Mösyö Pain, akşam saat onda Latin Mahallesi’ndeki Café Victor’da bekleniyorsunuz. Bu bir ölüm kalım meselesi. Lütfen ciddiye alınız.1938 baharında Paris’te bir hastane odasında yatan Perulu şair César Vallejo’nun hıçkırık nöbetini kimse geçiremeyince başvurulan kişi, Franz Mesmer’in takipçisi, okült bilimler meraklısı Pierre Pain olur. Ancak ortaya çıkan iki İspanyol, şairi tedavi etmemesi için onu ikna etmeyi başarınca Mösyö Pain kendini labirentimsi sokaklar ve koridorlarda, anlamını çözmekte zorlandığı bir kovalamacanın ortasında bulur.Mösyö Pain, Edgar Allan Poe öykülerini anımsatan puslu ortamları ve esrarlı karakterleriyle Roberto Bolaño’nun hayal gücünün karanlık katmanlarını yansıtıyor.
İÇİNDEKİLER
Önsöz ……………………………………………………………………. 15
Mösyö Pain ……………………………………………………………… 17
Sözcülerin Sonsözü: Filler Geçidi ……………………………… 133
P: Ölümden korkuyor musun?
V: [Hemen.] Hayır – Hayır!
P: Hoşuna mı gidiyor?
V: Uyanık olsam ölmek isterdim, ama şimdi fark etmez. Hipnotize olmak ölmek gibi zaten. Bu bana
yetiyor.
P: Bunu biraz açar mısın?
V: İsterdim, ama bu çok fazla çaba gerektiriyor. Şu
anda bunu yapamam. Bana doğru soruları sormuyorsun.
P: Ne sorayım?
V: Başlangıçtan başlamalısın.
P: Başlangıçtan mı! Ama başlangıç neresi?
“Hipnoz Altında İfşa”1
,
Edgar Allan Poe
ÖNSÖZ
Yıllar önce, 1981 yahut 1982’de, Mösyö Pain’i yazdım. Değişken ve oldukça maceralı bir kaderi oldu. Filler Geçidi adıyla Toledo Belediyesi tarafından Félix Urabayen Kısa Roman Ödülü’ne değer bulundu. Kısa bir süre öncesinde, başka bir başlıkla yine yerel bir yarışmada son elemeye kaldı. İlkinde üç yüz bin peseta kazandım. İkincisindeyse, hatırladığım kadarıyla, yüz yirmi bin.Toledo’da kitabım yayınlandı ve bir sonraki senenin yarışmasında beni jüri koltuğuna oturttular. Diğer eyalet başkentinde beni, benim onları unuttuğumdan çok daha çabuk unuttular ve kitabın orada da yayınlanıp yayınlanmadığını hiçbir zaman öğrenemedim. Tüm bunları Llamadas telefónicas (Telefon Konuşmaları) adlı kitabımda yer alan bir öyküde anlatıyorum. Mayasında mizah olan zaman, daha sonra önüme başka önemli ödüller çıkardı. Gelgelelim hiçbiri İspanyol topraklarına saçılan ödüller kadar önemli olmadı; hayatı buna bağlı olduğundan bufalo peşine düşen Kızılderili misali peşine düşmem gereken ödüllerdi bunlar. Yazar olmaktan hayatımda hiç öylesi gurur duymadım ve hiç o denli kahrolmadım. Mösyö Pain hakkında söyleyebileceğim başka pek bir şey yok. Bahsi geçen hemen her şey gerçekten yaşandı: Vallejo’nun hıçkırıkları, Curie’yi ezen at arabası, Vallejo’nun hipnozla yakından ilişkili son çalışması, yahut son çalışmalarından biri, Vallejo’yu tedavi etmek konusunda tam bir kayıtsızlık sergileyen doktorlar. Pain de gerçek. Georgette tutkuyla, kırgınlıkla ve çaresizlikle kaleme aldığı anılarının bir sayfasında bahsediyor kendisinden.
PARİS, 1938
6 Nisan Çarşamba günü, hava karardığı sırada, tam dışarı çıkmak üzereyken, genç arkadaşım Madam Reynaud’dan derhal Rivoli Sokağı’ndaki Café Bordeaux’ya gitmemi talep eden bir telgraf aldım; mevzubahis sokak evime yakın sayılırdı, bu da, acele ettiğim takdirde bana söylediği saatte orada olabileceğim anlamına geliyordu. Müstesna bir olayın içine çekildiğimi daha merdivenlerden inerken üçüncü katta basamakları tırmanan iki adamla karşılaştığımda anladım. Bilmediğim bir dil olan İspanyolca konuşuyorlardı, üzerlerinde koyu renk trençkot, başlarında, benden daha alt basamaklarda yer aldıklarından, yüzlerini gizleyen geniş kenarlı şapkalar vardı. Gerek merdivenlerde hüküm süren yarı karanlıktan gerekse sessiz sedasız hareket edişimden üç basamak ötelerinde, birden karşılarına çıkıncaya dek beni fark etmediler; sustular ve yana çekilip bana yol vermek yerine (basamaklar üç değil, ancak iki kişinin yan yana yürüyebileceği kadar genişti) bana sonsuz gelen birkaç saniye boyunca birbirlerine baktılar (ikiüç basamak üstlerinde olduğumun altını çizmek isterim) ve sonra yavaşça, çok yavaşça gözlerini bana diktiler. Polis, diye geçirdim içimden, yalnızca polisler böyle bakar insana; kökleri avcı atalarımıza ve karanlık ormanlara dayanan bu bakışlar onlara hastır yalnızca, ama sonra İspanyolca konuştuklarını anımsadım, dolayısıyla polis olamazlardı, en azından Fransız polisi olamazlardı. Benimle konuşacaklarını, yönünü şaşırmış yabancıların her zaman yaptığı üzere anlaşılmaz bir şeyler geveleyeceklerini düşündüm ama bunun yerine tam karşımdaki adam, mümkün olabilecek en abes şekilde yana çekildi ve omzunu arkadaşına yasladı, eminim ikisi için de rahatsız bir pozisyondu bu, böylece, onlara verdiğim kısa ve karşılıksız bir selamın ardından, basamaklardan inmeye devam ettim. Sırf meraktan, ilk merdiven sahanlığına geldiğimde dönüp onlara baktım: Orada, hâlâ aynı basamakta durduklarına yemin edebilirim; üst sahanlıktaki ampulün loş ışığı düşüyordu üzerlerine, fakat asıl şaşırtıcı olan hâlâ aynı pozisyonu, bana yol vermek üzere kendilerini soktukları o abes şekli, korumalarıydı. Sanki zaman durmuş gibi, diye geçirdim içimden. Sokağa çıktığımda üzerime düşen yağmur damlalarıyla bu olay da aklımdan çıktı gitti.
Madam Reynaud, lokantanın kapıya en uzak köşesinde, duvar dibinde, her zamanki gibi dimdik oturuyordu. Sabırsız gözüküyordu ama sanki beni tanıdığını ve beklediğini göstermenin en iyi şekli bu ani gevşeme ifadesiymişçesine beni görünce yüz ifadesi yumuşamıştı. “Bir arkadaşımın kocasıyla görüşmenizi istiyorum,” dedi, yüzüm hemen hemen tüm lokantayı görebilmemi sağlayacak denli büyük duvar aynasına dönük bir şekilde tam karşısına oturduğum anda. Kim bilir hangi sapkın çağrışımla kısa bir süre önce ölen genç kocasının yüzü geldi gözümün önüne. “Pierre,” diye yineledi üstüne basa basa,“acilen arkadaşımın kocasıyla görüşmeniz lazım. Profesyonel anlamda yani.”
Sanıyorum önce bir nane çayı isteyip ondan sonra ne tür bir rahatsızlığı olduğunu sordum bu Bay… “Vallejo,” dedi Madam Reynaud ve, “hıçkırık,” diye ekledi hiç uzatmadan. Pekâlâ müteveffa Mösyö Reynaud’ya ait olabilecek bölük pörçük bir yüz neden gözümün önüne gelip duruyordu da biriki masa ötemizdeki içki içen ve sohbet eden insanların yüzlerinin yerini alıyordu, bilmiyorum. “Hıçkırık mı?” diye sordum saygı göstergesi olarak takındığım hüzünlü bir gülümsemeyle. “Ölüyor,” dedi muhatabım keskin bir tavırla,“kimse sebebini bilmiyor. Bu işin şakası yok, onun hayatını kurtarmanız lazım.” “Korkarım,” diye fısıldadım, o gergin bir şekilde camdan dışarıya, Rivoli Sokağı’ndan geçen insanlara bakarken,“daha açık konuşmazsanız…” “Ben doktor değilim, Pierre, bu işlerden anlamıyorum ve buna ne kadar hayıflandığımı da gayet iyi biliyorsunuz; hep hemşire olmak istemiştim.” Mavi gözleri öfkeyle parladı. Madam Reynaud üniversite eğitimi almamıştı (daha doğrusu herhangi bir eğitim almamıştı) gelgelelim bu, onun kıvrak zekâlı bir kadın olduğunu düşünmeme engel değildi. Hafif yüzünü buruşturdu, yere bakarak, sanki ezbere bildiği bir metni okuyan birinin tonlamasıyla, “Bay Vallejo mart sonundan beri hastanede yatıyor. Doktorlar hastalığına bir tanı koyabilmiş değil ama ölüyor işte. Dün hıçkırık başladı…” dedi. Bir an sustu, belli birini arıyormuşçasına, lokantadaki insanlara baktı.“Yani dün ardı arkası kesilmeden hıçkırmaya başladı ve hiç kimse hıçkırığını geçirmeyi başaramadı. Sizin de bildiğiniz gibi hıçkırık insanı öldürebilir. Bu yetmezmiş gibi üstüne bir de ateşi kırk derecenin altına düşmek bilmiyor. Yıllardır ahbaplık ettiğim Madam Vallejo bu sabah beni aradı.
Kadıncağız yapayalnız, kocasının hemen hepsi de Güney Amerikalı olan arkadaşları dışında yardım isteyebileceği kimsesi yok. Bana bu durumdan bahsedince aklıma siz geldiniz, ama elbette kendisine hiçbir şeyin sözünü vermiş falan değilim.”
“Bana olan güveninizden dolayı şeref duydum,” diye mırıldandım. “Size güvenim tam,” dedi hemen. Sevginin ilk koşulunun güven olduğunu geçirdim içimden. Gözüme kırılgan gözüktü. Gözlerinde yaş yoktu (olması gerekiyor muydu ki zaten?) sakin sakin ceketimin omuzlarını inceliyor gibi bir hali vardı. “Doktorların yapamadığını siz akupunkturla yapabilirsiniz.” Elini elimin üstüne koydu; hafif bir ürperti hissettim, Madam Reynaud’nun parmakları bir an için bana saydammış gibi geldi. “İnanın bana arkadaşımın kocasını bir tek siz kurtarabilirsiniz ama elimizi çabuk tutmamız gerekiyor; kabul ederseniz Vallejo’yu hemen yarın görmelisiniz.” “Nasıl reddedebilirim ki?” dedim, ona bakmaya cesaret edemeden. Nidası çevre masalardaki insanların dikkatini cezbetti: “Biliyordum! Ah, Pierre, size güveniyorum, size öyle güveniyorum ki!” “İlk olarak ne yapmam gerekiyor?” diyerek araya girdim ve aynadan, muhtemelen mutluluktan, kıpkırmızı kesilmiş yüzümü, kasanın önünde, hesabı öder yahut dert anlatır gibi bir halleri olan, baştan ayağa siyahlar içindeki, avurtları içlerine çökmüş, iki ince uzun adamla konuşan garsonu gördüm. “Bilmiyorum arkadaşım, Georgette’le, yani Madam Vallejo’yla konuşmalıyım,” dedi, “ve yarın sabah en erken kaçta buluşabileceğimizi bir sormalıyım.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMösyö Pain
- Sayfa Sayısı152
- YazarRoberto Bolano
- ISBN9789750735868
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2017
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ara Dünya ~ Neil Gaiman,Michael Reaves
Ara Dünya
Neil Gaiman,Michael Reaves
Hugo ve Nebula ödüllü yazar Neil Gaiman ve Emmy ödüllü yazar Michael Reaves’ten sadece gençlere değil tüm okurlara hitap eden, bilimkurguyla fantezinin iç içe...
- Yağmurdan Sonra Avrupa ~ Alan Burns
Yağmurdan Sonra Avrupa
Alan Burns
İsimsiz bir anlatıcının dolaştığı Avrupa toprakları harap haldedir; hem coğrafi hem de ahlaki açıdan çarpıklaşmış, biçimsizleşmiştir. Anlatıcı mesafeli bir ilgiyle, asla umutsuzluğa ya da...
- Herhangi Bir Jude ~ Thomas Hardy
Herhangi Bir Jude
Thomas Hardy
Herhangi Bir Jude geç Victoria dönemi edebiyatının en önemli yapıtlarındandır. Thomas Hardy 1895 tarihli bu son romanında üniversiteye gidip âlim ve din adamı olma...