvıl cıvıl, hem de yaşı elliyi geçtiği, hastalığından beri beti benzi attığı halde.” İşte şimdi de oraya tünemiş, Scrope’u hiç görmeden, dimdik, karşıya geçmeyi bekliyordu.
Westminster’da bunca zaman yaşadıktan sonra –kaç yıl olmuştu sahi? Yirmi küsur mu?– trafiğin ortasında da olsa, gece vakti de uyansa, Big Ben’in çanı vurmadan önce eşsiz bir sükûnet ya da vakar hissediyordu insan, emindi artık Clarissa; tarifi imkânsız bir duraksama, anlık bir asılı kalma hissi (gerçi o his, dediklerine göre gripten hayli etkilenmiş kalbiyle de alakalı olabilirdi). İşte! O çınlama! Önden bir ikaz, müzikal; ardından saati bildiren çan, kati ve geri dönüşsüz. Ve işte kurşuni halkalar havada dağılıp gitti. “Ne budalayız,” diye düşündü Clarissa, Victoria Sokağı’nı arşınlarken. “Tanrı bilir hangi sebeple onu böylesine seviyor, bu gözle bakabiliyoruz ona, yoktan uyduruyor, kendi etrafımıza inşa ediyor, yıkıp deviriyor, her an baştan yaratıyoruz.” Ne garip ki rüküşler rüküşü yaşlı kadın da aynısını yapıyor, kapının önüne konulmuş (yıkılasıya içen) bedbahtlar bedbahtı sefil de; canıgönülden inanıyordu ki yine aynı sebeple, parlamento yasalarıyla falan baş edilecek şey değildi bu: Hayatı seviyorlardı işte. İnsanların bakışında, sallana sallana, tabana kuvvet ya da yorgun adımlarında; bağırış çağırış ve kargaşada; atlı arabalar, otomobiller, otobüsler ve kamyonlarda; boynundan geçirdiği arkalı önlü reklam kartonuyla sandviç olmuş, ayak sürüyüp sağa sola yalpalayan adamlarda; bandolarda; laternalarda; tepeden geçen uçağın muzaffer, çınlamalı, tuhaf tiz şarkısındaydı sevdiği şeyler: Hayat, Londra, haziranın tam şu ânı.
Zira haziran ortasıydı. Savaş sona ermişti,1 tabii dün gece elçilikte o güzelim oğlan öldüğü, eski malikâne de ister istemez uzak akrabalardan birine kalacağı için yüreği kavrulan Mrs. Foxcroft ya da dediklerine göre elinde, gözünün nuru John’un öldürüldüğünü bildiren telgrafla, bir kermesin açılışını yapan Lady Bexborough gibileri için durum farklıydı. Yine de sona ermişti işte, şükürler olsun bitmişti savaş. Aylardan hazirandı. Kral ve kraliçe2 saraydaydı. Üstelik şu erken vakte rağmen her yerde dörtnala koşan midillilerin patırtısı ve coşkusu, kriket sopalarının tıkırtısı vardı; Lord’s, Ascot, Ranelagh ve diğer yerlerden gelen sesler; gri-mavi sabahın yumuşacık ağıyla sarınıp sarmalanmıştı hepsi; ilerleyen saatlerde ağ açılacak, az önce ön ayaklarını vurup şaha kalkan midillileri, etrafta fır dönen delikanlıları, kahkahalar atan ve gece boyu dans ettiği halde gülünç derecede tüylü köpeğini şu saatte koşmaya çıkaran şeffaf müslin elbiseli genç kızları, bu mekânların çimlerine ve sahalarına konduracaktı; üstelik şimdiden, daha bu vakitte, gizemli işler peşinde ihtiyatla dolanan zengin yaşlı dullar otomobilleriyle vızır vızır geçiyor; dükkân sahipleri vitrinlerindeki imitasyon ve elmas mücevheratla, Amerikalıların gözünü boyamak için 18. yüzyıl tarzı yuvalara yerleştirdikleri deniz yeşili güzelim antika broşlarla uğraşıyorlardı (fakat insan tasarruf etmeli, Elizabeth’e öyle hesapsızca şeyler almamalıydı) ve elbette kendisi; abes ve sadık bir tutkuyla tüm bunları, bunların bir parçası olmayı bunca seven –ne de olsa ataları, George’ların1 döneminde saray mensubuydu– kendisi de bu gece etrafı tutuşturacak, ışıklar saçacaktı; parti vermeye hazırlanıyordu Clarissa. Fakat ne tuhaftı parka girer girmez bastıran şu sessizlik, şu pus, şu vızıltılar, aheste aheste yüzen mutlu ördekler, paytak paytak yürüyen keseli kuşlar; üstüne bir de kim gelse beğenirsiniz? Sırtını devlet binalarına vermiş, manzarayla uyum sağlarcasına Kraliyet arması damgalı bir evrak çantası taşıyan kim gelse? Hugh Whitbread elbette. Eski dostu Hugh…
Takdire şayan Hugh! “Günaydınlar Clarissa!” dedi Hugh, çocukluktan beri birbirlerini tanıdıkları halde biraz abartılı bir tavırla. “Ne tarafa böyle?”
“Londra’da yürüyüşe bayılıyorum,” dedi Mrs. Dalloway. “Kırsalda yürüyüşten sahiden daha güzel.”
Whitbread’ler yakın zamanda şehre –maalesef– doktorlara görünmeye gelmişlerdi. İnsanlar sinemaya, operaya gitmek, kızlarını gezdirmek için gelirdi; Whitbread’lerse “doktorlara görünmeye”. Clarissa, Evelyn Whitbread’i şifa yurdunda kim bilir kaç defa ziyarete gitmişti. Yoksa Evelyn yine mi hastaydı? “Evelyn bu aralar hayli keyifsiz,” dedi Hugh suratını asarak; sonra pek şık, erkeksi, son derece hoş, kusursuzca donatılmış vücudunu (daima gereğinden fazla denilebilecek bir şıklıktaydı, gerçi saraydaki mütevazı görevi düşünülürse, öyle olması gerekiyordu belki) kabartarak, karısının bir iç hastalıktan mustarip olduğunu çıtlattı ona; ciddi bir şey değildi gerçi, eski bir dost olarak Clarissa Dalloway, ayrıntılı bir açıklamaya gerek duymadan neden söz edildiğini anlayacaktı zira. Ah, evet, anlamıştı tabii, vah vah, nasıl bir illet; Clarissa ona şimdi hem kardeşçe bir yakınlık hissediyordu hem de nedense şapkasıyla ilgili tuhaf bir rahatsızlık. Sabahın erken saatine uygun bir şapka değildi, ondan mıydı acaba? Çünkü Hugh bitmek bilmez enerjisi, şapkasını kaldırıp abartılı selam verişi ve ona on sekizlik kızlardan farksız olduğunu söyleyişiyle Clarissa’ya kendini hep biraz… Ah, bu arada akşam elbette geliyordu partiye, nitekim Evelyn ısrarla gitmesini istemişti, sadece Jim’in oğullarından birini götürmek zorunda olduğu saraydaki partinin çıkışına denk geldiği için azıcık gecikebilirdi… Evet, onun yanında Clarissa kendini hep böyle biraz güdük hissediyordu, okullu kızlar gibi; yine de bağlıydı Hugh’ya, kısmen de ezelden beri tanıdığı için. Öyle ya da böyle, onun iyi biri olduğunu düşünüyordu, her ne kadar Richard ona fena halde sinir olsa da; Peter Walsh’a gelince, Hugh’dan hoşlandığı için o da Clarissa’yı bugün bile affetmiyordu.
Bourton’da olanları anbean hatırlıyordu Clarissa… Peter’ın öfkeden gözü dönmüştü; Hugh şüphesiz hiçbir yönüyle onun dengi değildi ama yine de onun resmettiği gibi bir bönlük abidesi, bakımlı bir süs bebeği olduğu söylenemezdi. Yaşlı annesi avlanmayı bırakmasını ya da kendisini Bath’a götürmesini istediğinde kadının lafını iki etmemişti; sahiden de fedakârdı. Peter’ın deyişiyle kalpsiz ve akılsız olması, İngiliz centilmenlerine özgü görgü ve terbiyenin dışında tümden kof olmasına gelince; bunlar sadece sevgili Peter’ının karanlık bir ruh haliyle sarf ettiği sözlerdi; nitekim gerçekten de katlanılmaz, çekilmez olabilirdi ama böyle bir sabahta birlikte yürüyüş yapmak için de ideal biriydi.
(Haziran, ağaçlardan yaprakları tek tek söküp almıştı. Pimlico’lu1 anneler bebelerini emziriyordu. Donanma’dan Bahriye Bakanlığı’na mesajlar gidiyordu. Arlington Caddesi’yle Piccadilly’nin atmosferi, Park’ın da havasını kızıştırıyor, Clarissa’nın çok sevdiği o ilahî canlılığın dalgalarıyla yapraklar yerden sımsıcak, pasparlak havalanıyordu. Dans etmek, at binmek… Ezelden beri bayılıyordu bunlara Clarissa.)
Yüzlerce yıldır ayrı gibilerdi zira, Peter ve o. Kendisi hiç mektup yazmamıştı, Peter’ın yazdıklarıysa çok yavandı. Ama işte böyle bir anda düşüveriyordu aklına, “Şimdi yanımda olsa ne derdi acaba…” diye. Kimi günler, kimi görüntüler onu çağrıştırıyordu; sakinlikle, eski hınçlardan arınmış biçimde, ki bu da geçmişte birilerine değer vermenin ödülüydü belki; güzel bir sabah vakti, St James Parkı’nın orta yerinde insan onları hatırlayıveriyordu işte… Hakikaten de hatırlıyordu. Gerçi –gün ya da ağaçlar, çimenler, pembeli küçük kız ne denli güzel olursa olsun– Peter’ın gözü hiçbirini görmezdi. Ancak Clarissa söylerse gözlüğünü takıp bakardı. Dünya haliydi onu ilgilendiren; Wagner, Pope’un şiirleri, durmadan deştiği insan karakterleri, bir de Clarissa’nın kusurları. Nasıl paylardı Clarissa’yı! Nasıl tartışırlardı! Clarissa bir başbakanla evlenecekmiş de basamakların tepesinde dimdik dikilip misafir karşılayacakmış. “Dört dörtlük bir ev sahibesi olur senden,” demişti ona (Clarissa odasında ağlamıştı bu sözler yüzünden), “kusursuz bir ev sahibesi kumaşına sahipsin,” demişti.
Clarissa St James Parkı’nda hâlâ böyle kendiyle tartışırken, onunla evlenmemekle doğru yaptığını –ki doğru yapmıştı da– hâlâ ispatlamaya çalışırken buluyordu kendini. Zira evlilikte, akşamdan sabaha aynı evde yaşayan iki insan arasında bir nebze serbestlik, bir nebze bağımsızlık olmalıydı; nitekim Richard ona bunu sağlıyordu, o da Richard’a. (Bu sabah neredeydi mesela? Komitelerden birinde, hangisi olduğunu sormamıştı bile Clarissa.) Peter’a gelince; ona göre her şey paylaşılmalı, her şeyin içi dışı bilinmeliydi. Bahçede, fıskiyeli havuz başında yaşadıkları şey gelip çattığındaysa ondan ayrılmaktan başka çaresi kalmamıştı; mahvolacaklardı yoksa, perişan olacaktı ikisi de, canıgönülden inanmıştı buna, gerçi kalbine saplı bir ok gibi senelerce taşımıştı o kederi, acıyı, sonra da bir konserde birinin Peter’ın Hindistan’a giden gemide tanıştığı bir kadınla evlendiğini söylediği ânın dehşeti! Asla unutmamalıydı işte bunları. Soğuk, kalpsiz, iffet kumkuması derdi Peter ona. Onun kendisine gösterdiği ilgi neydi, bunu hiç çözememişti. Şu Hint kadınlar çözmüşlerdi besbelli – şapşal, alımlı, çıtkırıldım budalalar. Clarissa da merhametini bu adama heba etmişti. Zira dediğine göre hayli mutluydu Peter, fevkalade mutlu; halbuki zamanında konuştukları şeylerin hiçbirini yapmamıştı; hayatı baştan sona başarısızlıktan ibaretti. Bu, Clarissa’yı hâlâ kızdırıyordu.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMrs. Dalloway
- Sayfa Sayısı72
- YazarVirginia Woolf
- ISBN9789750764523
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Av Mevsimi ~ Linda Howard
Av Mevsimi
Linda Howard
Hep Senin Yanındayım ve O Gecenin Ardından adlı eserleriyle beğeni kazanan New York Times çok satanlar yazarı Linda Howard’ın nefes kesici, kışkırtıcı, eğlenceli ve...
- Veda Vakti Gelmeden ~ Susan Spencer - Wendel
Veda Vakti Gelmeden
Susan Spencer - Wendel
Tanrının lütfu kız kardeşim Stephanie için… MUTLU ADAM Mutlu insan, mutlu ve tek başına, O ki bugüne benim diyebilen O ki yarın kötü olabilir...
- Kalbim Sende Kaldı ~ Judith McNaught
Kalbim Sende Kaldı
Judith McNaught
Judith McNaught’tan… Yüreğin Kraliçesinin Beklenen Romanı Gönlünüzü Fethedecek!Kaderi Olan Adamı Bulduğuna İnanan Bir Kadın…Saf Mutluluğun Acı Gerçekler Karşısında Boyun Eğdiğini Bilen Bir Adam…Tutku Uçurumunun...