Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Miras
Miras

Miras

Miguel Bonnefoy

Fransa’daki bağları amansız bir salgınla kuruyup giden bir bağcı sağ kalan son asma kökünü cebine koyar ve onu California’ya taşımasını umduğu gemiye biner. Fakat…

Fransa’daki bağları amansız bir salgınla kuruyup giden bir bağcı sağ kalan son asma kökünü cebine koyar ve onu California’ya taşımasını umduğu gemiye biner. Fakat hayalleri talihiyle bağdaşmaz. Karahumma olup gemiden Valparaíso Limanı’nda inmek zorunda kaldığı gün, yola çıktığı Fransa ve ayak bastığı Şili’yi bekleyen kader, gümrükteki bir yanlış anlama sonucu soyadı Lonsonier olacak ailenin de kaderi olacaktır.

Birinci ve İkinci Dünya Savaşı, Şili’deki askeri darbe ve izleyen diktatörlük yılları fonda tüyler ürpertici bir gerçeklikle akıp giderken, aralarında bir ornitolog, uçağını elleriyle inşa eden bir kadın pilot, dâhi bir orkestra şefi gibi birbirinden ilginç ve tutkulu karakterler olan bu ailenin üç nesli her nefeste ölüme meydan okuyacaktır. Miguel Bonnefoy, siperlerin derinliklerinden sıradağların doruklarına, limon ağaçlarının gölgesinden diktatörlük yıllarının karanlığına uzanan bu büyülü hikâyesiyle geniş bir zaman dilimini kısa bir romana sığdırırken, hayranlık uyandıran üslubu ile keşfedilmesi ve takip edilmesi gereken bir yazar olduğunu kanıtlıyor.

Miguel Bonnefoy: Annesi Venezuelalı, babası Şilili olan Miguel Bonnefoy, 1986 yılında Fransa’da doğdu.2019 yılında genç yazarlara verilen Prix du Jeune Écrivain’a layık bulundu. 2015’te yayınlanan Le Voyade d’Octavio ile Goncourt Akademisi İlk Roman Ödülü finalistleri arasındaydı. 2017’de yayınlanan Sucre Noir ile Femina Ödülü‘ne aday oldu. 2020 yılında yayınlanan romanı Miras (Hèritage) Fransa’da eleştirmenlerce övgüyle karşılandı ve pek çok dile çevrildi.

*

Selva için,

Devamını bilecek tek kişi sensin.

*

“Geçmişlerini hatırlayamayanlar tekrara mahkûmdur.”

George SANTAYANA

*

Lazare

Birinci Dünya Savaşı haberi Şili’ye ulaştığı sırada, Lazare Lonsonier küvetine uzanmış gazetesini okumakla meşguldü. O aralar, Fransız gazetelerini, dokuz bin kilometre uzakta, limon kabuklarıyla güzel kokular katılmış küvetine uzanarak karıştırma âdeti edinmişti. Çok daha sonra, cepheden ciğerinin kalan yarısı ve Marne hendeklerinde kaybettiği iki erkek kardeşin acısıyla döndüğünde, narenciye kokusuyla havan toplarınınkini birbirinden ayıramaz hale gelecekti.

Ailenin hikâyesine kulak verilirse, babası bir zamanlar Fransa’dan, bir cebinde otuz frank, diğerinde tek bir asma köküyle kaçmak zorunda kalmıştı. Hayata gözlerini Jura Dağları eteklerindeki Lons-le-Saunier’de açan baba, yaprak bitinin neden olduğu filoksera bütün asmalarını kurutup da iflasını kaçınılmaz hale getirdiğinde, altı hektarlık bir bağ işletmekteydi. Yamaçların eğimli arazilerinde dört nesildir bağcılık yapan ailenin elinde, birkaç ay içinde, elma ağaçlarının arasındaki ölü köklerden ve babanın azıcık ürün alabildiği yabani bitkilerden başka bir şey kalmamıştı. O da kireçtaşı ve tahıl, kuzugöbeği mantarı ve ceviz diyarını terk edip La Havre’dan California’ya doğru yola çıkan demirden bir gemiye bindi. O sıralarda Panama Kanalı henüz açılmadığından Amerika’nın güney ucunu dolaşmak ve Horn Burnu’nu dönen bu geminin bordasında, kuş kafesleriyle dolu ambarlara balık istifi tıkılmış iki yüz adamla birlikte kırk gün kadar seyahat etmek zorunda kaldı; adamlar o kadar gürültü çıkarıyordu ki Patagonya’ya kadar gözünü kırpması mümkün olmadı.

Bir gece, yatakhanenin koridorlarından birinde uyurgezer misali dolanırken, gölgelerin arasında hasır bir tabureye çökmüş, kolları bileziklerle dolu, dudakları sarıya boyalı, alnında yıldız dövmeleri olan yaşlı bir kadın gördü. Ona yaklaşmasını işaret ediyordu.

“Uyku tutmuyor mu?” diye sordu kadın.

Göğsünden, bir inciden daha büyük olmayan, üzeri minicik deliklerle dolu, akik gibi ışıl ışıl parlayan, küçük yeşil bir taş çıkardı.

“Üç frank vereceksin,” dedi.

Adam parayı ödeyince, yaşlı kadın kaplumbağa kabuğu içinde yaktığı taşı burnunun altında dolaştırdı. Duman öyle hızlı etki etti ki bayılacağını sandı. O gece kırk yedi saatlik kesintisiz, derin bir uykuya yattı ve deniz yaratıklarının altın asmalar arasında yüzdüğü rüyalar gördü. Uyandığında, midesinde ne varsa kustu. Bedeni öyle dayanılmaz bir ağırlıktaydı ki yataktan kalkmayı başaramadı. Buna ihtiyar Çingene’nin dumanının mı, kuş kafeslerinin pis kokusunun mu sebep olduğunu hiçbir zaman tam olarak bilemedi ama Macellan Boğazı’ndan geçiş süresince devam eden o hummalı ateş hali içinde, o buzdan katedraller arasında, cildinin toza dönüşüp çevreye saçılmasına sebep olacak gri lekelerle kaplandığını seyrettiği sanrılar gördü. Kara büyünün ilk belirtilerine aşina olan kaptanın salgın tehlikesi sezmesi için bir göz atması yeterliydi.

“Karahumma,” diye bildirdi. “İlk limanda indireceğiz kendisini.”

Böylece, Pasifik Savaşı’nın tam ortasında, yerini haritada bile gösteremeyeceği, dilini zaten bilmediği bir ülke olan Şili’de, Valparaíso’da gemiden inmek zorunda kaldı. İlk iş, gümrük masasına varmadan bir balık deposunun önünden geçerek uzayıp giden bir kuyruğun sonuna eklendi. Mülteci hizmetleri memurunun belgelere damga vurmadan önce, her yolcuya sistematik olarak iki soru sorduğunu fark etti. Bunlardan ilkinin nereden geldikleri olabileceği sonucuna vardı ve mantıken ikincisi de gidecekleri yer olmalıydı. Sıra kendisine gelince, memur kafasını kaldırmadan sordu:

“Nombre?”

Tek kelime İspanyolca anlamamasına rağmen soruyu doğru tahmin ettiğine inancı tam, tereddütsüz cevap verdi: “Lons-le-Saunier.”

Memurun yüzü ifadesizdi. Yorgun bir el hareketiyle, ağır ağır kaydetti:

“Lonsonier.”

Devam etti:

“Fecha de nacimiento?”2 “California.”

Memur omuz silkti, bir tarih yazdı ve belgeyi uzattı. Jura’daki bağlarını terk etmiş bu adam, o an itibariyle Lonsonier adıyla vaftiz edilmiş ve Şili’ye geldiği tarih olan 21 Mayıs’ta ikinci kez doğmuş oldu. Sonraki asır boyunca, Atacama Çölü’nden ama bir o kadar da şamanların büyüsünden korktuğundan, kuzeye doğru yolculuğuna devam etmeye kalkışmadı; bu korkuyla ara sıra sıradağların zirvelerine bakarak şöyle derdi:

“Şili bana her zaman California’yı düşündürmüştür.”

Lonsonier’nin mevsimlerin tersyüz olmasına, gün ortası siestalarına ve her şeye rağmen Fransızca tınısını koruyan bu yeni isme alışması uzun sürmedi. Depremleri önceden bilmeyi ve felaket bile olsa, her şey için Tanrı’ya şükretmeyi öğrenmekte gecikmedi. Birkaç ayın sonunda, hafif şivesi ona ihanet etse bile, o diyarlarda doğmuşçasına, “r”leri bir nehrin taşları yuvarlaması gibi yuvarlayarak söylüyordu. Zodyak takımyıldızlarını okumayı, gezegenler arasındaki mesafeleri ölçmeyi öğrendiğinden, yıldızlar arasındaki ilişkilerin göz açıp kapayana kadar değiştiği güneye özgü yeni sistemin şifrelerini çözdü, pumalar ve arokaryalardan oluşan başka bir dünyaya, dev taşlar, söğütler ve akbabalarla dolu ilklerin dünyasına yerleştiğini anladı.

Concha y Toro bağlarında ziraat müdürü olarak çalıştı; lama ve kaz yetiştiricilerinin çiftliklerinde, bodega olarak adlandırılan çok sayıda şarap deposu kurdu. Sıradağların eteklerindeki eski Fransız bağı, kıtanın belindeki kemerde asılı bir kılıç gibi duruyor, güneşin mavi olduğu bu ince uzun kara parçasında ikinci bir gençlik yaşamasını talep ediyordu. Kısa zaman zarfında, bölgede yaşayan, buraya yerleşip Şililileşmiş, münasip evliliklerle bağlar kurmuş ve yurtdışına şarap ihraç ederek zenginleşmiş yabancılardan kurulu bir çevreye dahil oldu. Mütevazı bir bağcı, fakir bir köylüyken, bilinmeze doğru yola çıkmış, kendini birdenbire çok sayıda bağın başında bulmuş ve marifetli bir işadamına dönüşmüştü. Ne savaşlar ne asma biti hastalığı ne ayaklanmalar ne de diktatörlükler, bundan böyle hiçbir şey yeni elde ettiği bu refahı bozamayacaktı. Lonsonier, Santiago’daki ilk senesini kutlarken, demir geminin bordasında yeşil bir taşı yakıp burnuna tutan Çingene kadına dualar etti.

Bordeaux’dan göç etmiş, şemsiye ticareti yapan köklü bir aileden gelen, düz kızıl saçlı, zayıf, narin Delphine Moriset ile evlendi. Delphine’in anlattığına göre, aile, Fransa’yı kırıp geçiren kuraklığın ardından California’da bir dükkân açma umuduyla, San Francisco’ya göç etmeye karar vermişti. Morisetler Atlantik’i aşmış, Brezilya ve Arjantin boyunca yollarına devam etmiş, Macellan Boğazı’nı geçmeden önce, Valparaíso Limanı’na uğramışlardı. Kader bu ya, o gün yağmur yağıyordu. Babası, Mösyö Moriset, basiretli bir adam olarak, hemen rıhtıma inmiş ve koca mühürlü sandıklar içinde yanlarında getirdikleri şemsiyelerin tamamını bir saat içinde satıp tüketmişti. Nihayetinde San Francisco’ya giden gemiye geri binmeleri mümkün olmayınca dağla okyanus arasına sıkışmış, bazı bölgelerinde yarım asır durmadan yağmur yağabileceği söylenen bu puslu ülkeye yerleşmişlerdi.

Kaderin oyunuyla bir araya gelen çift, Santiago’da, karların erimesiyle taşkınlara sebep olan Mapocho Nehri yakınlarındaki Santo Domingo Sokağı üzerinde, Endülüs tarzı bir eve yerleşti. Evin ön cephesi üç limon ağacıyla perdelenmişti. Tamamı yüksek tavanlı odaları, Punta Arenas hasırından örülmüş İmparatorluk dönemi mobilyalarıyla döşenmişti. Aralık ayında getirttikleri Fransız mallarıyla evleri balkabakları, paupiettes de veau3 dolu koliler, canlı bıldırcın dolu kafesler, gümüş tepsilerin üzerine yerleştirilmiş, yolculuk yüzünden etleri fazla sertleştiğinden geldiğinde kesilmesi mümkün olmayan yolunmuş sülünlerle dolup taşıyordu. Bunun üzerine kadınlar, gastronomiden çok büyücülüğe yakın görünen, gerçekdışı bir mutfak deneyimine atılıyordu. Fransız sofralarının kadim geleneklerine, sıradağlarda yetişen bitkileri katıyor, koridorları gizemli rayihalara, sarı dumanlarla gelen güzel kokulara boğuyorlardı. Domuz sucuğu doldurulmuş empanadaʼlar4, Malbec şarabında pişmiş horoz yahni, maroille peyniriyle pasteles de jaiba’lar ve Şilili hizmetçilerin hasta ineklerden geldiğine inanmalarına neden olacak kadar güçlü kokular yayan reblochon peynirleri servis ediyorlardı.

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Cennet ~ Toni MorrisonCennet

    Cennet

    Toni Morrison

    Ruby köyü, özgürleşmiş kölelerin torunlarının kurduğu, son derece korunaklı, katı kurallarla yürüyen, yarım yüzyıldır kendi kendine yetebilen bir “cennet”tir. Fakat Sivil Haklar Hareketi’nden Vietnam...

  2. Şimdi Sadece Ona Bir Ad Koymam Gerek ~ Ali Alkan İnalŞimdi Sadece Ona Bir Ad Koymam Gerek

    Şimdi Sadece Ona Bir Ad Koymam Gerek

    Ali Alkan İnal

    Ali Alkan İnal’ın bir yapboz oyununu andıran yeni romanı “Şimdi Sadece Ona Bir Ad Koymam Gerek” yazarın arkada küçük ipuçları bırakarak okuru iç içe...

  3. Sonunda Ben de Sevdim ~ Victoria AlexanderSonunda Ben de Sevdim

    Sonunda Ben de Sevdim

    Victoria Alexander

    1854 yılında Londra’da evliliğe kesinlikle karşı olan dört yakın arkadaş birer şilin ve bir şişe kaliteli konyağın ödül olarak belirlendiği bir bahse tutuşurlar. Aralarında...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur