Panait İstrati’nin kahramanları, taşranın, kenar mahallelerin en yoksul en kendilerine özgü kişileridir. Ama İstrati dünyasında toplumsal ve ekonomik koşullarla tarihsellik, ölü bir fon olarak çıkar karşımıza. Onun kişileri için bu dünya bir sınav alanıdır. Aşkı cinselliğe tercih eden, kendilerine meydan okuyan doğayı, salgın hastalıkları, felaketleri, kıtlıkları, büyük bir sınavın parçası gibi gören; hayatı, varoluşu en derinde bir yerde temellendiren bu insanlar, dinsel bir çileciliğin ucundaki özgürlüğün peşindedirler sanki. Bu da onları, Sait Faik öykülerinin “temel bir insanlık duygusunu” arayan, sosyal dünyanın belirleyici etkisini bu arayıştan tamamen yalıtmayan öykülerindeki insanlardan iyice farklı kılan yandır.
Minka Abla: Çilenin içindeki özgürlük.
***
ÖNSÖZ
Sokak Kızı’na yazdığım önsözde, Panait İstrati’nin edebiyatçı kimliğini tanımlamaya çalışırken, onu daha çok Fransız “gelişim romanı” geleneğinde bir yere koymuştum. İnsanın hayat ile hangi koşullar altında yüzyüze gelirse gelsin, kendini gerçekleştirmesi, varoluşunun anlamını arayıp kendini hayata dayatması, her türlü daraltıcı şart altında “özgürlüğünü” içten dışa kurup yaşaması, İstrati anlatılarının tematik özeti olarak görülebilir diye düşünüyorum. Romanya’nın 19. ve 20. yüzyıldaki ekonomik-toplumsal-politik alanda sunduğu hiç de iç açıcı olmayan tablo düşünülecek olursa biraz şaşırtıcı bir seçimdir bu. 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin Batı’daki ilgi alanı içine giren Romanya, özellikle Rus ve Osmanlı devletlerinin nüfuz bölgesi olarak yüzyıllar boyunca istikrarsızlıktan istikrarsızlığa sürüklenen, köylü ayaklanmalarının eksik olmadığı, kırsal kesimde büyük yoksulluğun sahnelendiği bir ülkeyi temsil etse de, Panait İstrati, toplumsal sorunları öne çıkartan “gerçekçi” geleneklerin ötesinde bir yerde “varoluşu” ayakta tutan, derinlerdeki bir zemini arar. Ne o, büyük gerçekçi, insan varlığını tarihsel koşullar içinde ele alan Tolstoy1 romanının karakterlerini, ne Gogol’ün2 sıradan, küçük insanlarını, ne Dostoyevski’nin3 sınırları zorlayan, kimliğini parçalama pahasına kendini gerçekleştirmeye çalışan insanını, ne de Gorki’nin4 sınıfsal aidiyetini arayan kişilerini buluruz onda. Dickens’ın5 figürlerinin, genelde İngiliz romanının karakterlerinin hareket alanlarını belirleyen sosyal dünya, silik bir fon düzlemine çekilmiştir.
Şaşırtıcı gelebilir bu söylediklerimiz ilk bakışta. Çünkü kırsalın, kentlerin kenar mahallelerinin fiziksel-biyolojik hayatı ancak sınırda ayakta tutmaya imkân veren şartların, yoksulluğun, sefaletin, hastalığın ayıklayamayıp elinden kaçırdıkları arasından “seçilmiştir” onun kişileri genellikle. Okur, bir toplumsal gerçekçi anlatıyla karşı karşıya bulunduğu izlenimine kolaylıkla kapılabilir bu nedenle. Ama işte aldatıcıdır bu; Sait Faik6 dünyasının insanları gibi, ancak kendilerinin algıladığı, üzerinde düşünmekten çok, yaşadıkları; hayatın kıyı bölgelerini temsil eder görünse de, hayata dair çok sahici bir çekirdeği içeren, direncini bu çekirdekten türeten, trajikomik oyunlarla süslenen bir dünyada yaşar bu kişiler. Çoktan kaybolmuş, nasılsa silinip süpürülmüş bir anlamlar alanının, hayatın ötekilere kapalı anlamının da koruyucusudurlar.
Panait İstrati dünyası Sait Faik dünyasına benzer görünse de iki yönden uzaktır ondan. Onun dünyası komiği içinde taşımayan trajik bir rüzgârın etkisi altındadır. Ama asıl, Hıristiyanca bir dünya algısının açık izlerini bulduğumuzu düşünüyorum onda.
Onun kişileri Angel Dayı’da olduğu gibi Hıristiyanca bir çilenin acıları içinde varoluşlarının temel anlamını arar, ya da sokak kızı “portakal çiçeği”, “Minka Abla” gibi, Maria Magdalena’nın ruhunu insanların arasında dolaştırıp dururlar. Elbette isteyen, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sındaki Sonja’nın silik bir yansısını da bulacaktır bu kadınlarda. Ya da edebiyatın sayısız figürünü.
Yoksulluk, sefalet, tarihsel aşılabilecek koşulların, sınıfsal tahakkümün ve çıkar ilişkilerinin yol açtığı, insanı yutan uçurumların adı değildir onda; tersine bu dünya bir sınav köprüsüdür, kişinin sınanması, varoluşunu, bu dinsel ideolojik kavrayışın sınırları içinde aklaması için vazgeçilmez sınama araçlarıdırlar.
İnsan ve dünyaya yönelik bu kavrayış doğrultusunda sadece sosyal belirleyiciler (tarih, sınıf, hâkim politik güç odakları vb.) geri düzleme düşmekle kalmazlar, doğa da bütün acımasızlığı ve vahşiliğiyle büyük varoluş sınavının hazırlayıcısıdır: (“Çayağzı’nda toprağın, insanı Tanrı ile boy ölçüşmeye zorlamaktan başka amacı bulunmamaktadır.”) Savaşlar, hastalıklar, iklim değişiklikleri, seller, taşan nehirler, büyük soğuklar, kuraklıklar, geçit vermeyen ormanlar, yabani hayvanlar, insanın derisini uyuşturan kara yılanlar, dev bataklık kamışları, insafsız rüzgârlar vb. bu sınavın engellerini kurmakla kalmazlar; o belirsiz, uzun yüzyıllar içinde insanı da geriye almış, doğaya çekmiş, büyük bir dönüş gerçekleştirmişlerdir. Yeni doğmuş tayı boynundan ağaca asan köylü, en ufak bir duygu sarsıntısı geçirmez artık; onu bataklıkta kurda teslim etme ile bu zahmete girmeme arasında yaptığı tercih sonucunda, o şartlarda yaşatmasına imkân olmayan yavruya doğal bir cevap verir o.
Doğa ile insan arasındaki çizgi silinince, köyün “ağası” da, boyar (beyi de), her ne kadar bir sınıfın temsilcisi olarak görünse de, doğanın açığını kapayan ya da kapayamayan, köye gerekli yardımı yapan ya da yapmayan bir mutlaklık, sosyalden çok doğal hayatın bir parçası olarak görünür.
Doğa, insanlar arasındaki farklılıkları, sadece karnı doyanlar ve doymayanlar düzlemine indirmiş gibidir, ya da sıcak evinde oturabilenler ile oturamayanlar, bol bol şarap içenler ile içemeyenler farklılığına. Sonra bir ara balık bollaşınca, hasat iyi gidince, artık bu farklılıklar da silinip gider.
İstrati insanları, tutkuların, özgürlük arayışının peşindeyken, bir kez daha Hıristiyanca bir tavrın eşiğine götürürler bizi: Tensel haz, cinsel dürtü, ondan çok üstün bir ya da birkaç duygunun baskısı altında tutulabildiği ölçüde, kişi, varoluşunu gerçekleştirme özgürlüğüne sahip olur. Sokak Kızı’nda “koşulsuz aşktır” bu; Minka Abla, Boyar’ın yanında geçirdiği günlerin ardından köye arabalar dolusu yiyecekle döner. Varlıklı Sima Karanfil, güzel Minka’yla cinselliğin “kirletmediği” bir beraberlik yaşar. Minka bu ilişkide de köyü besleyen kutsal ana olarak görünür. Zengin Sima’nın dul eşi olarak kendine düşen maddi varlığı köylülere ve yakınlarına dağıttıktan, “sınavı” verdikten sonra, Çile’nin o mutluluk veren ve özgürleştirici alanına, doğaya dönecektir yeniden.
Veysel Atayman
Eylül 2005, İstanbul
MİNKA ABLA
ÇAYAĞZI
Seret Çayı’nın7 yatağı, doymak bilmez Tuna’ya karışmadan önce, İbrail8 ile Kalas9 arasında uzanan verimli büyük bir ovaya dönüşür. Ovayı bir uçtan öbür uca geçebilmek, burada yaşayan ve “Çayağzılılar” denilen insanlar için arabayla en az iki saat sürer, o kadar geniş bir yerdir burası.
Yörenin yaşlıları çay yatağının olağanüstü genişliğiyle cömertliğini kendilerine göre açıklarlar. Dediklerine göre, bir zamanlar Seret’in tıpkı biz insanlar gibi, tutkulu bir ruhu varmış. Bukovina’dan sonra yoluna devam ederken âşık olduğu genç ve güzel bir kızı baştan çıkaran mağrur Seret, kendi imkânlarıyla onu Karadeniz’e ve daha ötesine götürmek, böylece ona yeryüzünün en güzel portakal ve narlarının yetiştiği yöreleri göstermek istiyormuş. Ne var ki bu nar ve portakallar, adı Bistritsa olan sevgilisinin göz kamaştırıcı ihtişamı karşısında kıskançlıktan çatlayacak hale gelirmiş.
Taşkın ve hoppa bir çay olan Bistritsa, sevgilisinin tasarısını kabul edip onunla birleşmiş ve beraber bizim memlekete kadar akıp gelmişler, ama Tuna birden onlara, “Hey! Sadece yollar kesişebilir, ama sular asla. Hele bir çay kocaman bir nehrin yolunu kesmeye cüret edemez!” demiş.
Sonra Tuna, gördüğümüz gibi, onların yolunu kesmiş.
O zaman buna pek öfkelenen Seret, yatağını genişletmeye başlamış. Sevgilisini, altın rengi meyvelerle dolu kıyıları yıkayan denize ulaştırmak arzusuyla, yatağını Tuna’nınki kadar genişletmeyi, hatta onu geçmeyi başarmış.
Ne var ki birbirine denk olmayan güçlerin mücadelesiymiş bu. Yaşlı nehir pek geniş, kocamanmış. Seret ve Bistritsa, birleşip tek vücut olmalarına rağmen yenilmişler. Tuna ikisini de yutmuş.
Ne olursa olsun, sonuçta biz “Çayağzılılar” bugün ender rastlanan bereketli topraktan faydalanıyorsak, bu, onların tutkulu sevdaları sayesindedir. Çünkü onlar, yoluna çıkan her şeyi önüne katıp silip süpüren o öfkeli Tuna’ya genç ruhlarını teslim etmeden önce, birbirlerini en çok burada sevmişler.
Kimi zaman onların bize miras bıraktıkları bereketi pahalıya ödediğimiz yalan değil. Zaten iki sevgilinin hedeflerinden tamamen vazgeçtikleri de söylenemez. On yılda bir, eski hayallerini hatırlayıp hiçbir şeyin kesemeyeceği bir hızla isyan edercesine boşanırlar. O zaman bizler, pılımız pırtımız, hayvanlarımız, kümeslerimiz, köpeklerimiz, kedilerimiz, domuz yavrularımız ve olanca sefaletimizle değersiz eşyalar gibi silinip süpürülürüz. Ekinlerimizden geriye eser kalmaz. Çayağzı yöresi İbrail yaylasından ta Kalas yaylasına kadar, sudan bir örtünün altında kaybolur. Biz de bu yaylalar üzerine kulübelerimizi kurup, bizim âşıkların öfkesinin dinmesini bekleriz.
Sonra, her şey yoluna girdiği zaman, etrafta yıkıntıdan başka şey görülmez, ama öte yandan her şey taze, eskisinden daha tazedir; çünkü aşkın öfkesi her zaman berekete yol açar.
***
Seret vadisi, İbrail yaylasından ta Kalas yaylasına kadar, içinizi arzuyla doldurur. Burası, doğanın ilahi güçlerinin sürüp arzu tohumları ektikleri bir toprak parçasıdır. Onlar insana her şeyi vaat etmişler, ama sadece bir tek şey vermişler; sevinci azaltarak ve alınyazısıyla savaşarak hayata kafa tutabilme gücü, yani arzu.
“Bükreş-Tuna” treni, bu iki yaylayı birbirine bağlayan ve Çayağzı’na yukarıdan bakan o kocaman bende hızla girdiği zaman, içimizi bir sonsuzluk duygusu kaplar. Sanki uzun süre önce gözden düşmüş bir sevgilinin yeniden hatırlanması gibi bir şeydir bu.
Büyük boşluğu dolduran alabildiğine parlaklık sizi öldürücü bir kayıtsızlıktan çekip alır. Pencereden bakıldığında görülecek bir şey yoktur, tabii treni takip eden, meraklı bakışlarla kompartımanları gözetleyen güzel bir bataklık kuşunu ya da bir yol kavşağında, içinde devlet görevlilerinin bulunması korkusuyla treni selamlamak için şapkasını çıkaran bir köylüyü saymazsak. Uzaktan uzağa, kolay elde edilen mutluluğa meydan okurcasına yükselen, rastgele serpiştirilmiş kulübe kümelerinden oluşan köyler… Ayrıca mevsime göre, ekili tarlaların içinde kaybolan insanlar ve hayvanlar görürüz. Hepsi bu. Burada göz kamaştırıcı bir doğa olmadığı gibi, herhangi bir uygarlık izine de rastlanmaz.
Çayağzı’nda toprağın tek amacı, insanı Tanrı’yla boy ölçüşmeye zorlamaktır. Toprak özsuyuyla dolu olarak ona kendini verir, bütün terini onun için dökmeye teşvik eder, ama hasat zamanı gelince görünmeyen bir el, sonucu vaat edici olduğu gibi tehditkâr bir şekilde tartar. O zaman Tanrı, insana bir canavar ağzıyla gülümser, “İşte,” der ona. “Sana cömert bir toprak; bolluk içinde yaşamak için onu birazcık çapalayıp sürmen yeter. İşte onun için seni iki devin, Seret’le Tuna’nın insafına bırakıyorum. Ya birinin, ya öbürünün ya da her ikisinin birden suları, sen artık kuraklıktan korkmaz olup, fazla şişmanlamaya başladığın zaman üzerine çullansınlar. O zaman en sevdiğim güç, arzu sayesinde beni aklına getirirsin.”
Arzu, Çayağzı ahalisi için, içinde yaşadıkları bataklık çukuru her ne kadar kendilerini kararsızlığa düşürse de, her zaman hayatta daha iyi şeyler olacağına inanma ihtiyaçlarıdır. Topraklarının Seret’ten çalınmış olduğunu düşünmek onlara sevinç verir. İlkbahar ve sonbaharda, insan; gürül gürül akan nehrin homurtusuna kulak kabartıp, sular yoksul kulübelerinin üzerine günün birinde boşanacak mı diye düşünmekten, sanki bunun kendilerine bir zararı dokunmayacakmış gibi haz duyduklarını görünce, onların mutlu olduklarını sanır.
Tarlalarının Tanrı tarafından kutsanmış olduğunu, toprağın “verince tam verdiğini” babadan oğula bildiklerinden, Seret’in burnuna kadar sürerek mümkün olduğu kadar çok tohum ekerler, ama ürünlerin yarısından fazlasını ona bırakırlar. Tabii hepsini birden, evleriyle beraber ona bırakarak tabanları yağlayıp yaylada kulübeler kurmadıkları zaman olur bu…
Hayvanları ve kümesleri için de aynı durum geçerlidir. Bunları ellerinden geldiği kadarıyla yetiştirirler çünkü, “Çayırla su yanı başımızda, yeter ki kullanalım,” derler. Doğrudur. Yalnız, yetiştirdikleri hayvanların yarısı, gene başkalarına savaş ganimeti olur, evlerinden bir kurşun atımı kadar uzaklıkta binlerce hektarlık bir bataklık vardır ki burada hırsızlar, kurtlar, tilkiler, atmacalar, bu hayvanları sanki kendi mallarıymış gibi alıp götürürler.
Gene de bundan çok etkilenmezler. Çayağzı köylüleri “İnsan çile için yaratılmıştır,” der. Onların gözünde, topraktan tam verim alınması akla hayale gelmez bir şeydir. Bunun için de, elde ettikleri azıcık ürünü Tanrı’nın bir lütfu kabul edip şükrederler. Bu toprakların asıl efendisinin Seret olduğunu baştan kabul etmişlerdir. Bu nedenle de her şeyleri demek olan hayvanları gidip de dönmedikleri çayırlara salmaktan vazgeçmezler.
Toprakla mücadele etmek, ondan verebileceğinin en çoğunu isteyip beklemek, ama ancak ihtiyacı kadarını hatta bundan bile daha azını elde edebilmek, bazen hiçbir şey elde edememek, işte Seret vadisi insanını insan yapan budur. Romanya’nın bu yöresinde evlerin çitleri yalnızca hayvanlar için, kapıların asma kilitleri ise ancak ziyaretçilerin ev sahibinin evde olmadığını anlamaları içindir. Genç kızlar yalnız geçirdikleri kış gecelerinin binlerce ateşli saatini en sevdikleri erkeğe evlendikleri gün hediye etmek üzere işledikleri gecelik gömleğe harcarlar.
Bu yörede ufuk insana daha yakın, gökkubbe daha yüksek ve daha yuvarlaktır. Gözlerimizi nereye çevirirsek çevirelim, her yanda umutla tehlike omuz omuzadır. Bu da, Çayağzı ahalisinin şu sözünü haklı çıkarır: “Nereye başvuracağımı bilmediğim zaman, ellerimi göğe uzatır ve başka bir şey düşünürüm.”
Ama buna umutsuzluk denemez. Bu, insanın içindeki arzunun uyanıp, ona, “Her şey senin için. Hiçbir yerde, senden bir şey esirgenebileceği yazılmamıştır,” demesidir.
Burada amaç, bir şeyler elde edip bir doyuma ulaşmak değildir, yaşamın çağrısına uygun olarak mücadele etmenin bizzat kendisi bir tatmin, bir arzulanana ulaşma hayalidir.
Nisan sabahı, güneş doğup yüzünü taptaze bir ışıkla yıkadığı zaman, yeşil ve gür tarlalar insanın göğsünü sınırsız bir sevinçle kabartır. Arabasında ayakta köyünü uzun uzun seyreder ve yüksek sesle, “Tanrım, ne kadar da güzel!” diye bağırır. İşte, tam o anda, daha sonra değil, ama o anda, bütün çabasının karşılığını almış olur. Hatta, haftalar boyunca, arpa ya da mısır unundan yapılmış bulamacını sevinçle yer.
Çayağzı’nda oturan insan için, arzu dolu saatlerden sonrası ya sıradan bir mutluluk ya da tutkulu bir yiğitliktir.
————
1 Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910): Dünyanın en büyük romancılarından sayılan Rus yazar.
2 Nikolay Gogol (1809-1952): Rus roman ve öykü yazarı.
3 Fyodor Dostoyevski (1821-1881): Rus romancı ve öykü yazarı.
4 Maksim Gorki (1868-1936): Rus öykü, roman ve oyun yazarı.
5 Charles Dickens (1812-1870): Victoria döneminin en büyük yazarı kabul edilen İngiliz romancı.
6 Sait Faik Abasıyanık (1906-1954): Olayı temel alan geleneksel öykü kalıplarını kırarak Türk öykücülüğünde yeni yollar açan öykü yazarımız.
7 Çay: Dereden büyük ırmaktan küçük akarsu. Seret Çayı: Tuna’ya karışan akarsulardan biri.
8 İbrail: Tuna Nehri’nin Karadeniz’e dökülmeden önceki Romanya topraklarındaki en büyük liman kenti.
9 Kalas: Tuna kıyısında, İbrail’e yakın bir yerleşim birimi.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMinka Abla
- Sayfa Sayısı128
- YazarPanait Istrati
- ÇevirmenSonat Kaya
- ISBN9786054439553
- Boyutlar, Kapak12x21, Karton Kapak
- YayıneviBORDO SİYAH / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İçki Cumhuriyeti ~ Mo Yan
İçki Cumhuriyeti
Mo Yan
Bu çarpıcı epik romanda Çin’in yaşayan en önemli yazarlarından Mo Yan, okurlarını hayalî bir diyara, İçki Cumhuriyeti’ne götürüyor. Hurafelerin, açgözlülüğün ve gerçeküstü olayların hüküm...
- Ezilmiş ve Aşağılanmışlar ~ Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Ezilmiş ve Aşağılanmışlar
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Dostoyevski’nin duygusal bir melodram ile kendi kişisel hikâyesini birleştirdiği ilk büyük romanı.Ezilmiş ve Aşağılanmışlar`ı diğer melodramatik-duygusal-tefrika romanlardan bambaşka bir yere yerleştiren şey, anlatıcı kahramanı...
- Al Midilli ~ John Steinbeck
Al Midilli
John Steinbeck
Steinbeck’in doğaya ve insana on yaşındaki bir çocuğun gözünden baktığı Al Midilli kendi edebi kariyerinde olduğu kadar Amerikan edebiyatında da bir dönüm noktası. Salinas...