Dr. Bomgard şehre atanalı birkaç ay olmuştur ki, taşradaki eski yerine gönderilen arkadaşı Dr. Polyakov intihar eder. Ölmeden önce arkadaşına bıraktığı günlükte Polyakov, ölümüne sebep olan amansız bağımlılığı ağrıları için aldığı morfinin hayatını nasıl ele geçirdiğini ve sonunda gerçekle bağını nasıl yitirdiğini satır satır anlatmıştır. Morfin, Sovyet edebiyatının yasaklı ustası Bulgakov’un savaş sonrası dönemdeki morfinmanlık deneyiminden yola çıkarak yazdığı sarsıcı bir öykü.
I
Çok eski zamanlardan beri akıllı insanlar mutluluğun sağlık gibi olduğunu bilmiştir: Varken farkına varamazsınız. Ama aradan yıllar geçtiğinde yaşadığınız o mutluluğu nasıl anarsınız, nasıl anar ve özlersiniz!
Bana gelince, şimdi bakıyorum da, 1917 kışında mutluydum. Kar fırtınalı o coşkulu, unutulmaz yıl!
Kar fırtınası yırtık bir gazete parçası gibi kaldırmıştı beni, ıssız bir taşra kasabasından kente savurmuştu. Taşra kentinin nesi var diye soracaksınız, değil mi? Ama biri benim gibi bir buçuk yıl bir yere gitmeden günlerini kışın karların içinde, yazın seyrek, tekdüze ormanlarda geçirmişse; benim gibi bir hafta öncesinin gazetesini, sevgilisinden gelen açık mavi zarfı açar gibi, yüreği heyecanla çarparak açmışsa; benim gibi iki atlı bir kızakla on sekiz verst öteye doğuma gitmişse, beni ancak o anlar, diyebilirim.
Gaz lambası belki huzur verir insana, ama ben elektrikten yanayım.
İşte sonunda tekrar görmüştüm insanı ayartan o elektrikli ampulleri! Küçük kentin sıra sıra köylü kızaklarıyla dolu anacaddesi tabelalar ve kırmızı flamalarla süslüydü: Bir çizme, altın sarısı bir pretzel; “burada her zaman” –yurdumda pek çok olan bayram günleri hariç– otuz kapiğe tıraş olabileceğinizi yazan Basel berberinin camında, domuz gibi küstah bakışlı, saçları tuhaf kesilmiş bir delikanlının resmi.
Hâlâ içim titreyerek hatırlarım Basel’in peşkirlerini. Almanca ders kitabımızda, bir yurttaşın çenesinin altındaki büyükçe frengi çıbanının yer aldığı bir sayfayı hatırlatırdı bana.
Ne var ki o peşkirler dahi bozamıyor hatıralarımı!
Sokak başında gerçek bir polis dururdu; tozlu bir vitrinde tepsiye sıra sıra turuncu kremalı pastalar dizilmiş olurdu. Meydan taze saman kaplıydı, insanların kimi yaya, kimiyse kızakla geçiyor, aralarında konuşuyorlardı; bir kulübede dünün sarsıcı haberlerinin olduğu Moskova gazeteleri satılıyordu, biraz öteden Moskova trenleri ıslıklaşırdı. Sözün kısası, uygarlıktı bu, Babil’di, Nevski Bulvarı’ydı!
Hastaneden söz etmeye gerek yok. Cerrahi, iç hastalıkları, bulaşıcı hastalıklar, doğum üniteleri vardı. Pırıl pırıl bir otoklavın, gümüş gibi parlayan muslukların olduğu, dişleri, burguları, önemli aletleri ustalıkla tasarlanmış bir ameliyathanesi vardı. Hastanede bir başhekim, –benim dışımda– üç stajyer doktor, birkaç feldscher, sonra ebeler, hastabakıcı kadınlar, bir dispanser ve laboratuvar vardı. Hem de ne laboratuvar! Zeiss mikroskobu, çeşit çeşit boyaları olan bir laboratuvar.
Öyle etkilenmiştim ki ürpermiştim, içim buz kesmişti. Aralık ayı akşamlarında hava kararırken hastanenin tek katlı binalarında elektrik ışıklarının sanki bir emirle hep birden yanmasına alışmam birkaç gün sürdü.
Işık gözlerimi kamaştırıyordu. Banyolarda sular gürül gürül akıyordu; eski, ahşap termometreler sulara batıp çıkıyordu. Çocuk intaniye koğuşundan gün boyu iniltiler, acı dolu ince ağlama sesleri, hırıltılı tıkanma sesleri geliyordu. Hemşireler oradan oraya koşuşturuyordu.
Üzerimden bir ağırlık kalkmıştı. Dünyada olup biten her şeyin uğursuz sorumluluğunu üzerimde hissetmiyordum artık. Patlamış bir fıtığın suçlusu ben değildim; ters doğum yapacak bir kadını kızakla getirdiklerinde yüreğim hoplamıyordu; ameliyat gerektiren iltihaplı meme zarları hiç ilgilendirmiyordu beni. İlk kez, sorumluluğunun birtakım sınırları olan bir insan olarak hissetmiştim kendimi. Doğum mu? Elbette, şuradaki alçak binaya geçin lütfen – sondaki, tül perdeli pencereli oda; orada şişman, kızıl bıyıklı, saçları seyrelmiş, sempatik bir doğum doktoru bulacaksınız. Bu onun işidir. Kızakları tül perdeli pencereye doğru çekin. Açık kırık mı? Başhekimimize görünün. Akciğer iltihaplanması mı? Dahiliyede Pavel Vladimiroviç’e gidin.
Ah, ne harikadır büyük hastaneler, tıkır tıkır işleyen bir makine gibi! Ölçüsü önceden belirlenmiş yeni bir vida olarak girmiştim makineye ve çocuk bölümünü devralmıştım. Difteri, kızıl artık tüm günümü alıyordu. Ama yalnız ca gündüzlerimi. Geceleri uyumaya başladım; beni kalkmak zorunda bırakacak, tehlikeli, kaçınılmaz karanlığa dalmamı gerektirecek meşum gece tıkırtıları artık gelmiyordu penceremden. Akşamları kitap okumaya başladım – başta difteriyle, kızılla ilgili kitaplar; ama sonra Fenimore Cooper’a da tuhaf bir merak geliştirdim. Masanın üzerindeki elektrikli lambaya alıştım; semaverin altlığına düşen gri kömürlere, soğumuş çaya ve uykusuz geçen onca ayın sonunda gelen uykuya da.
Dolayısıyla, 1917 yılının kışında ıssız, kar fırtınalı bir taşra hastanesinden o şehre atandığım için pek mutluydum.
II
Bir ay çabucak geçti, arkasından ikinci bir ay daha, sonra üçüncü bir ay daha. 1917 sona erdi, 1918 Şubat’ı oldu. Yeni hayatıma alışmıştım ve o uzak beldeyi yavaş yavaş unutuyordum. Tıslayan gaz lambasının yeşil siperi de, yalnızlığım da, kar yığınları da zihnimde kayboldu. Nankördüm işte! Hastalıklarla tek başıma, hiçbir yardım almadan savaştığım, bir Fenimore Cooper kahramanı gibi kendi gücümle en zor durumlardan sıyrıldığım o ücra yeri unutmuştum.
Aslında kimi zaman, güzel bir uyku çekeceğimi düşünerek yatağa girdiğim zaman tam uykuya dalacağım sırada bazı silik şeyleri hatırlar gibi oluyordum. Yeşil bir parıltı, göz kırpan fener, kızakların gıcırtısı… kısa bir inilti, sonra karanlık, tarlalarda kar fırtınasının derinden gelen uğultusu… sonra bu hatıra da kaybolur, giderdi.
“Şimdi kim var benim yerimde acaba? Benim gibi bir genç doktor, herhalde. Öyle ya, ben görevimi yaptım! Muryovo, sonra Gorelovo Hastanesi’nde. Şubat, mart, nisan, hadi mayıs da olsun diyelim – sonra stajım sona erecek. Yani mayıs sonunda bu güzel kentten ayrılacak ve Moskova’ya döneceğim. Devrim beni kanatlarına alırsa, belki tekrar bir yerlere gitmem gerekecek… ama ne olursa olsun, o taşra hastanesini bir daha görmeyeceğim… Hiçbir zaman… Moskova… klinikler… asfalt, ışıklar…”
İşte böyle düşünüyordum.
“Ama taşrada çalışmış olmam yine de iyi oldu. Cesaretimi kazandım, korkmuyorum artık… Ne hastalıkları iyi ettim! Yalan mı? Psikolojik rahatsızlık gelmedi hiç… gelmiş miydi? Aslında, izin verin… kendini içkiye veren şu tarım uzmanı vardı. Onun tedavisini berbat ettim gerçi… Delirium tremensti onunki. Psikolojik rahatsızlıktan sayılmaz mı? Psikiyatri kitapları okumak lazım… gerçi boş ver… sonra, Moskova’da yaparız. Şimdilik öncelik çocuk hastalıkları, özellikle de çocuklara ne reçete yazılacağı. Körolasıca şey! On yaşında bir çocuğa ne ölçüde aminopirin vermek gerekirdi? 0,1 gram mı, yoksa 0,15 mi? Unuttum. Peki ya üç yaşındaysa? Yalnızca çocuk hastalıklarının bile derdi yeter. Elveda, pratisyenlik! Peki, bu akşam neden bu kadar çok hatırlıyorum orayı? Yeşil ışık… Öyle ya, orayla hesabı mı kestim, bütün bağlarımı temelli kopardım… neyse, yeter artık… uyuyayım.”
“Size bir mektup var. Elden teslim etmişler.”
“Verin bana.”
Hastabakıcı kapımın önünde duruyordu. Hastane armalı beyaz önlüğünün üzerine, yakası aşınmış bir palto giymişti. Ucuz mavi zarfın üzerinde kar taneleri erimişti.
Esneyerek sordum:
“Acilde bugün siz mi nöbettesiniz?”
“Evet.”
“Başka kimse var mı?”
“Yok, ben yalnızım.”
“Eğer birasta gelirse…” –öyle esnemiştim ki, “bir hasta” böyle çıkmıştı ağzımdan– “haber verin bana. Biraz daha uyuyacağım…”
“Olur, doktor bey. Gidebilir miyim?”
“Evet, evet. Gidebilirsin.”
Hastabakıcı gitti. Kapı gıcırtıyla kapandı; yatak odama terliklerimi yere pat pat vurarak döndüm, yürürken de zarfı açmaya çalışıyordum. Zarftan benim beldemin, hastanemin adresinin mührü vurulu, buruşmuş bir reçete formu çıktı. Unutamadığım o antetli kâğıt… Gülümsedim.
“Çok ilginç… bütün gece o belde hastanesini düşünürken birden karşıma çıkan şey… Önsezi midir nedir…” Damganın altında kurşunkalemle yazıldığı şüphesiz bir reçete vardı. Bazı Latince sözcükler zor okunuyordu; diğer kelimelerin üzeri çizilmişti.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıMorfin
- Sayfa Sayısı56
- YazarMihail Bulgakov
- ISBN9789750740374
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Misi Sultan Efsanesi ~ Levent Turhan Gümüş
Misi Sultan Efsanesi
Levent Turhan Gümüş
Üç yabancı, dumanlı Beyduran dağlarıyla çevrili Misya’ya geldiklerinde, bu nezih köyün insanları başta onlardan çekindiler. Kavasgiller dediler onlara. İki adamın bakışları yalçın kayalar gibi...
- Altıncı Koğuş ~ Anton Çehov
Altıncı Koğuş
Anton Çehov
Doktor Ragin’in yönettiği akıl hastanesindeki Altıncı Koğuş kilit altındaki hastaların tutulduğu özel bir bölümdür. Kurumda göreve başladığında, düzensizlik, hüküm süren pislik, hijyen eksikliği...
- Aldatılan Kadınlar; Hiç Aldatılmadıysanız Bu Kitap İçinize Şüphe Düşürecek… ~ Mehmet Coşkundeniz
Aldatılan Kadınlar; Hiç Aldatılmadıysanız Bu Kitap İçinize Şüphe Düşürecek…
Mehmet Coşkundeniz
Bugüne kadar hep aldatanların hikâyesini okuduk. İhanetin diğer tarafı; yani en çok yara alan, en çok acı çeken, en çok kırılanları ise bu hikâyelerin...