52 hafta, 52 sanat eseri ve bir dede-torun hikâyesi: Mona’nın Gözleri
On yaşındaki Mona görme yetisini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Doktorlar hastalığın gizemini araştıradursun, Mona’nın sanatsever dedesi Henry Vuillemin’in biricik torunu için bambaşka bir reçetesi vardır: Her hafta çarşamba günü buluşacak ve birlikte Paris’in en büyük üç müzesini (Louvre,
Orsay, Beaubourg) keşfe çıkacaklardır. Böylelikle Henry’nin planına göre Mona bir gün karanlığa yenik düşse bile zihninin derinliklerinde güzelliği ve cesareti saklayan görsel bir hazinesi olacaktır.
Dede-torun bir yandan tarihe iz bırakmış pek çok sanatçının eserlerini çözümleyip tartışırken diğer yandan hayal kırıklığı, yas, aşk, özgürlük, birey olmak gibi hayatın tüm renklerini ve meselelerini sanatın perspektifinden öğreneceklerdir.
Leonardo da Vinci, Rembrandt, Johannes Vermeer, Francisco Goya, Frida Kahlo, William Turner, Gustave Courbet, Édouard Manet, Claude Monet, Edgar Degas, Paul Cézanne, Vincent Van Gogh, Gustave Klimt, Raphaël, Camille Claudel, Marcel Duchamp, René Magritte, Pablo Picasso, Marina Abramovic ve çok daha fazlası bu yolculukta onları beklemektedir.
Sanat tarihçisi Thomas Schlesser, güçlü duygularla çevrili bu evrensel masalda okuru görmeyi öğrenmeye davet ederken sanatın insanın anlam arayışındaki vazgeçilmez yerini yeniden hatırlatıyor.
“Tüm dünyanın okumak için can attığı kitap.” – Le Figaro
“Güzelliğe ve bilgeliğe bir övgü.” – Le Parisien
Giriş
Görecek Hiçbir Şey Kalmadı
Her yer karardı. Cenazede giyilen giysilerin rengi gibi. Hemen peşinden noktacık misali parıltılar belirdi orada burada. Tıpkı acıya karşı koyayım derken ya da duygulanmamaya çalışırken yumruğumuzu sıktığımız gibi kısılmış gözkapaklarının berisindeki gözlerimiz beyhude güneşe dimdik bakınca ortaya çıkan cinsten parıltılar gibiydi. Tabii o, durumu hiç de böyle tanımlamamıştı. Keder, on yaşındaki körpecik ve endişeli bir çocuğun ağzından dümdüz çıkıyordu. Ortada ne güzelleme vardı ne de şiirsellik. “Anneciğim, her yer kapkaranlık!”
Bu sözcükler Mona’nın ağzından boğuk bir sesle çıkmıştı. Sitem miydi bu? Öyleydi, fakat bununla da kalmıyordu. İstemeye istemeye de olsa, annesinin ne zaman fark etse ciddiye aldığı nahoş bir ton takınmıştı. Çünkü Mona’nın bu dünyada “mış” gibi yapamadığı bir şey varsa, o da utanmaktı. Utanç kendini tek kelimeyle tavra, tonlamaya gizleyecekti ki zarlar atılmıştı. Hiç de hoş olmayan bir gerçek çıkmıştı ortaya. “Anneciğim, her yer kapkaranlık!” Mona kördü. Hadisenin belirli bir sebebi yok gibiydi. Öyle özellikle bir şey de olmamıştı.
Sağ elinde kalemi, sol avucunun altına sabitlediği defteriyle masanın tam da annesinin yağlı rostoyu sarımsakla çeşnilendirdiği köşesinde güzel güzel matematik çalışıyordu. Rahatsız eden kolyesini nazikçe çıkarmaya çalışıyordu Mona, alıştırma kâğıtlarının üzerinde sallanıyordu ve yazı yazarken kambur durmak gibi kötü bir alışkanlık edinmişti. Ağır bir gölgenin gelip her iki gözüne de çöktüğünü hissetti. Sanki böyle mavi, böyle iri, böyle doğal oldukları için cezalandırılmışlardı. Karanlık, olması beklenen biçimde, yani gece olurken ya da tiyatro salonunun ışıkları kısılırken olduğu gibi dışarıdan bir yerden gelmedi. Görme yetisini vücudunun içinden ele geçirdi. Okul defterine çizilmiş çokgenlerin görüntüsünü kesen şeffaflık geçmişti içinden: Kahverengi tahta masanın, uzağa koyulmuş rostonun, beyaz mutfak önlüklü annesinin, karo kaplı mutfağın, yan odada oturan babasının, Montreuil’deki apartman dairesinin, sokakların tepesindeki gri sonbahar göğünün, tüm dünyanın görüntüsünü…
Çocukcağız sanki bir lanetle karanlığa gömülüyordu. Mona’nın annesi telaşla aile hekimini aradı. Allak bullak bir şekilde kızının perde inen gözbebeklerini tarif etti. Doktorun sorusunun ardından kızının herhangi bir konuşma sıkıntısı çekiyor veya inme iniyor gibi durmadığını belirtti. “GİA1 geçirmiş gibi görünüyor,” deyiverdi adam, daha fazla bir şey söylemek istemeyerek. Şimdilik sadece yüksek dozda aspirin istedi, bilhassa da anında ilgilenmesi için bir meslektaşını arayacağı Hotel-Dieu hastanesine Mona’nın acil sevkini talep etti.
Meslektaşı aklına durduk yere gelmiyordu. Kendisi fevkalade bir pediatristti, ayrıca çok iyi bir göz doktoru olmasının yanı sıra çok yetenekli bir hipnoterapistti de. “Normal şartlarda körlüğün on dakikayı geçmemesi gerekirdi,” deyip telefonu kapattı. İlk acil çağrının üzerinden on beş dakika geçmişti bile. Küçük kız arabada ağlayıp şakaklarına vuruyordu. Annesi dirseklerinden tutuyordu. İçten içe bu küçük yusyuvarlak ve narin kafaya o da vurmak isterdi. Tıpkı çalıştırmak amacıyla bozulmuş bir makineye manasızca vurmak gibi. Eski, yalpalayan Wolkswagen’ının direksiyonundaki babaysa evladının kurbanı olduğu kötülüğü yakalamayı umuyordu. Kızmıştı, mutfakta bir şey olduğuna ve bunu ondan saklıyor olduklarına kanaat getirmişti.
Buhar bulutundan kötü bir düşüşe kadar olası tüm sebepleri tekrar tekrar sıralıyordu. Ama yok, Mona kırk defa söyledi: “Kendiliğinden oldu!” Babasıysa buna hiç mi hiç inanmıyordu: “Böyle durduk yere kör kalınmaz!” Lakin evet, böyle kör kalınırdı, bu da kanıtıydı. “Kalınırdı”daki gizli özne Mona’ydı şimdi. On yaşında ve göz yaşları sular seller gibi akan Mona. O gözyaşları ki, Ekim’in o pazar gününde bir yandan karanlık çöküp akşam olurken gözbebeğine yapışmış kapkara isi belki siler atarlar diye bekliyordu. Cité adasında hemen köşede bulunan Notre-Dame hastanesinin önüne varmaya ramak kalmıştı ki birden hıçkırıklarını kesip donup kaldı Mona: “Anneciğim, babacığım, geri geliyor!” Görme yetisini geri getirmek kolaylaşsın diye soğuk rüzgârın estiği sokakta durup boynunu öne doğru uzatıyordu. Gözlerini kapatan örtü yukarı kaldırılan bir stor perde misali havaya kalktı.
Çizgiler yeniden belirdiler, sonra yüz hatları, yakındaki nesnelerin eni, boyu ve derinliği, duvarların dokusu ve en canlısından en koyusuna varıncaya kadar renklerin tüm tonları. Çocuk, annesinin küçük silüetini gördü tekrar, uzun kuğu gibi boynunu ve annesinin incecik, babasınınsa kapkalın kollarını. Son olarak da kendisini sevinçle dolduran gri bir güvercinin uzaklarda uçtuğunu fark etti. Körlük önce onu ele geçirmiş, sonra da serbest bırakmıştı Mona’yı. Vücudun bir tarafından girip diğer tarafından çıkan bir mermi gibi onu delip geçmişti, zarar vererek şüphesiz ama aynı zamanda bedeni iyileşmeye bırakarak. “Mucize” diye düşündü babası, krizin ne kadar sürdüğünü titizlikle saymıştı:
Altmış üç dakika. Hotel-Dieu hastanesinin oftalmoloji bölümünde küçük kızın tanı ve reçete eşliğinde bir dizi teste tabi tutulmadan gitmesine izin verilmesi söz konusu bile değildi. Endişeye ara verilmişti, ama tamamen geçmemişti. Hemşire binanın birinci katındaki bir odayı gösterdi. Aile hekiminin haberdar ettiği pediatristin odasıydı bu. Dr. Van Orst melezdi, kelliğe erken yakalanmıştı. Kocaman, beyaz ve pasparlak önlüğü duvarların hastalığı çağrıştıran yeşiliyle tezatlık yaratıyordu. Yüzüne neşeli kırışıklıklar yerleştiren kocaman gülümsemesi onu sempatik kılıyordu. Bununla birlikte pek çok dram da biriktirmişti bu kırışıklıklarda. Öne atılıp “Kaç yaşındasın sen bakayım?” diye sordu sigaranın bozduğu sesiyle. * Mona on yaşındaydı. Onu seven anne ve babasının tek kızıydı. Annesi Camille kırkına yaklaşıyordu.
Boyu ortalamaydı, kısa ve karmakarışık bir saç modeli vardı. Sesinde varoşların cüretkârlığından uzak bir iz vardı. Kocasının dediği üzere, “hafif uçuk kaçık” olması cazibesine cazibe katıyordu, ama müthiş bir kararlılıkla da desteklenmişti. İçindeki anarşi durmaksızın otoriteye karışıyordu. İyi, ilgili ve gayretli bir çalışan olarak iş ve işçi bulma kurumunda çalışıyordu –en azından gündüzleri. Öğleden sonrasıysa başka bir iş yapıyordu, bile isteye kendini yoruyordu. Yalnız kalmış yaşlılardan tutun şiddet görmüş hayvanlara varıncaya kadar tüm işler yolundaydı.
Paul’se elli yedi yaşındaydı. Camille onun ikinci karısıydı. İlk karısı en yakın arkadaşıyla kayıplara karışmıştı. Yakaları giymekten aşınmış gömleklerini unutturmak için kravat takıyordu ve özellikle 1950’li yılların Amerikan kültürüne, müzik otomatlarına, pinball makinelerine, posterlere hayran bir ikinci el satıcısı olarak çalışıyordu. Her şey ergenlik çağında kalp şeklindeki anahtarlıkların koleksiyonunu yapmasıyla başladığı için satmak istemediği ve kimsenin de ilgisini çekmediği bir dizi anahtarlığı vardı. İnternetin gelişmesiyle Montreuil’ün ücra bir yerindeki dükkânı az daha kepenklerini indiriyordu. Nihayetinde o da işe koyuldu, durmadan güncellediği ve İngilizceye çevirdiği internet sitesiyle uzmanlığını sergiledi. Yok denecek kadar az olan ticari zekâsına rağmen, kendisini düzenli olarak batmaktan kurtaran nezaketli koleksiyonculara güveniyordu. Geçen yaz Gottlieb’in 1955’ten kalma Wishing Well pinball makinesini onarmıştı ve on bin avro gibi küçük bir gelir elde etmişti. Aylar süren yokluğun ardından hayırlı bir kazanç…
Sonra yine koca bir hiç. Kriz deniyordu buna. Paul dükkânda her gün bir kırmızı şarap açıyordu, sonra da onu kupaymışcasına Marcel Duchamp’ınkinden sonra piyasada üreyen kirpi şeklindeki şişe askılıklarından birine takıveriyordu. Kimseyi suçlamadan kadehini tek başına kaldırıyordu. İçinden Mona’yla kadeh tokuşturuyordu. Mona’nın sağlığına, şerefe. * Hemşire testler için çocuğu hastanenin labirent gibi koridorlarında sürüklerken koca bir koltuğa yerleşmiş Dr. Van Orst, Paul ve Camille’e ilk tanıyı söyledi: “GİA, ya da geçici ismik atak.” Bu, kanın organlara akışının geçici olarak durduğu ve işleyiş bozukluğunun nedeninin bulunması gerektiği anlamına geliyordu. Ancak Mona’nın vakasının onu telaşlandırdığını söyleyerek devam etti. Bir yandan, onun yaşındaki bir kız için ender olan bu atak çok şiddetli gibi duruyordu; zira iki gözü de etkilenmişti ve üzerinden bir saat geçmişti.
Diğer yandan, hareket etme ve konuşma kabiliyetlerini de kaybetmemişti. Şüphesiz MR taraması çok daha fazlasını söyleyecekti. “Kendinizi en kötüsüne hazırlamanız lazım,” diye ekledi kaygıyla. Mona bir plakanın üzerine, korkunç bir makinenin içine uzandı ve kıpırdamadan kendini usulca içine bırakıverdi. Kolyesini çıkarması istenince reddetti. Büyükannesine aitti; ince bir balıkçı misinasına takılı küçücük bir deniz kabuğu olan kolye ona şans getiriyordu. Her gün boynundaydı. Sevgili “Dedişko”su da aynısından takıyordu. İki tılsımın onları birbirine bağlandığını düşünüyordu, dedesinden koparılmış gibi hissetmek istemiyordu.
Kolye metal içermediğinden MR sırasında takmasına izin verildi. Sonra alacalı ışıltıları olan orta uzunluktaki kahverengi saçlarla çevrili, yuvarlak bir ağzın kondurulduğu tatlı mı tatlı kafası fabrika gürültüsünün yankılandığı devasa bir kutuyla çevrildi. Mona işkencenin sürdüğü on beş dakika boyunca tabuta biraz olsun karşı koymak, mizah ve hayat aşılamak için hiç ara vermeden şarkılar söyledi. Annesinin onu pışpışladığı zamanlarda mırıldandığı tatlı bir ninniyi söyledi kendi kendine. Süpermarketlerde durmadan çalan ve saçları jöleli genç oğlanlarla dolu klibini sevdiği bir pop şarkısı söyledi. Dile dolanan reklam müziklerini söyledi. Babasını sinirlendirmek için sözlerini haykırdığı ve başarısız olduğu güne ithafen “Yeşil Fare” şarkısını da söyledi. MR sonuçları çıktı.
Dr. Van Orst teselli etmek için can attığı Camille ve Paul’ü yanına çağırdı. Hiçbir şey yoktu sonuçlarda. Kesinlikle bir şey yoktu. Kesitlerde beyin anatomisi yalnızca türdeş alanların gözükmesine müsaade ediyordu. Bu kısımda tümör yoktu. Gece boyunca gözbebeklerinin derinliklerinden iç kulağa varıncaya kadar diğer muayeneler de kanın, kemiklerin, kasların, damarların içinden geçilerek aralıksız olarak yapıldı. Buralarda da bir şey yoktu. Fırtına sonrası sessizlik. Böyle bir şey hiç yaşanmış mıydı ki? Hotel-Dieu’nün koridorlarında yitip gitmiş olan saatin kadranı sabahın beşini gösteriyordu. Camille’in aklına bir çocuk şarkısı geldi: “Valla sanki kötü bir varlık Mona’nın gözlerini ona geri vermeden önce çalıp gitmişti,” diye içini döktü yorgun bir şekilde kocasına. “Sanki kurbanı karıştırmış gibi,” diye ekledi Paul de. Veyahut da bir işaret, bir uyarı yollamıştı ve şimdi de suçunu tekrarlamaya hazırlanıyordu, diye düşündüler sessizlik içinde.
Okul avlusunda zil sesi yankılandı. Madam Hadji’nin hizaya soktuğu öğrenci seli ikinci kata vardı. Öğretmen, arkadaşları Mona’yı Azizler Yortusu tatilinin dönüşüne kadar göremeyecekleri konusunda dördüncü sınıf öğrencilerini bilgilendirdi. Haberi Camille’den henüz almıştı, kadın olayların vahametini gizlemeden kâbus dolu gece hakkında hemen hemen her şeyi anlatmıştı. Çocuklar soru sordular elbette: Herkesten bir hafta önce tatile çıkmaya hakkı var mıydı ki? “Birazcık hasta,” demekle yetindi öğretmen, söylediğinden kendi de tatmin olmayarak. “Birazcık hasta ha, şansa bak ya!” diye bağırdı üçüncü sıradaki Diego, tiz sesi tüm sınıfın onayını aldı. Çünkü çocukların büyük bir kısmı için hastalık özgürlüğe kapı aralar…
Sınıfın en köşesinde, tebeşir tozlu perdelerin hemen yanında Mona’nın en iyi arkadaşları olan ve odasının her metrekaresini bilen Lili ve Jade vardı; hâlâ bir şeyler zırvalıyorlardı. Ah Ah! Ne çok isterlerdi şu an onunla birlikte olmayı! “Birazcık hasta”. Tamam hasta da, günlerini babasının ikinci el dükkânında geçirecek kesinlikle,” diye düşünüyordu Lili. Gözlerini Mona’nın boş kalan yerine çeviren Jade da Amerika kokan eski eşyalarla dolu mütevazı dükkânda oynadıkları türlü türlü oyunları ve anılarını düşünerek keyifle Mona’nın yanlarında olduğu günleri yad ediyordu. Çocukları hayallere daldıran tüm o ışıklı, eğlenceli ve gizemli ıvır zıvırları. Ancak Lili karşı çıktı: “Hayır ya, hasta olduğunda Dedişko’su gelip ona bakar, fakat o adam beni korkutuyor.” Jade kendisini hiçbir şeyin, özellikle de Mona’nın dedesinin korkutmadığını Lili’ye göstermek amacıyla zorla alaycı bir kahkaha attı. Fakat içten içe ona hak veriyordu: Doğruydu, tok ve derinden gelen bir sesle konuşan bu yaşlı, dev gibi, incecik ve yüzü façalı adamın karşısında o da korkuyordu…
*
“Alo, babacığım, benim ben.” Uzuvları uyuşmuş Camille, babasını aramaya karar verdiğinde öğlen vaktiydi. Cep telefonu kullanmayı reddeden Henry Vuillemin, aramaları daima sabit telefonundan kuru ve hiddetli bir “buyurun” ile yanıtlar, coşkuya hiç fırsat vermezdi. Kızı bu huyundan nefret eder ve her seferinde henüz hayattayken annesinin telefonu açtığı zamanları özlerdi. “Babacığım, sana söylemesem olmaz. Dün akşam korkunç bir şey oldu,” dedi heceleyerek Camille. Duygularına hâkim olmaya çalışarak her şeyi sırasıyla anlattı. “Eee?” diye sordu Henry sabırsızlıkla. Fakat Camille anlatırken gözyaşlarını o kadar uzun süre tutmuştu ki kocaman bir hıçkırık bedenini şişirip nefesini kesti. Cevap veremedi. “Canım benim, eee?” diye ısrar etti babası.
Bu beklenmedik “canım benim” temiz hava gibiydi. Nefesini içine çekip verdi: “Yok bir şey! Şimdilik yok bir şey. Her şey yolunda. Sanırım.” Böylece Henry uzun bir oh çekti, ardından boynunu geriye atıp başını döndürdü. Tavanının kabartmalarındaki dolgun meyvelerin, kıvrımdalların ve bahar çiçeklerinin neşeli desenlerini seyretti. “Ver de bir konuşayım.” Ancak salondaki tekli koltukta kırmızı örtünün altına kıvrılmış Mona uyuyup kalmıştı. Şair Ovidius, bilincin uykuya daldığı safhayı kucak açan, gevşeten ve tembelleştiren kocaman bir mağaraya girmek gibi tanımlıyordu: Uyku Tanrısı. Güneş Tanrısı Apollon’un erişemediği bir oyuk yaratıyordu. Mona insan ölçeğine göre bu gizemli ve değişken bölgelere yapılan seyahatlerden daha düzenli bir seyahat olmadığını öğrenmişti dedesinden… Bu yüzden de hayat boyu yürünen bu toprakları ihmal etmemek tavsiye edilirdi.
*
Dr. Van Orst, ilerleyen günlerde yeni muayenelere başladı. Hâlâ belli bir anomali göstermiyorlardı. Bu altmış üç dakikalık körlük açıklanamıyordu. Öyle ki pratisyen hekim, kasla ilgili bir bozukluk olduğu varsayılan “geçici ismik atak” demeye çekiniyordu bundan gayrı, pek emin değildi. Net bir tanı olmadığından Mona’ya –ve ebeveynlerine– hipnoza başvurmayı önerdi. Bu fikir Paul’ü şaşırttı. Küçük kıza gelince, bunun ne olduğunu bildiğinden emin değildi. Bu kavramı okulda konuşulurken belli belirsiz duyduğu, ürkütücü fular oyununa2 benzetiyordu. Van Orst bu yanlış algıyı düzeltmek için Mona’yı hipnoza sokarken onu geçici olarak kontrolü altına alabileceğini açıkladı. Böyle bir deneyim, zamanda geriye gitmesine ve Mona’nın görme yetisinin kaybolduğu o gerçek ana dönmesine, o anı tekrar yaşatmaya ve muhtemelen sebebi tespit etmesine olanak tanıyacaktı. Paul karşı çıktı. Söz konusu dahi olamazdı, tehlikeliydi bu. Van Orst ısrar etmedi. Bir çocuğun etkili bir biçimde hipnoz edilmesi için güven ortamı sağlanmalıydı. Lakin Mona’nın önyargısı ve babasının öfkeli çıkışı ortasında artık her yer mayın tarlasıydı. Camille’e gelince, o tek kelime etmemişti. Van Orst, genç hastaya klasik bir sağlık programı da çıkarmıştı: Haftalık kan ve damar kontrolleri, on günde bir göz doktorunu ziyaret etmek. Paul ve Camille’i semptomatik karakteristik taşıyan her tür öznel işareti göz ardı etmemeleri konusunda tembihledi. Bu da kızlarının duyularına karşı son derece dikkatli olmaları gerektiği anlamına geliyordu.
Bu konuda bir çocuk psikiyatristine danışmalarını tavsiye etti: “İşin aslı, tedavi edici olmasından ziyade her zamanki gibi önlem alalım diye.” Paul ve Camille doktorun önerilerini şaşkınlıkla dinliyorlardı, fakat akıllarını kurcalayan tek bir soru vardı: “Mona nihayetinde görme yetisini kaybedecek miydi?” İlginçtir ki Dr. Van Orst hiçbir aşamada herhangi bir nüksetme tehdidi olduğundan bahsetmedi, ebeveynlerinin düştüğü dehşete rağmen bu konuyu konuşmaktan kaçındılar. Hatta birbirlerine, “Eğer doktor bile bu konudan kaçıyorsa konuşulmaya gerek olmadığı içindir,” dediler. Henry Vuillemin kızıyla konuyu yüz yüze konuştu. Yıkıma sebep olacaksa bile sorulardan kaçacak biri değildi. Eli telefona pek gitmeyen biri olarak, sırf Mona’nın sesini duymak için o hafta telefon görüşmelerini sıklaştırdı.
Sıcak ve heyecanlı bir ses tonuyla Camille’i darlıyordu: Evet miydi, hayır mıydı? Hayatının en değerli parçası olan sevgili torunu kör mü kalacaktı? Henry, Mona’yı görmek için ısrar ediyordu ancak Camille onun bu isteğini edebiyle geri çevirememişti. Körlük krizinden tam bir hafta sonra, yani pazar günkü Azizler Günü’nde gelmesini önerdi. Bu sohbeti tahmin eden Paul kaçarcasına oradan ayrıldı ve bir kadeh boğaz gıcıklayan Burgonya şarabını neredeyse fondipledi. Kayınpederinin karşısında kendini acınacak derecede kötü hissediyordu. Mona ise tam aksine haberi duyunca sabırsızlandı. Görmüş geçirmiş metanet dolu bu dedeyi çok seviyordu. Hatta öyle seviyordu ki yanından geçenlerin, uzun gölgesine ve kalın çerçeveli kare gözlüklerine hayran hayran bakmalarına bile bayılıyordu. Onun yanındayken kendini güvende hissediyordu. Bu dünyadan alıp götürüyordu onu. Henry onunla her daim bir yetişkinle sohbet eder gibi sohbet etmeye çalışırdı. Bu asimetriyi isteyen ve zevk alan Mona’ydı, bayılıyordu buna. Anlamamaktan hiç mi hiç korkmuyor, hatalarla yanlış anlamalara gülüyordu. Zira karşılığında kendine özgü ifade şeklinin izinden gidiyordu ve bu elbette ki bir oyundan ibaretti. Henry onu çok bilmiş bir maymuna çevirmek istemiyordu. Gençlerin hatalarını bulup üstenci bir sesle onları düzelten o komik dedelerden olmak istemiyordu, yapısında yoktu. Ona hiç ödev yaptırmamış, karnesine karışmamıştı. Ayrıca Mona’nın cümleleri ifade ediş şekillerine hayrandı. Neden mi? Bunun cevabını o da bilmiyordu.
Anlamakta zorlanıyordu. Başından beri onun çocuksu dilindeki bir şeye takılmıştı, peşini bırakmıyordu. Bu diline bir artı mı katıyordu yoksa onu daha az bilmem ne mi kılıyordu? Bir nitelik miydi yoksa kusur muydu? Bu izlenim daha da sıkıntılıydı çünkü yeni bir şey değildi. Mona’nın “minik ezgisi”nde Henry’nin bir gün iyice dinleyerek çözeceği bir bilmece gizliydi. Camille bazen bu “gerçek olamayacak kadar iyi” olduğunu düşündüğü ilişkinin kendisini şaşırttığını kabul etse de kusursuzca ilerlediğini ve kızının bu ilişkiden mutlu olduğunu kabul ediyordu.
Victor Hugo’nun Dede Olma Sanatı adlı eserinden alıntı yapmaya bayılan Henry, duymak isteyenlere aktarımın temel ilkelerinden birini hatırlattı: Sanki her yeni sözcük beynimizin o engin tarlasında halihazırda çiçek açmış bir ağaç olmak zorundaymışçasına birinin bize söylediği her şeyi hemencecik anlamanız önemli değil. Karıklar kazıldığı ve tohumlar ekildiği sürece çiçekler açmaları gerektiği zaman açacaklardır. Karıklar ve tohumlar, Henry Vuillemin’in ilk vurgudan itibaren sizi kendine bağladığı zengin ve sağlam bir kelime akışıydı, böylece dikkatinizin dağılmasına izin vermezdi. Çok basit bir konuşma biçimiydi, ama öyle zengindi ki insanı mutlu ediyordu. Yavaşlamadan önce zaman zaman hızlanan, sonra da hafif bir duygulanmayla konuşmayı taçlandıran bir hikâye anlatıcısıydı. Kendi halinde bir alimlik ve deneyim abidesiydi.
Dolayısıyla “Dedişko”yla ilişkisi çok farklıydı. Büyükanne ve büyükbabalardan torunlara, torunlardan büyükanne ve büyükbabalara uzanan mucizevi bir bağ oluşur bazen; varoluşsal bir eğriyle birlikte yaşlılar tam yaşlılıklarının doruğundayken ilk gençliklerine dönerler ve hayatın baharını herkesten daha iyi kavrarlar. Henry Vuillemin, Ledru-Rollin caddesinde Art Nouveau tarzına öykünen dar, ahşap kaplı bir işletme olan Peintre bistrosunun hemen üst katında güzel bir dairede oturuyordu. Her sabah bistroya iner, aynı şeyleri yapardı: Kahve ve kruvasan söyler, ulusal gazeteyi okur, müşterilerle ve moladaki garsonlarla zaman zaman sohbet ederdi. Kendini eski bir dünyaya ait hissediyordu. Rutin halinde yavaş adımlarla Bastille meydanına yürüyor, Faubourg-Saint-Antoine caddesinde vitrinde bulunan mobilyaları incelemeyi seviyor, Richard-Lenoir bulvarının orta şeridinden République meydanına geri yürüyor, sonra tekrar Voltaire bulvarına dönüyordu. Öğleden sonra nihayet evinde oluyor, tavana kadar yığılmış sanat kitaplarını inceliyordu. General de Gaulle’den bir santimetre daha uzun olan Henry basamaklı tabure ya da merdiven olmaksızın çıkıp en ulaşılmaz kitapları alıyordu ve ilginçtir ki onu en çok çeken de bu kitaplar oluyordu. Hafızası çok kuvvetliydi.
Yine de bildikleri hakkında konuşmaya yatkınlığı ve alçakgönüllülüğü arasında bir ayrım yapmak zorunda kaldığı oluyordu. Mona bu kuralı biliyordu. Dedesinin bahsetmediği tek şey, onu yedi yıl önce dul bırakan Colette Vuillemin’di. Babası gibi Camille de bu konuda tek kelime etmemişti. Çocuk zaman zaman bir gedik açmaya çalışsa da ölüm sessizliğiyle karşılaşıyordu. Colette hakkında konuşulmuyordu. Asla ve kat’â. Bu tabunun tek istisnası, Henry’nin ölen karısının hatırası niyetine boynunda taşıdığı aksesuardı. 1963 yazında Fransız Rivierası’nda onunla birlikte yerden topladığı misinaya takılmış küçük tatlı bir deniz kabuğuydu bu. Gününü tam hatırlayamıyordu ama kavurucu sıcağı ve Colette’e verdiği bir sürü sözü hatırlıyordu. Dediğimiz gibi, Mona büyükannesinden miras kalan kolyeyi takıyordu. Hepimizin kendimize has yemin etme biçimleri var. Henry Vuillemin “yeryüzünde güzel olan her şey üzerine yemin ederim” diye ederdi. Mona bu ifadeyi duyduğunda çok şaşırır, gülse mi gülmese mi bilmediğinden kafası karışık bir kahkahayla omzunu silkerdi. Yeryüzünde olan güzel şeyler aynı anda hem her şeydi hem de hiçbir şey. Hem saygıdeğer dedesinin de bunlardan biri olup olmadığını merak ediyordu. Henry belli ki çekici bir genç adamdı ve hâlâ heybetli, çekici ve göz alıcıydı.
Bir deri bir kemik kalmış seksenlik endamı müthiş derecede hoş bir dinçlik ve zekâ saçıyordu. Ama yüzü façalıydı; sağ tarafında elmacık kemiğinin altından başlayıp kaşına kadar uzanan bir yara izi vardı. Yaralanırken çok acı vermiş olmalıydı. Sadece derinin bir kısmını değil, korneanın bir parçasını da koparmıştı. Savaştan yadigârdı. Korkunç bir yadigâr. 17 Eylül 1982’de Agence France-Presse adına Lübnan’da foto muhabirliği yaparken bir Falanjist engellemek için onu yaralamıştı. Şatila kampına yaklaşıyordu. Söylentiye göre bu kampta katliamlar yapılıyor, Başkan Beşir Cümeyyil’in öldürülmesine misilleme olarak Filistinli mülteciler yargılanmadan keyfi bir şekilde infaz ediliyordu. Olayların gerçekliğini teyit etmek, onlara tanıklık etmek istemişti. Yoluna insanlık dışı bir şiddetle taş koyulmuştu. Henry çok kan kaybedip gözünü kullanamaz hale gelmişti. Bu sakatlık, uzun boyu ve yıllar içinde gittikçe belirginleşen zayıflığıyla birleşince görünüşüne olağandışı bir hava katmıştı. Eddie Constantine’e benzeyen yakışıklı muhabir efsanevi bir figür haline gelmişti.
*
Mona, Azizler Günü’nde iyi durumdaydı. Ebeveynleri Mona’nın geçirdiği o zor Kasım ayını neşeli hale getirmek için çok uğraşmıştı. İki dostu Jade ve Lili oyuncakların hayat bulduğu animasyon filmi Toy Story’yi izlemek için uğramışlardı. Etrafta oynayıp duruyorlardı. Özellikle de Jade. Çekik Avrasyalı gözleri, koyu teni ve muntazam taranmış saçlarıyla yaramaz ve güzel bir kızdı. Yine de şaşırtıcı bir tutkusu vardı ve ona göre hareket ediyordu: Suratını şekilden şekle sokmak. O uyum içindeki yüz ifadesini alışılmadık ve gülünç ifadelerin öfkeli oyuncular gibi akıp gittiği hareketli ve dengesiz bir tiyatroya nasıl dönüştüreceğini iyi biliyordu. Mona her zaman daha fazlasını yapmasını istiyordu, buna bayılıyordu.
Saat dokuzda diyafon çaldı. Paul dudaklarını büzüp kaşlarını kaldırdı. Camille düğmeye bastı: “Baba?” Ta kendisiydi, o an kapıda belirmişti. Paul onunla selamlaştıktan sonra Jade ve Lili’yi evlerine götürmek üzere yola çıktı; bu sırada Mona, annesi ve dedesi hep birlikte evdeydiler. Önüne geçilemeyen bir sevinç gösterisinin ardından, başından geçen talihsiz olayı iki arkadaşına anlatmamaya özen gösteren küçük kız, altmış üç dakikalık çilesini ve hastanede çektiği acıları ayrıntılarıyla anlattı. Camille araya girmiyordu. Henry, Mona’nın dur durak bilmeden konuşmasını dinlerken bir yandan da çocuğun odasını klinik bir gözle inceliyordu. Büyüleyici dekorlara rağmen yatak odası bile son derece iç karartıcı görünüyordu. Çiçek çelenkleriyle süslü duvar kâğıtları, kalp ya da hayvan şeklinde pullarla süslenmiş biblolar, pembe ya da kahverengi sevimli oyuncaklar, ergenlik çağını henüz geride bırakmış ünlülerin abartılı posterleri, plastik takılar, çizgi filmlerdeki prenses mobilyaları… Çarşamba pazarı gibi olan bu odanın cafcaflı renkleri onu esir aldı.
Zevksizliğin hâkim olduğu bu yerde güzelliği dair iki şey vardı: Paul’ün kelepir bulduğu, Mona’ya verip küçük çalışma masasının üzerine astığı 1950’lerin sanayi sonrası Amerika’sından kalma mafsallı kollu sağlam bir lamba. Bir de yatağın üzerinde, bir çerçevenin altında asılı duran, bir tablonun teksir edildiği bir sergi afişi. Afişteki renkler ince ve soğuk tondaydı. Yüzü arkaya dönük şekilde öne eğilmiş, beyaz kumaş kaplı bir tabureye oturmuş, sol ayak bileğini sağ dizinin üzerine atmış çıplak bir kadını resmediyordu. Bir köşesinde “Orsay Müzesi Paris-Georges Seurat (1859-1891)” yazıyordu. Bu istisnalara rağmen Henry üzücü bir gözlemde bulunmuştu. Çocukluk döneminin büyük bir kısmını, âdettendir ya, hep gereksiz ve çirkin nesneler kaplıyordu. Mona da bundan nasibini almıştı. Güzellik, yani gerçek sanatsal güzellik, onun günlük yaşamına yalnızca gizli kapaklı yollardan giriyordu. Henry bunun son derece normal olduğunu fark etti: Rafine zevkin oluşması, duyarlılığın inşası sonradan gelecekti. Bunun dışında, ki bu düşünce boğazını düğümlüyordu, Mona az daha görme yetisini kaybediyordu. Şayet ilerleyen günlerde, haftalarda ya da aylarda gözleri tamamen kapanırsa hafızasında olanlar, yani yalnızca parlak ama boş şeyler ona baki kalacaktı. Karanlığa gömülü, dünyanın ürettiği en kötü şeyleri zihninde canlandırıp durduğun bir hayat mı? Mümkünatı yoktu bunun. Korku vericiydi. Henry akşam yemeğinde kızının canını sıkacak derecede sessiz ve mesafeliydi. Mona nihayet uyumaya gittiğinde Camille de kararlı bir edayla sesleri bastırmak ve çocuğun hiçbir şeyi duymaması için eski bir krom müzik kutusunda çalan Coltrane saksafonun sesini açtı. “Baba. Mona şimdilik hazmetmiş gibi,” dedi sözcükleri konusunda tereddüt ederek, “olanları hazmetmiş gibi duruyor.
Ama doktor bir çocuk psikiyatristine devam etmesini öneriyor. Muhtemelen tuhaf gelecek ama onu randevusuna sen götürebilir misin diye düşünüyordum. Böylece güvende hisseder…” “Psikiyatrist mi? Kör olmasını engelleyecek şey bu mu yani?” “Olay bu değil baba!” “Bence bu ve siz doktora sormaya cesaret edene kadar da öyle kalacak! Bu arada doktor kim?” Sohbete katılmaya çalışarak, “Adı Van Orst, çok iyi bir doktor,” diye nezaketsizce lafa atladı Paul. “Baba, bir dur,” dedi Camille. “Beni dinle. Paul ve ben Mona’ya bir şey olmaması için elimizden gelen her şeyi yapacağız, anladın mı? Ama on yaşında ve hiçbir şey yaşamamış gibi davranamıyoruz. Doktor psikolojik dengesinin öncelikli olduğunu söylüyor. Bu yüzden sana sadece ilgilenip ilgilenemeyeceğini soruyorum, zira Mona’nın sana güveneceğinden eminim. Beni dinliyor musun baba?” Henry gayet iyi dinliyordu. Fakat tam o an, saniyeler içinde aklına kıskançlıkla kendine sakladığı bir fikir geldi. Hayır, torununu çocuk psikiyatristine götürmeyecekti… Gençliğinin bahşettiği çirkinliği telafi edecek baştan aşağı farklı bir tedaviye onu tabi tutacaktı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMona'nın Gözleri (Şömizli)
- Sayfa Sayısı400
- YazarThomas Schlesser
- ISBN9786050848717
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kanatların Çağrısı ~ Agatha Christie
Kanatların Çağrısı
Agatha Christie
Bu birbirinden değişik on iki öykü, Agatha Christie'nin çok yönlü eşsiz bir yazar olduğunu kanıtlıyor. Kırmızı Işık ve Dördüncü Adam, sizleri heyecandan kıvrandırırken, Radyo adlı ironik öyküden gaddarca zevk alacaksınız. Ölüm Habercisi Köpek ise dehşetle tüylerinizi ürpertecek.
- Davetiye ~ Vi Keeland
Davetiye
Vi Keeland
Aşk bazen gün gibi ortadadır. Bazen de… Şehrin en büyülü mekânında gerçekleşecek düğüne hiç beklenmedik bir davetiye almıştım. Fakat ufak bir sorun vardı: Davetiye...
- Artık Hiçbir Yer Ev Değil ~ John Boyne
Artık Hiçbir Yer Ev Değil
John Boyne
Kullanılıp Atılmış Kimliklerle Dolu Bir Yaşam: Gretel’in Hikâyesi John Boyne’un, Nazi toplama kamplarının sarsıcı gerçekliğini iki çocuğun gözünden anlattığı klasikleşmiş romanı Çizgili Pijamalı Çocuk’un devamında...