Mirasçılar Neandertal insanının Homo sapiens’le karşılaşmasının ardından uğradığı yıkımın öyküsüdür. William Golding 1955 tarihli romanında, bilinmeyen “öteki”ne karşı duyulan korkuyu, Neandertallerin dünyada son günlerini yaşadığı tarihöncesi döneme yerleştirir. Golding’in Neandertal insanı dönemin bilimsel bulgularıyla tam bir uyum içinde değildir. Öldürmenin “kötülüğüne” inandığından doğada bulduğu yiyeceklerle yetinir. Golding ona bir din ve telepati yeteneği de atfeder. Son dönemde İspanya ve Fransa’da Neandertaller tarafından yapıldığı tespit edilen mağara resimlerinin, erken modern insandan ayırt edilemeyecek bir bilişsel kapasiteye işaret ettiği göz önünde bulundurulursa, bu konudaki bilimsel bulguların her geçen gün güncellenmeye devam edeceği ortada. Zaten Golding de bilimsel gerçeklerle uyumlu bir yapıt ortaya koymayı değil, insanı insana anlatan alternatif bir tarih sunmayı hedeflemiş; uyguladığı şiddetle ve iktidar mücadeleleriyle modern insanın atası olan Homo sapiens’in değil, dış dünyada varoluşunu sürdürmek için gerekli donanımdan ve algılarını tutarlı düşünce dizilerine dönüştürme yeteneğinden yoksun Neandertallerin yanında yer almıştı. Mirasçılar’ın büyüklüğü, yaratıcısının benzersiz hayal gücünde, her şeyi Neandertal bakış açısından aktarmak için muazzam bir dil becerisiyle yarattığı müthiş üslupta yatar. Arthur Koestler’in “İngiliz romanının taş kesilmiş ormanlarında bir deprem” olarak nitelediği Mirasçılar, insan doğasının barındırdığı şiddeti ve yozlaşmayı gözler önüne seren en çarpıcı yapıtlardan biridir.
Çevirmenin Önsözü
William Golding 1954’te yayımlanan ilk kitabı Sineklerin Tanrısı’yla üne kavuşur ve kazandığı bu başarının ardından yayınevi Golding’den ikinci bir eser ister. Bir yıl gibi bir zaman zarfında Mirasçılar ortaya çıkar. Tarihöncesinde iki farklı insan türünün, Neandertaller ile Homo sapiens’lerin karşılaşmasını anlatan bu ikinci kitap yazarın kendisine göre en kusursuz eseridir. Golding İkinci Dünya Savaşı sırasında bir adaya düşen oğlan çocuklarının hikâyesini anlattığı ilk kitabında Ballantyne’nin Mercan Adası’nı baş aşağı çevirir; İkinci Dünya Savaşı’nın ve atom çağının karamsarlığını eserine yansıtırken, ikinci kitabında H.G. Wells’in “Tüyler Ürpertici Ahali” adlı öyküsünü baş aşağı çevirerek insanların içindeki kötülüğe ve karanlığa dair yeni bir perspektif sunmuştur. Her iki eserde de insanlığın ilerlemesine dair güvenin, insanın içsel iyiliğine inancın sarsılmasının izlerini görürüz. Golding 1934’te tek kitabı yayımlanmış çiçeği burnunda bir yazar ve Salisbury’deki Bishop Wordsworth’s School’da öğretmenken donanmada savaşa katılmış, İkinci Dünya Savaşı’nın korkunç yıkımına, atom bombasının icadına ve kullanılmasına şahit olmuştur. Toplumun bölünmüşlüğü ve rasyonalizmin dar kafalılığı gibi temalarla daha önce de meşgul olmasına rağmen, savaş öncesindeki iyimserliğini bir daha hiç geri kazanamaz. 1965 yılında yayımlanan The Hot Gates adlı eserindeki denemelerden birinde şöyle der: “Arının bal ürettiği gibi insanın kötülük ürettiğini anlamadan o yılları geçiren bir kişinin ya gözü kördür ya da aklından zoru vardır.”
Golding Mirasçılar’ın başına Wells’in Ana Hatlarıyla Dünya Tarihi’nden Neandertalleri korkunç yamyamlar olarak tasvir eden bir alıntıyı epigraf olarak koyar. Rasyonalist bir bakış açısına sahip babasının başucundan ayırmadığı bu kitapta anlatılanları ne kadar saçma ve gülünç bulduğunu Frank Kermode❜la yaptığı bir söyleşide anlatmıştır. Ayrıca Wells’in bu anlayışının ürünü olan öyküsünde Neandertaller insanların kız çocuğunu kaçırıp öldürürken, Golding’de Neandertallerin çocuğunu kaçıranlar insanlardır. Homo sapiens’i evrimin bir sonraki basamağı, insanlık tarihinde muazzam bir ileri adım olarak gören Wells’in varsayımları Golding’de yerle bir edilir.
Golding’in birinci kitabı ile ikincisi arasındaki devamlılıklar dikkat çekicidir; ayrıca tematik paralellikler de yazarın adım adım ilerleyerek derdini anlattığı, çerçeveyi genişletmeye çalıştığı izlenimi uyandırır okurda. Sineklerin Tanrısı’nda ava çıkan Jack’i tasvir ederken kullanılan “Sonra ellerini toprağa dayadı; böyle dört ayak üstünde yürümenin rahatsızlığına aldırmadan, bir köpek gibi beş yarda ilerleyip durdu” ifadesindeki hayvansılık, sonraki kitapta gelişir, zaman zaman dört ayağı üzerinde yürüyen Neandertallerde yeniden karşımıza çıkar. Keza “Gözlerini kapadı, başını kaldırdı; burun deliklerini yana doğru açarak, ılık hava akımından bilgi edinmek istercesine, hafif hafif içine çekti havayı” cümlesi Mirasçılar’ın kahramanı Lok’un adeta burnuyla görmesinde somutlaşacaktır; hatta bu sahnenin devamında Golding yine aynı karakter için “Bir avcıdan çok, ağaçların kargaşası arasında ürküp kalan maymunumsu bir yaratığa benzedi bir an için,” derken ikinci kitabın işaretleri zihnimizde adamakıllı berraklaşır. Yazarın ilk kitabındaki derdin çok daha evrensel olduğu, sözünün bitmediği ve belki de ömrü boyunca bitmeyeceği, farklı açılardan tekrarlanıp genişleyeceği, derinleşeceği ikinci kitapta hissedilmeye başlar. Masumiyetin yok oluşu, yaban ile medeniyetin karşılaşması, insanın içsel iyiliğine inancın kaybedilişi bilhassa bu iki eserde tekrarlanan temalardır. Fakat Mirasçılar’da temel dertlerini anlatmanın yeni bir biçimini bulduğu aşikârdır.
Mirasçılar’daki kabilenin bir modelini de Sineklerin Tanrısı’nda çocukların kurduğu kabilede görmek mümkündür. İki eserde de aynı mantıksız korku vahşiler kabilesinin davranışlarını belirler. Mirasçılar’daki kabile üyeleri aslında kimseye zararı dokunmayan “kızıl şeytanlar”dan korkar, onlara kabile üyesi bir kız çocuğunu kurban vermeye kalkacak kadar aklını yitirirken, Sineklerin Tanrısı’nda da aslında ölü bir paraşütçü olan canavara önce domuz kafası armağan edilir, daha sonra da insan kafası armağan etmenin hesabı yapılır. Neandertallerle daha karşılaşmadan onları yok etmeye başlayan Homo sapiens’lerin kötülüğü bir tercih gibi sunulmaz Mirasçılar’da, korkunun kaçınılmaz bir sonucu, günümüz aklına sahip insanın ayrılmaz özelliğidir adeta.
Golding’in kendi dönemi için aykırı bir Neandertal portresi çizdiğini söyleyebiliriz. Onun eserinde Neandertallerin dili ve dini vardır. Her ne kadar insanlar gibi kavramlarla düşünemeseler de resimlerle düşünürler; basit cümlelerin yanı sıra telepatiyle, dansla, işaretle anlaşırlar. Kimse “Aklıma bir şey geldi” ya da “Bir fikrim var” demez, “Bir resmim var” der onun yerine. Romanda tasvir edilen Homo sapiens kabilesinin erkek tanrısının aksine Neandertaller bir tanrıçaya, Gaia’yı akla getiren doğa tanrıçası Oa’ya taparlar. Bütün canlıların Oa’nın karnından çıktığına ve öldüklerinde onun karnına döneceklerine inanırlar; bu yüzden başka canlıları öldürmez, ancak yırtıcıların öldürdüğü hayvanların etini yerler. Ölülerini gömme ritüelleri vardır. Dikenli dal ve taş dışında silah kullanmazlar, mülkiyetleri yoktur, süs ve mutfak eşyası kullanmazlar. Kitap yayımlandığında konunun uzmanları Neandertal tasviri konusundaki itirazlarını sıraladıklarında, Golding kendisinin romancı olduğunu ve kurgu eser ürettiğini hatırlatmakla yetinir. Günümüzdeki bilimsel Neandertal tarifi ise Golding’in kafasındakine daha yakındır; antropolog Ian Tattersall’ın Neandertallerin aptal ve vahşi yaratıklar olduğu yönündeki yaygın yanlış anlamaya itirazında bu yakınlığı görebiliriz: “İnsanın bu soyu tükenmiş akrabalarının beyinleri en az çağdaş Homo sapiens’lerinki kadar büyüktü, ayrıca çok çeşitli ve gelişkin davranış kalıpları vardı. Modern insanın simgesel biliş kapasitesinden yoksun olma ihtimalleri yüksektir ama bu durum kesinlikle aptal olduklarını göstermez. Zeki, becerikli, uyanıklardı; çevrelerinden büyük bir ustalıkla faydalanabiliyorlardı. Homo sapiens’in belirleyici özelliği olan simgesel tarzda zekânın yokluğunda da bu yeteneklere sahip olunabileceğine kanıt teşkil ederler. Demek ki çok zeki bir insansı olmanın birden çok yolu vardır.”
Golding Mirasçılar’ın neredeyse tamamını Neandertallerden birinin, aslında grubun en parlak üyesi de olmayan genç Lok’un gözünden anlatır. Lok her şeyi canlı gibi gören, korkusuz, zararsız, sevgi dolu, ayrıntıları kaçırmayan ama algıladıklarından bir şey anlamayan bir kahramandır. Kendisine atılan zehirli oku armağan sanan, kırbaçı ölü yılan sayan bir karakterden bahsediyoruz. Bu yenilikçi roman tekniği kitabın ilerleyişinde öyle sarsıcı bir fark yaratmış, öyle muğlaklıklar ve kopukluklar doğurmuştur ki Golding’in taslaklarını gören eşi Ann bazı yerleri, özellikle birinci bölümde Lok’un düşüş sahnesini fazla anlaşılmaz bulmuş ve daha açık yazmasını önermiş ama Golding kitabın Neandertal bakış açısından yazılmasının doğal sonucu olan bu tür sahneleri değiştirmemiştir. Aslında bakış açısı meselesi daha Sineklerin Tanrısı’nda yazarın kafasını kurcalamaya başlamış olabilir; örneğin kitabın sonlarındaki, “Yukarıdan bakınca Roger’ın gözünde, Ralph karışık bir saç yığını, Domuzcuk da bir yağ tulumuydu” ifadesinde ilk işaretler göze çarpar. Yine Ralph’ta da Lok’un zihinsel yapısının izlerini görmek mümkündür: Ralph meseleleri bir noktaya kadar düşündükten sonra düşünce zinciri koparken, Lok düşünce zincirini neredeyse hiç kuramaz, sürekli kedi gibi dikkati dağılır. Biz de Lok’u takip ettiğimizden, mekânlar arasındaki ilişkileri kurmakta güçlük çeker, gerçekleşen olayları ancak çok dolaylı olarak anlayabilir ya da kestirebiliriz; Neandertal ailenin üyeleri ancak olaylara verdikleri tepkiler üzerinden netleşir ve yerine oturur; Homo sapiens karakterler ise bir sis perdesinin ardındadır adeta. Diğer yandan Lok’un algısı, her şeyi canlı gibi görmesi anlatıma müthiş bir şiirsellik de katar. Bu kitapta nehir uyur, ağaçların kulakları vardır, ada bir devin bacağıdır, kütükler başını alıp gidebilir, ateş odunları kemirir.
Kitabı okurken daha ilk cümlelerden itibaren kafamızda soru işaretleri oluşur. Oa’nın ne olduğunu, yaşlı kadının ne taşıdığını, karakterlerin nereden gelip nereye gittiğini merak ederiz. Kitabı Türkçeye çevirirken bulanık yerler, eksik kalan ve sonradan anlaşılan kapalı anlatımlar üzerine çok düşündüm. Doğal olarak bunların hiçbiri tesadüf değil, daha ilk sayfalardaki gizemler ve karanlıkta bırakılan yerler ile ilerleyen kısımlar arasında, özellikle de son bölüm arasında hayati bağlantılar var. Dolayısıyla bu kitapta kurguya zarar vermemek için cümleleri nasılsa öyle çevirme sorumluluğu çok daha büyük. Benzer bir sorun tasvirlerde de çıkıyor, zira karakterler ayaklarını el, ellerini ayak gibi kullanabiliyorlar. Yere basan ayaklar bizim tasavvur edemeyeceğimiz şekilde algılayabiliyor, kavrayabiliyor. Gerektiğinde dört ayak üzerinde yürümekte, dört uzuvlarını el gibi kullanarak tırmanmakta zorluk çekmiyorlar. Görsel dünyaları, özellikle de Lok’un görsel dünyası her şeyi canlı gibi görmenin yanı sıra o anla sınırlı, bu yüzden mekânsal ve zamansal bütünleşmeler zayıf, kopukluklar var. Mesela şelalenin aslında yukarıdaki bir gölün kenarında bulunan kısa bir kanaldan döküldüğünü ancak kitabın sonunda öğrenebiliyoruz. Pek çok olayın gerçekleştiği orman, oyuk, teras, ada, nehir, şelale esasen boşlukta salınıyor; aralarındaki ilişki zayıf kalıyor, bazen de tamamen kopuyor. Bütün bunlar çok ritmik ve şiirsel bir dille birleşince Mirasçılar’ın çevirisinde pek çok güçlükle boğuşmam gerekti ve alnımın akıyla altından kalkabilmiş olmayı yürekten diliyorum. Ayrıca bu çetrefilli çeviriyi büyük bir dikkat ve sabırla yayıma hazırlayan, arayıp tarayıp bulamadığım karşılıkları tam yerine oturtan ve yaptığımı bile fark etmediğim hatalarımı yakalayıp düzelten editörüm Gamze Varım’a da hem kendi adıma hem okurlar adına minnettarım.
Bülent O. Doğan
Ann için
“…Neanderthal insanın nasıl göründüğüne dair bilgilerimiz çok az ama bu… basık alın, çatık kaşlar, maymun boynu ve bozuk bir duruşun yanı sıra aşırı tüylülük ve çirkinlik ya da görünümünde itici bir tuhaflık getiriyor akla… Sir Harry Johnston, Views and Reviews (Görüşler ve Yorumlar) adlı eserinde modern insanın meydana çıkışına dair bir araştırmasında şöyle diyor: “Kurnaz beyinleri, paytak yürüyüşleri, tüylü vücutları, güçlü dişleri ve muhtemelen yamyamlık eğilimleri olan bu goril benzeri canavarlar halk masallarındaki insan yiyen devlerin kaynağı olabilir.”
G. Wells, Ana Hatlarıyla Dünya Tarihi
BİR
Lok koşabildiği kadar hızlı koşuyordu. Başı aşağıdaydı; dengesini korumak için bir eliyle dikenli çalı dalını yatay tutuyor, serbest eliyle de önüne çıkan canlı renklerdeki sürgünleri yolundan çekiyordu. Sırtına binmiş kahkahalar atan Liku bir eliyle onun ensesinden sırtına doğru uzanan kestane rengi kıvırcık tüylere tutunmuş, minik Oa’yı tutan diğer elini de çenesinin altına sıkıştırmıştı. Lok’un ayakları akıllıydı. Görebiliyorlardı. Lok’u topraktan fırlamış kayın köklerinin çevresinden döndürüyor, yollarında su birikintileri olduğunda zıplıyorlardı. Liku ayaklarını Lok’un karnına vurdu.
“Daha hızlı! Daha hızlı!”
Lok’un ayakları toprağa daldı, yolundan saptı, yavaşladı. Sol yanlarında akan ama görünmeyen nehrin sesini duyabiliyorlardı artık. Kayınlar geçit verdi, çalılar sona erdi ve kütüğün bulunduğu küçük çamurlu düzlüğe vardılar.
“İşte, Liku.”
Önlerinden ağır ağır akan kara bataklık suyu gitgide genişleyerek nehre dönüşüyordu. Bulundukları kıyıda sona eren patika diğer tarafta yeniden başlıyor ve yükselerek ağaçların arasında kayboluyordu. Lok neşeyle sırıtarak suya doğru iki adım attıktan sonra durdu. Neşesi kaybolup gitti, ağzı açıldı ve altdudağı sarktı. Liku önce onun dizine doğru kaydı, sonra yere atladı. Minik Oa’nın kafasını ağzına götürüp gözlerini karşıya dikti.
Lok ne yapacağını bilemez halde bir kahkaha attı.
“Kütük gitmiş.”
Gözlerini yumup kütüğün resmine kaş çattı. Grileşmiş, çürüyen kütük bir kıyıdan diğerine kadar uzanıyordu. Tam ortasına basarak üzerinden geçerken, kimi zaman bir adamın omzuna kadar gelen korkunç suyun altta olduğunu hissedebiliyordu insan. Bu su nehir ya da şelale gibi uyanık değildi; oradan genişleyerek nehre gidip uyanır; sağ yana doğru ise geçit vermez bataklık, çalılık ve çamurlu düzlüklere doğru uzanırdı. İnsanların daima kullandığı bu kütüğün varlığından öyle emindi ki gülümsemeye başlayarak rüyadan uyanır gibi tekrar gözlerini açtı; ama kütük yoktu.
Fa patikadan koşar adım yanlarına geldi. Yeni olan da sırtında uyuyordu. Fa onun düşeceğinden korkmuyordu, çünkü elleriyle ensesindeki tüylere, ayaklarıyla da sırtındakilere tutunduğunu hissedebiliyor ama yine de onu uyandırmamak için dikkatli hareket ediyordu. Lok onu kayınların altında görmeden önce sesini duymuştu.
“Fa! Kütük gitmiş!”
Genç kız doğruca su kenarına geldi, baktı, kokladı, sonra suçlarcasına Lok’a döndü. Konuşmasına gerek yoktu. Lok ona doğru hızla başını salladı.
“Yok, yok. Herkesi güldürmek için kütüğü ben oynatmadım. Kendisi gitmiş.”
Yokluğun kapsamını göstermek için kollarını iki yana açtı, Fa’nın anladığını görünce de bıraktı.
Liku ona seslendi.
“Salla beni.”
Kayın ağacının gövdesinden aşağı doğru boynunu uzatmış, gölgelerden sıyrılıp ışığı gördüğü yerde ise yukarı doğru kıvrılıp yeşilli kahverengili bir kucak sürgün vermiş bir dala
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Modern Klasikler Dizisi Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMirasçılar
- Sayfa Sayısı216
- YazarWilliam Golding
- ÇevirmenBülent O. Doğan
- ISBN9786254297397
- Boyutlar, Kapak13x19,5, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Vejetaryen ~ Han Kang
Vejetaryen
Han Kang
2016 Uluslararası Man Booker Ödülü 2016’nın En İyi Kitapları Seçkisi (New York Times Book Review, Entertainment Weekly, Publishers Weekly, Time, Buzzfeed, Bookpage, Huffington Post)...
- Büyülü Telgraf ~ Sally Nicholls
Büyülü Telgraf
Sally Nicholls
Telgraf telleriyle sevgiyi bir şehirden ötekine taşımak zor olsa da, küçük telgraf dağıtıcısı engel tanımıyor! Kendini bildi bileli hayallerini süsleyen bisikletli telgraf dağıtıcılığı görevini...
- Misafir Odası ~ Helen Garner
Misafir Odası
Helen Garner
Melbourne’da yaşayan yazar Helen, evinin misafir odasını üç haftalık bir ziyaret amacıyla Sydney’den gelen arkadaşı Nicola için hazırlar. Bu sıradan bir ziyaret değildir: Nicola...