Osmanlı Lübnanı’na odaklanan Ussama Makdisi mezhepçiliğin İslamın modernliğe gösterdiği tepkilerden biri ya da dinsel gruplar arasındaki toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin sonucu olduğu tezine karşı çıkıyor ve modernliğin tezahürlerinden biri olduğunu gösteriyor. On dokuzuncu yüzyıldaki dinsel şiddet olaylarının, özellikle mezhep temelli seferberlik ve katliamların cemaatler arası çatışma geleneğinin devamı olmadığını, madun toplulukların yeni bir dünya kurulurken verdikleri mücadelelerin karmaşık, çokkatmanlı bir dışavurumu olduğunu savunuyor.
Makdisi’ye göre mezhepçilik dinsel kimliklerin siyasi ve toplumsal amaçlarla seferber edilmesini temsil ediyordu. Tanzimat’la birlikte Avrupalılar Ortadoğu’da varlıklarını daha fazla hissettirmişlerdi; bu da Lübnan’ın dinleri aşan, hiyerarşiye dayalı toplumsal düzenini sarsacaktı. Makdisi Hıristiyanları İslami despotizmden kurtarma fikriyle hareket eden Avrupa sömürgeciliğinin, misyoner heyetlerinin ve Şarkiyatçılığın, ayrıca Osmanlı milliyetçiliğinin ve yerel milliyetçiliğin nasıl farklı anlatılar oluşturduğunu ve bu anlatıları nasıl kendi modernlik görüşleri ve ilerleme projeleri doğrultusunda devreye soktuklarını anlatıyor.
Çok sayıda birincil kaynağa yaslanan kitap, yalnızca Osmanlı modernleşme sürecinde ve Ortadoğu’nun sömürgeleştirilmesi esnasında Lübnan örneğinde yaşananlara değil, yakın geçmiş ya da günümüzdeki potansiyel ve fiili çatışmalara da ışık tutuyor.
İÇİNDEKİLER
Önsöz ve Teşekkür
1 Sömürgesel Karşılaşma Yeri Olarak Din
2 Kibar Haçlı Seferi
3 Bilgi ve Cahillik
4 Reformun Simaları
5 Cebel-i Lübnan’ın Yeniden İcat Edilişi
6 “Cühela”nın Dönüşü
7 Şeytan’ın İşi
8 “Çok Eski Bir Şey”
Sonsöz
Kısaltmalar
Kaynakça
Dizin
Sömürgesel Karşılaşmanın Alanı Olarak Din, s. 15-14
Cebel-i Lübnan’ın tepelerinde, bu katliam manzarasından birkaç mil ötede Hıristiyan bir adam olan Salim Şaviş kendisini ve ailesini benzer bir kaderin bekleyip beklemediğini merak ediyordu. Çünkü “bazı kişileri kurtarmaya, bazılarınıysa öldürmeye” gelmiş olduğunu bildiren, kılıç ve tüfeği yanı başında duran bir Dürzi ileri geleni o anda onun evinde oturmaktaydı. Hicri takvime göre 1276 yılının sonu, Hıristiyan hesabına göre 1860 yazının başı yaklaşmaktaydı. Yer ise Cebel-i Lübnan’ın Dürzileri ile Marunileri arasındaki kanlı mücadelenin göbeğindeki zengin ama bahtı kara Deyrü’l-Kamer, yerel dildeki adıyla “dağ kenti” idi. Savaş o zamana kadar bir arada yaşamaktan memnun olan, birbiriyle her gün temas eden bir topluma cemaat ayrımı duygusunu dayatarak komşuyu komşuya düşman etmişti. Zihnindeki bu çok-cemaatli hayat mirasıyla ve işlerin normalde nasıl olması gerektiği konusundaki bilgisiyle Salim, ailesi –yani Ebu Nekedler– kuşatma altındaki kent için vaktiyle tartışılmaz şekilde hak iddiasında bulunmuş (ve şimdi yeniden bulunan) Dürzi beyine kendisini koruması için yalvarıyordu. Onu evinde tutma çabasıyla kahve getirdi, yemek hazırladı ve onunla tütün içti, sonra da gümüş hokka takımları, saatler, mücevherler ve değerli nesi varsa hediye olarak sundu. Cebel-i Lübnan’ın itibar ve hiyerarşi simgeleri olan misafirperverlik ve kahve ikramı zengin bir Hıristiyanın evinde devam ederken, dışarıda Dürziler Hıristiyanlar ile savaşıyor ve dünyalarını altüst ediyorlardı.
Haziran sonuna doğru savaş sona erdiğinde tahminen yedi yüz köyün iki yüz kadarı talan edilmiş, kiliseler ve manastırlar yerle bir edilmiş ve Dürzi mabetlerine tecavüz edilmişti. Bütün şehirleri Hıristiyan sakinlerinden temizleyen Dürziler galiptiler. Hemen ardından Şam’daki Müslümanlar şehirlerinde Avrupalıların etkisinin artmasını protesto etmek üzere ayaklandıklarında on dokuzuncu yüzyıl Suriyesi’nin en çirkin şehir teröründe binlerce Hıristiyan daha katledildi. Osmanlı İmparatorluğu’nun sultanına bir vakanüvisin “Suriye’nin ah edişi” diye tanımladığı şey duyuruldu. Bulaşıcı hastalıkların, vebanın ve çekirgelerin aksine, daima bir şekilde eşyanın tabiatına uygun olan eskinin kan davalarının ve saray darbelerinin aksine, 1860 olayları Osmanlı Doğusu’nun tarihine kanla lekelenmiş olarak girdi ve onu sonsuza kadar değiştirdi.
İlerleyen sayfalarda Osmanlı Cebel-i Lübnanı’nda 1860’taki şiddet felaketinin gerçekleştirildiği sahneyi hazırlayan modern mezhep kimliğini anlamaya çalışacağım. Hikâye uzun yıllar öncesinde, Lübnan toplumunun Osmanlı ve Avrupalıların reform söylemlerine açıldığı, aslında kendisini açtığı zamanda başlamaktadır. Söz konusu söylemler, kendinden menkul “Hıristiyan” Batı ile onun ebedi düşmanı olarak gördüğü “İslami” Osmanlı İmparatorluğu arasında sömürgesel bir karşılaşmanın alanı haline getirmişti dini. Bu karşılaşma Cebel-i Lübnan’ın çok-inançlı toplumunda dinin anlamını derinden değiştirmiştir, çünkü mezhep kimliğini siyasal reformun geçerli tek işareti ve siyasal taleplerin hakiki tek temeli olarak öne çıkarmıştır. Hikâyenin konusu, dinin karmaşık toplumsal ve siyasal ilişkilere girdiği yerel gelenek ve uygulamalar ile –her cemaatin kendine dair siyasal tanımının dinsel çizgiler üzerinde yeniden şekillendirilmesiyle çok önemli hale gelen– Osmanlı modernleşmesinin ortak yaşamıdır. Bu nedenle mezhepçiliğin ya yerel bir kötülükten ya da yabancı komplosundan ibaret olduğu yanılsamasının daha başlangıçta giderilmesi zorunludur. Mezhepçilik ancak birbiriyle etkileşime girip –hem çatışıp hem işbirliği edip– yeni bir tarihsel muhayyile üreten yerel ve emperyal tarihlerin kabul edilmesiyle ve bunlara başvurulmasıyla anlatılabilir.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Araştırma/İnceleme Tarih Türk-Osmanlı
- Kitap AdıMezhepçilik Kültürü: 19. Yüzyıl Osmanlı Lübnanı'nda Cemaatler Tarih ve Şiddet
- Sayfa Sayısı312
- YazarUssama Makdisi
- ISBN9786053163893
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 2024