“Kimi zaman bir mazoşist gibi kendimi yerden yere vurdum, kimi zaman da gönlümce eğlendim. Yazılarımı yazdığım kabinime bitişik kafesli küçük pencereden beni dinleyen bir rahip olmadığı için de hiçbir şeyi gizleme gereği duymadım.”
Önsöz
Hani bazı filmlerin ya da romanların başında, “Bu eserde adı geçen kişilerin ve olayların, gerçek hayattaki kişi ve olaylarla hiçbir ilişkisi yoktur” diye yazar ya; bu kitapta söz ettiğim kişi ve olaylar ise tamamen gerçektir, kişilerin ve olayların “hayalle hiçbir ilişkisi yoktur.
Bu kitapta sıra dışı denebilecek, renkli bir imamın siyah beyaz anılarını okuyacaksınız. Kimi zaman bir mazoşist gibi kendimi yerden yere vurdum, kimi zaman da gönlümce eğlendim. Yazılanını yazdığım kabinime bitişik kafesli küçük pencereden beni dinleyen bir rahip olmadığı için de hiçbir şeyi gizleme gereği duymadım.
Oyna Mehmet Hoca oyna!
Siyah tayyörünün içerisine firfirlı pembe buluz giymiş morg görevlisi genç kadınla dar ve uzun koridorda yürürken, bacaklarınım titremesine bir türlü engel olamıyordum. Zaten soğuk olan morg, az sonra karşılaşacağım manzarayla ihtimal ki daha da soğuyacak, belki de buz kesecekti. Ardımızdan yürüyen cenaze nakil şirketinin görevlisi, şimdiden plastik beyaz eldivenlerini parmaklarına geçirmeye başlamıştı bile.
Doğrusu morg görevlisi olarak genç, güzel, çıtı pıtı bir hanımla karşılaşmak benim için çok hoş bir sürpriz olmuş, içimi birazcık olsun rahatlatmıştı. Seyrettiğim filmlerin, okuduğum çizgi romanların etkisiyle midir nedir, görevli olarak “Nötre Dame’nin Kamburundan biraz hakice bir kilise zangocuyla ya da kitaplığımdan hiç eksik etmediğim çizgi romanlarımdan Red Kit’teki gibi siyah uzun pardösülü, melon şapkalı, sıska, suratsız bir herifle karşılaşacağımı sanıyordum.
Soldan üçüncü odaya girdik. İçerideki ağır ilaç ve defin malzemesi kokusu genzimi yakmaya başlamıştı. Genç görevli “Mösyö Aleksandr… Mösyö Aleksandr…” diye fısıldayarak sıra sıra dizilmiş ceset soğutma dolaplarının önünde bir bir duruyor, gözlerini kısarak kapakların üzerine iliştirilmiş etiketlere bakıyordu. Sonunda bir dolabın önünde durarak raylı çekmeceyi göğüs hizasına kadar çekti, bize dönerek: Voüa… Mr. Aleksandr… Origin Turc” (İşte… Türk asıllı Mösyö Aleksandr) dedi.
O sabah erken saatlerde acı acı çalan telefonun sesine uyanmıştım. Görmekte olduğum güzel bir rüyanın, en tatlı yerinden bölünmesine homurdanarak ahizeyi elime aldığımda, dernek başkan yardımcısı Hamza boğuk, telaşlı bir sesle, “Hocam! Dün akşam saatleri Nancy yolunda meydana gelen kazada, Paris’te ikamet eden Kahramanmaraşlı bir Türk hayatını kaybetmiş. Şu an amcası yanımda. Cenaze nakil şirketinin ambulansı da Paris’ten yola çıkmış, öğleye doğru Saint Dizier’de olur herhalde. Cenazeyi senin yıkamam arzu ediyorlar” demişti.
Yirmi iki yıllık meslek hayatımda tek tük de olsa cenaze yıkamıştım ama ilk defa kazada can vermiş birini yıkayacaktım. Oldum olası cenaze işlerinden uzak durur, mecbur kalmadıkça sokulmazdım. Türkiye’de olsa yıkayıcı bulmak çocuk oyuncağıydı ama burada en yakın din görevlisi doksan kilometre uzaktaydı. Hem pozisyonumuz gereği (pasaportumuzda sosyal yardımcı yazıyordu) vatandaşın ölüsüne de dirisine de hizmet etmek boynumuzun borcu kabul edildiğinden karizmayı çizdirmek de vardı. Mecburen iş başa düşmüştü. Inşallah Paris’ten gelen şirket görevlisi işi biliyordur da o yıkar, ben de hortumla kıyısından bucağından su döküveririm diyordum. Sıcacık yatağımdan naz niyaz kalkıp (Fransızların hoşlanmadıkları bir durumla karşılaşınca somurtarak söyledikleri) “Tuh merd (pislik)!!!” diye şansıma söylene söylene tuvaletin yolunu tuttum.
Öğleye doğru merhumun amcası, cenaze nakil şirketi görevlisi ve demek başkan yardımcısı Hamza ambulansla demeğin önüne yanaştılar. Başındaki köşeli Anadolu kasketini nasırlı ellerinin arasında hamur yoğurur gibi ezip büken amca perişan bir vaziyetteydi, iki gözü iki çeşme ağlıyor, “Yigenim gavur gettin…” diyor başka bir şey demiyordu. Anlattığına göre Aleksandr, Türk ve Müslüman’dı, ancak Fransız vatandaşlığına geçerken Hüseyin olan ismini kolay iş bulmak umuduyla, amcasının tüm karşı çıkmalarına rağmen Aleksandr olarak yazdırmıştı. Amcayı sadece isim değiştirmekle din değiştirilmiş sayılamayacağına güçlükle ikna ederek biraz olsun sakinleştirdim. öğle namazım kıldıktan sonra cenaze nakil aracına doluşarak morga doğru hareket ettik.
işte şimdi, Türkiye’de görevliyken bucak bucak kaçtığım korkularımla yüzleşme zamanı gelmişti. Tekerlekli sedyeyi dolap hizasına ayarlayarak, boydan boya fermuarla kapatılmış plastik ceset torbasını sedyenin üzerine aldık. Cenazeyi sedyeden düşürmemek için yavaş hareketlerle yan odaya geçirdik ve teneşir benzeri otopsi masasının üzerine dikkatlice yatırdık. Cenaze Nakil Sirketi görevlisinin uzattığı ameliyatlarda giyilen kolları önden geçilmeli yeşil önlük ve beyaz eldivenleri alarak (istemeyerek de olsa) dini görevi yapmaya hazırlandım.
Fermuarı ağır ağır açarken göreceğim manzaradan ürküyordum. Başımı hafifçe yana çevirerek göz ucuyla baktım. İyi… Parçalanma yoktu. Bazı meslektaşlarımın kaza kurbanı cenazeleri yıkarken şahit olduklarını hatırlıyordum. Parçalanmış yüzler, yuvalarından fırlamış gözler, kafatası tankları, kopmuş kollar, bacaklar.
Mevtanın elbiseleri çıkarılmamış, kaza mahallinden öylece torbaya konup getirilmişti. Yer yer kana bulanmış elbiselerini makasla kesip çıkardık. Vücudunun çeşitli yerlerinde kurumuş kan lekeleri ve çizikler vardı ama genel olarak bir deformasyon göze çarpmıyordu. Sadece başının sol ön kısmında göçme, kesikler ve yoğun kanlanma vardı. Gözleri yarı aralıktı. “Vııyyy! Yigenimin güzleri açık getti!” diyerek dizlerini dövmeye başlayan amcayı kenardaki bir tabureye oturtarak güç bela sakinleştirdik.
Önce bütün vücudu şampuanla köpürttüğümüz süngerle ovalayarak iyice yıkayıp kan lekelerini çıkardık. Ardından ağzına ve burnuna su kaçırmamaya dikkat ederek, dualar eşliğinde güzelce bir abdest aldırdım. Daha sonra tekrar şampuanla üç defa baştan ayağa tertemiz yıkayıp duruladık ve üzerine kurulama havlularını serdik. Nispeten sakinleşen amcasının da yardımıyla otopsi masasından aldığımız cenazeyi tabutun içine yaydığımız kefene yatırarak yakasız gömleğini giydirdik, iç ve dış örtülerini sardık, ayak kısmını bağladık. Türkiye’ye götürüleceği için yüz kısmı açık kalacak, polis görüp onayladıktan sonra yüzü kapatılarak tabut mühürlenecekti.
Biraz sonra iki polis memuru geldi. Ellerindeki belgede bulunan fotoğrafla mevtayı kıyasladıktan sonra tabutu kapatabileceğimizi söylediler. Yüz kısmına biraz pamuk dolayarak kapattık ve kefenin baş kısmım da bağladık. Tabut vidalandıktan sonra polis memurları tarafından vidaların üzerine kırmızı balmumu dökülerek mühürlendi ve imza karşılığı Cenaze Nakil Şirketi görevlisine teslim edildi.
Üç kişi ellerimizi açarak, henüz otuz dört yaşında gurbet elde elim bir kaza sonucu vefat eden Hüseyin’imiz için dualar okuduk. Kim bilir ne hayallerle gelmiş, kolay iş bulabilmek amacıyla ismini bile değiştirmişti. Kahramanmaraş’tan başlayan bu umut yolculuğu, ne acıdır ki Paris Nancy arasında bir TIR’a arkadan çarparak feci bir şekilde sona etmişti.
Ambulansı Paris’e uğurlarken birkaç damla gözyaşının yanaklarımdan aşağıya süzülmesine engel olamadım, içimden gurbet türküleri söylemek geçiyordu. Benim de en büyük korkum gurbette ölmekti. Gurbette eşinden çocuklarından ayrı ölenin tüm günahlarının affedileceğine dair bir Peygamber sözü hatırlıyordum ama yine de Ölüm bir de vakitsiz olunca korkutucuydu.
Hüseyin’in kana bulanmış cesedi ve yan aralık gözleri birkaç gün rüyalarıma girdi. Ara sıra da olsa ziyaretime geleceğini, hatta kanka bile olabileceğimizi nereden bilebilirdim.
Aradan iki hafta kadar bir zaman geçmiş ve gündelik işlere dalarak Hüseyin’i unutmaya başlamıştım. Ama anlaşılan o ki Hüseyin beni unutmamıştı. Bir gece geç vakit mutfakta bulaşık yıkıyordum. Mutfak kapısı hafif aralıktı. Bir ara usulca açılır gibi oldu. Muhtemelen bana öyle gelmişti ama yine de irkilerek kapıya doğru döndüm. Hayır, aralık aynıydı. Tekrar önümdeki bulaşıklara döndüm. Az sonra serinliği ensemi yalayan hafif bir esintiyle birlikte yine kapıda aralanma olduğunu hissettim (büyüklerimiz hissedersiniz derler ya). Göz ucuyla baktığımda bir şey görünmüyordu ama Kahramanmaraşlı Hüseyin’in oradan kana bulanmış yüzü ve elbiseleriyle bana baktığı hissine kapıldım. Tüylerim diken diken olmuştu. Hemen bulaşığı bırakarak odama koştum ve televizyonumun sesini sonuna kadar açtım.
Bazı din büyükleri böyle bir durumla karşılaştığınız zaman okuyup üfleyin derler ama benim düşünceme göre okumak üflemek öteki boyutla irtibatınızı artıracağı için daha da ürpermenize ve korkmanıza yol açabilir. Bu durumda yapılacak en iyi şey televizyonda bir eğlence programı bulup unutmaya çalışmaktır. Eğlence programı bulamazsanız müzik setinize oyun havaları cd’si koyup oynayabilirsiniz. Ben Fransa’da ürperdiğim zamanlar (gecenin kaçı olursa olsun) müzik setine bir oyun havası koyar, sesini de komşuları rahatsız etmeyecek kadar açar, “Oyna Mehmet Hoca oyna!” der, çalar çalar oynardım. Çok faydasını gördüm.
Eğer size de yalnızken gelirlerse (ya da geldikleri hissine kapılırsanız) müzik setinize bir oyun havası çalın ve oynayın. Böylece gelen eğlence düşkünü bir varlıksa, “Bu da bizim kafadanmış!” diyerek neşenize ortak olup sizi rahat bırakacak, rahmani bir varlıksa da “Ohooooo!.. Bu uçmuş yavvv! Bundan hayır yok abicim”
…
“Mösyö İmam” için 4 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı
- Kitap AdıMösyö İmam
- Sayfa Sayısı236
- YazarMehmet Oyan
- ISBN6051117003
- Boyutlar, Kapak14x23 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sabah Uykum ~ Ahmet Batman
Sabah Uykum
Ahmet Batman
Belki bir kitabın aynı sayfasında ağlamışızdır. İşte bu haberimiz olmadığı halde dünyanın en güzel karşılaşması olabilir. Ben anlam veremiyorum yani neden bittiğine değil madem...
- Poe: Kısacık Bir Hayat ~ Peter Ackroyd
Poe: Kısacık Bir Hayat
Peter Ackroyd
Gotik, teatral bir kişilik, ürkütücü bir güzelliğin peşinde ölümün nefesiyle tutkuyla canlanan bir edebiyat… Detektif hikâyelerinin, bilimkurgunun öncüsü yazar ve dünyanın en önemli şairlerinden...
- Fatma – Dua Engel Tanımaz ~ Ahmet Bulut
Fatma – Dua Engel Tanımaz
Ahmet Bulut
Bizi Allah yolundan alıkoyan engeller nerededir? Hayatımızda mı, yoksa sadece kalbimizde mi? Hakikatte mi, yoksa sadece hayalimizde mi? Maddede mi, yoksa manevi yönlerimizde mi?...
Sondan üçüncü satırdaki “çalar çalar oynardım” olacaktı.Teşekkür ederim.
Uyardığınız için biz teşekkkür ederiz…
çok güzel bir kitap tavsiye ederim
Acaba bu imam şimdi neyapiyor