Gavin Francis hekimlik hayatı boyunca çok şey gördü: anoreksi kıskacındaki gelecek vadeden hukuk öğrencisi, yasaklı steroidler yüzünden baba olma ihtimalini kaybetmek üzere olan vücut geliştirici, ergenliğin karman çorman fizyolojisi altında ezilen genç, alnının ortasında boynuz çıkmasına rağmen neşesi dinmeyen kadın…
Büyük övgü toplayan kitabı Metamorfoz’da Gavin Francis, hekimlik hayatında bizzat karşılaştığı vakaları, tıp tarihinden, sanattan, edebiyattan ve mitolojiden öykülerle bir araya getirerek, neden insan olmanın özünde değişimin yattığını anlatıyor. Francis’in ellerinde her vaka, kimlik ve tabiatlarımızın biyolojik, psikolojik ve felsefi anlamda keşfi için birer fırsata dönüşüyor.
İçindekiler
Gizlilik Notu xiii
1. Dönüşüm 1
2. Kurt Adamlar
Dolunay Gerginliği 6
3. Döllenme
Var Oluşun İlk ve İkinci Nedeni 17
4. Uyku
Rüyalar Odası 30
5. Vücut Geliştirme
Dizginlenemeyen Öfke 39
6. Kafa Derisi
Boynuzlara, Dehşete, Şan ve Şerefe Dair 50
7. Doğum
Kalbi Yeniden Biçimlendirmek 59
8. Gençleşme
Gençlik ve Güzelliğin Simyası 69
9. Dövme
Dönüşüm Sanatı 79
10. Anoreksi
Denetim Büyüsü 90
11. Halüsinasyon
İblisler Dünyası 100
12. Ergenlik
Ansızın İvme Kazanan Gençlik 109
İçindekiler
13. Gebelik
En Özenli İş 120
14. Gigantizm
Torino’nun İki Devi 135
15. Cinsiyet
Teiresias’ın İki Yaşamı 145
16. Jet Lag
Gökyüzünü Kapsayan Beyin 159
17. Sınıkçılık
İyileşmenin Cebri 167
18. Menopoz
Tanrıçanın Üçüncü Yüzü 177
19. Kastrasyon
Umut, Sevgi ve Fedakârlık 187
20. Gülme
Bir Nevi Üstünlük Hissi 198
21. Protez Bilimi
İnsanlık 2.0 206
22. Bellek
Unutmanın Sarayları 217
23. Ölüm
Yaşamaya Şükretmek 233
24. Dönüşümler 244
Teşekkür 249
Notlar 253
Görseller 270
Dizin 273
1
Dönüşüm
Öylesine basit bir başlangıçtan, en güzel ve en muhteşem sonsuz
sayıda biçim evrilmiştir ve evrilmektedir.
Charles Darwin, Türlerin Kökeni
MUAYENEHANEMIN YAKININDA, HER YIL harika dönüşümler geçi- ren kiraz ağaçları ve karaağaçlarla dolu bir park var. Evle iş arasında mekik dokurken biraz vaktim varsa bir bankta mola verir, kısa süreliğine de olsa ağaçları seyrederim. Kış fırtınalarla gelir; son birkaç yılda en ulu karaağaçlardan bazıları fırtınaya karşı koyamadı. Köklerinden sökülen ağaçlar devrildiğinde toprakta tabut büyüklüğünde çukurlar açılır. Paskalya zamanı dallar öyle büyüleyici bir yeşile bürünür ki kimilerinin neden cenneti bu renk hayal ettiğini anlayabiliyorum. İlkbaharda çiçeklenen kiraz ağaçları taç yapraklarını çimenlerin üstüne serperken dalların altında yürümek, pembe bir şölene katılmaya benzer. Ferah ve yoğun kokularla yüklü yaz havasını hissedersiniz; mangallar yakılır, bebekler gölgelere serili örtülerin üzerinde oynar, akrobatlar ağaçlar arasına gerilen iplerde cambazlık yapar. Ama şahsen en sevdiğim mevsim, gökyüzünün açık, havanın berrak ve serin olduğu; kızıl, kahverengi, sarı yaprak öbeklerinin ayaklarımın arasında savrulduğu sonbahardır. Yaklaşık yirmi beş yıldır, eğitim gördüğüm tıp fakültesinin bitişiğindeki bu parkın tadını çıkarıyorum.
On sekiz yaşında, tıp fakültesinde birinci sınıf öğrencisiyken o yaprakların arasından yürüyerek, belleğime kazınan bir biyokimya dersine gitmiştim. Yaşamın karmaşıklığı, girift bağlantıları, hatta mucizesine dair aydınlanmaya yakın bir şey yaşamıştım o derste. Meşum bir başlangıcı olmuştu: Hemoglobin molekülüne ait karmaşık bir şema duvara yansıtılmış- tı. Hoca alyuvarlarda oksijen bağlayan ve “porfirin halkası” olarak bilinen kimyasalın hem kandaki hemoglobin hem de yapraklarda güneş enerjisini yakalayan klorofil için elzem olduğunu anlatmıştı. Yeryüzünde bildiğimiz haliyle yaşamın porfirinler sayesinde mümkün olduğunu söylemişti. Duvarda- ki moleküler yapı, neredeyse Gotik bir karmaşıklıkta bir mi- mariyle birbirlerine kenetlenmiş porfirin yapraklarından oluşan dört yapraklı bir yoncayı andırıyordu. Dört yapraktan her birinin merkezine alev kırmızısı bir demir atomu yerleşmişti. Bu yapraklardan her biri, merkezine oksijen bağlandı- ğında sonbahardaki akçaağaç yaprakları gibi kızarır, diye açıklamıştı hoca. Oksijen serbest kaldığı zamansa renkleri koyulaşıp mora çalıyordu. Buraya kadarki kısım, biyokimyaydı. “Ama bu durağan bir süreç değildir,” diye eklemişti, “dinamik ve canlıdır.” Oksijen, bağlandığı beşiği dönüştürürdü; bu dönüşümün yarattığı stres, atom düzeyinde minicik bir kaldıracı harekete geçirip diğer üç beşiğin de kıvrılmasını sağlayarak molekülü daha fazla oksijen tutmaya sevk ederdi. Bu, biyokimyanın zarafetine dair yaşadığım ilk aydınlanmaydı ve açık olduğu kadar şaşırtıcıydı: Klorofilden hemoglobine bütün moleküller, yaşamı sürdürmek için işbirliği yapıyordu. Şemaya bakarken, aldığım her nefesle ciğerlerimde oksijen tutarak biçim değiştiren milyarlarca hemoglobin molekülünü, ardından da aynı değişimin bu kez tersine yaşandığı beynime, kaslarıma, karaciğerime kan pompalayan kalbimin atımlarını hayal etmeye çalıştım. Yaprakların her yıl yeniden yeşerip dökülmesi kadar yaşamsal ve daimi bir dönüşüm gibi görünüyordu; öte yandan, vücudumda her an gerçekleşiyor olması inanılmazdı.
“Dokular oksijene ne kadar fazla ihtiyaç duyarlarsa o kadar asidik hale gelirler,” diye devam etti söze hoca. “Bu asitlik hemoglobinin biçim değiştirip oksijeni, ne kadar gerekiyorsa tam o kadar serbest bırakmasını sağlar.” O sabah yaşadığım ikinci aydınlanmaydı bu: Kan, vücutta değişen oksijen ihtiyacını karşılamaya mükemmelen ayarlanmıştı. Ardından fetal* hemoglobinin plasenta aracılığıyla anneden oksijen çekecek şekilde gelişmiş incelikli bir yapısı olduğunu açıklamaya başladı ama yaşadığım ilk iki aydınlanma beni öylesine etkilemişti ki söylediklerini doğru dürüst duyamıyordum. Sınıfta derin bir huşu ve gittikçe artan bir coşku hissettim: Vücut kimyasının hengâmesi içinde böylesine bir dengenin varlığı tuhaf biçimde güzel ama aynı zamanda kaçınılmaz görünüyordu.
DÖNÜŞÜM, EDEBİYAT VE SANATTAKİ en eski ve ses getiren temalardan biridir. İki bin yıl önce Latin ozan Ovidius Dönüşümler adlı kitabında “Bir mumun yeni biçimler alışına benzer eriyince, ne kalır eskisi gibi ne de korur eski biçimini… Akıyor bütün varlık, değişiyor, dönüşüyor ne varsa” dizeleriyle doğayı ve insanlığı, canlı cansız bütün varlıkların değişim döngülerine yakalandığı fokurdayan bir girdap olarak betimlemişti.
Ovidius şiirini, bir yaşam birliği ilanı ve bütün varlıklara şefkatle yaklaşmaya davet eden tutkulu bir yakarıyla bitiriyordu. O şefkat tababet uygulamasının da kalbinde yatar; tıp, bilimin iyilikle ittifakı olarak tanımlanabilir. Bu kitap, gerek bedene dair bir düşünme biçimi gerekse evrensel bir doğru olarak insan yaşamındaki dinamizm ve dönüşüme övgüdür. Kâinatın görkemli resmigeçidi etrafımızda evrilmeye devam ediyor; evren genişliyor, galaksimizin girdabı dönüp duruyor; Dünya, yörüngesinde yoluna devam ederken Ay, her geçen yıl biraz daha uzaklaşıyor. Gezegenimizin eksenindeki eğim sayesinde mevsimler değişiyor; şimdiye dek yeryüzünün kıyıları bir trilyondan fazla gelgitle yıkandı. Yerkürenin kabuğu levha tektoniği hareketleriyle yenileniyor. Herkesçe bilinen “Hiçbir şey uzun süre aynı kalmaz” sözü nereden baktığınıza göre bir beddua ya da teselli olabilir. “Aynı nehre iki kere giremezsin,” der Herakleitos çünkü sadece nehrin suları değil, bedenimiz de sürekli yenilenir. Canlı olmak, daimi bir dönüşüm (metamorfoz) halinde olmak anlamına gelir. Sınırlarımız geçirgendir; çevremizdeki unsurlar tarafından biçimlendirilir ve yeniden oluşturulur.
Bir zamanlar denizdeki dalgalardan havaya yükselen damlacıkların karıştığı nehir suyu, ertesi yıl komşunuzun damarlarında akabilir. Beyninizdeki su bir zamanlar yağmur olup antik topraklara yağmış, artık tarihe karışmış okyanuslarda kabarmıştır. Bu bakış açısıyla bedenin kendisi akan bir nehir ya da yanan ateştir; anı anına uymaz. Bedenlerimiz büyürken ve iyileşirken, uyum sağlarken ve yaşlanırken kaçınılmaz olarak değişir; zihnimiz de uyku, bellek ve öğrenmeyle değişir. Bizi ezip geçebilecek krizlerden tutun, beşikten mezara geçirdiğimiz değişimlere; bilinci ören nöral akımlardan, irade ve azmimizin etkisiyle ortaya çıkan değişimlere kadar bizler, değişimin cisimleşmiş haliyiz. “Hasta” sözcüğü “acı çeken” anlamına gelir ve tıp, insanın acısını azaltmanın yollarını arar.* Hekim olarak yaptığım iş, bize yardımcı olan değişimlerden faydalanırken bizi kısıtlayan değişimleri yavaşlatmaya çalışır. Değişim ozanların, sanatçıların ve düşünürlerin kafasını binlerce yıldır kurcalayan bir metafor olduğu için yazar olarak ilgimi çekiyor ve doktor olarak da aynı temayla ilgileniyorum çünkü tıpla uğraşmak, hastaların zihninde ve bedeninde az çok olumlu bir değişim arayışında olmaktır.
2
Kurt Adamlar: Dolunay Gerginliği
İnsanda türünün ilk metamorfoz örneği olarak Lykaon’un [kurda] dönüşümü ayrıntılı olarak incelenmeye değer.
Genevieve Liveley, Ovid’s ‘Metamorphoses’ [Ovidius’un “Dönüşümler”i]
ACİL SERVİSTE GECE KAN revan içinde ve şiddet dolu geçiyorsa ya da çok sayıda psikiyatri hastası başvuruyorsa meslektaşlarımız sıklıkla şöyle der: “Bu gece dolunay var herhalde.” Hatta yoğun bir gece nöbetinde kendimi dışarı atıp yeryüzündeki ağır iş yükümün yanıtını gökyüzünde aradığım bile olmuştur. Ay’ın sadece gelgit ya da insanın üreme döngülerinin değil, zihin üzerinde de etkilerinin olduğu, kökü çok eskilere uzanan bir inanıştır. Othello Emilia’ya şöyle der: “Tamamen Ay’ın hatası. Dünya’ya fazla yaklaşıp insanları çılgına çeviriyor.” James Joyce Ulysses’te duygusal bir anlatımla Ay’ın “insanın aklını başından alan, kepaze eden, güzellik bahşeden, deli divane eden” gücünden bahseder.
Ay’ın insan ruhu üzerindeki dönüştürücü etkisi, Hindistan, İran, Avrupa ve ABD’de yapılmış çeşitli çalışmaların da gösterdiği gibi, yaygın bir inanıştır. Kuzey Amerika’da yapılmış bir çalışmada, halkın yüzde 40’ının Ay’ın insan zihni üzerinde etkisi olduğuna inandığı bulunmuştur; daha önce yapılmış bir araştırmaya göreyse ruh sağlığı alanında çalışan profesyonellerde bu oran yüzde 74’tür. Ama istatistikçiler bu iddiayı doğrulayamamıştır: Travma ya da mani veya psikoz (“delilik”)* nedenli başvurular Ay’ın evresinden etkilenmemektedir ve dolunay ile intihara teşebbüs, trafik kazası ya da kriz destek telefon hatlarının aranma sıklığı arasında bir bağlantı yoktur. Acil servisteki meslektaşlarım ve ruh sağlığı alanında çalışan Amerikalı profesyonellerin yüzde 74’ü yanılıyor.
Gerçeğin bu denli yaygın kabul edilen bir görüşle zıt düşmesi Kaliforniyalı üç psikoloğu araştırmaya yöneltmiş. “Ay ve Deliliğin Yeniden İncelenmesi” başlıklı çalışmalarında araştırmacılar, on dokuzuncu yüzyılda etkin yapay aydınlatmanın gelişmesinden önce dolunayın ruh sağlığı istikrarsız olan kişileri, muhtemelen uyku niteliğini ve sürekliliğini bozarak etkilediğini ileri sürmüşlerdir. Günde on dört saat karanlıkta kalmanın pek çok psikoz atağını sonlandırabildiğini, hatta önleyebildiğini, buna karşılık uyku süresinde hafif bir kısalmanın dahi ruh sağlığını olumsuz etkileyerek epilepsi krizlerini başlatabildiğine dair kanıtlar sunmuşlardır; bipolar hastalığı ve epilepsisi olan hastalarım da bunu bizzat doğrulamıştır. Sağlıklı uyku sırasındaki beyin aktiviteleri, nasıl olduğunu henüz bütünüyle çözememiş olsak da iyi bir ruh sağlığıyla ilişkili örüntülerle örtüşüyor gözükmektedir. Yapay aydınlatma devrinden önce insanlar, ışığı sayesinde gece dışarı çıkmalarına olanak tanıyan dolunaya yakın günlerden faydalanırdı.
On sekizinci yüzyıl İngiltere’sinde sanayiciler ve entelektüellerin kurduğu Ay Cemiyeti, grubun çalışma alanı Ay olduğu için değil, üyeler dolunaylı gecelerde daha rahat toplanabildiği için bu ismi taşıyordu. Ancak ay ışığı hayal gücünün korkutucu tarafını harekete geçirebilecek kadar da gölgeliydi. Fransız psikiyatrist Jean-Étienne Esquirol, “Delilerin taşkınlığı şafak vakti olduğu gibi, dolunaydada artar,” diye yazmıştı: “Bu parlaklık, bulundukları çevrede birini korkutan, bir başkasını sevindiren ve hepsinde taşkınlığa yol açan bir ışık etkisi yaratmaz mı?” JOANNE FREDERICK AMBULANSLA GETIRILMIŞTI; triyaj kâğıdının tepesinde “ajite delirium” yazıyordu. Tıbbi geçmişini ev arkadaşından öğrendik: Birkaç günden beri soğuk algınlığı geçiriyordu, keyifsiz ve halsizdi. Eczaneden aldığı ilaç işe yaramamıştı. Halsizliği artmış, karın ağrısı başlamıştı; cildinde yanma hissi vardı. İşerken idrarının sıcak ve yoğun olduğunu hissediyor, sancı çekiyordu. Daha önce de idrar yolu enfeksiyonları geçirmişti ama bu kez farklıydı; bir huzursuzluk hissi gövdesinden uzuvlarına yayılarak bütün vücudunu ele geçirmişti. Bacakları titriyordu, kollarında takat kalmamıştı ve hafif ateşi vardı.
Aile hekiminden randevu almış ama gitmeye fırsat olmadan duvarlarda dolaşan dev kertenkele halüsinasyonları görmeye başlayınca ev arkadaşı ambulans çağırmıştı. Hastaneye giderken ambulansta nöbet geçirmişti. Onu ilk gördüğümde sakinleştirici verilmiş, ileri bakım ünitesinde yatıyordu. “Ajite delirium”un yüzlerce sebebi olabilir: doz aşımı, yoksunluk sendromu, enfeksiyonlar, inme, beyin kanaması, kafa travması, psikiyatrik bozukluklar, hatta bazı vitamin eksiklikleri. Fakat Joanne’in bütün kan sonuçları normaldi; beyin BT’sinde dikkati çeken bir şey yoktu. İleri bakım ünitesinde, sakinleştirici verilmiş yatarken ev arkadaşı bana daha detaylı bilgi verdi. Joanne sakin bir hayat sürüyordu; birkaç yakın arkadaşı vardı ama genelde içine kapanık biriydi. Daha önce bir kez “sinir krizi” nedeniyle hastaneye başvurmuştu; kayıtlara göre kısa süreli bir panik atak ve anksiyete krizi geçirmiş, birkaç günlük dinlenmeyle düzelmişti. Belediyede, bodrum katında yönetici olarak çalışıyordu ve işini, güneşten uzak kalmasına olanak tanıdığı için seviyordu.
“Güneşte çok çabuk yanar,” demişti ev arkadaşı, “onu yazın görmelisiniz; cildi kabarcıklarla kaplanır.” Derisi, özellikle de yüzü veellerinin üstü, nemli cildin üstüne kahve granülleri serpilmiş gibi benek benekti. O zamanlar çiçeği burnunda bir doktordum; Joanne’in durumu benim için olduğu kadar ekibin geri kalanı için de bir bilmeceydi. Vizite gelen icapçı hekim Joanne’in öyküsünü dikkatle dinledikten sonra eski başvurusuyla ilgili kayıtları inceledi. Cildini ayrıntısıyla muayene etti, normal çıkan test sonuçlarını gözden geçirdi ve muzaffer bir bakışla “…porfirin düzeylerine bakalım,” dedi. Gerek hemoglobinin gerekse klorofilin yapısı için elzem olan porfirinler vücutta yapı işçileri ekibi gibi birlikte çalışan bir dizi özelleşmiş enzim tarafından üretilir. Yapı işçilerinden biri gerektiği gibi çalışmazsa porfiri denen durum ortaya çıkar.
Oluşan kısmi porfirin halkaları kanda ve dokularda birikerek ilaçların, gıdaların, hatta birkaç gecelik uykusuzluğun dahi başlatabileceği “krizlere” sebep olur. Bazı porfirinler ışığa son derece hassastır (klorofildeki porfirinlerin güneş enerjisini soğurabilmesini sağlayan da bu özelliktir) ve bazı porfiri tipleri güneşe maruz kalan ciltte iz bırakan kabarcıkların oluşmasına yol açar. Sinirlerde ve beyinde porfirinlerin birikmesi uyuşma, felç, psikoz ve nöbetlere neden olur. Ciltte porfirin birikiminin, sebebi henüz açıklanamamış bir diğer etkisiyse alında ve yanaklarda kıllanmadır. Akut profiri kabızlığa ve kıvrandırıcı karın ağrısına yol açabilir; hastaların feryat figan ameliyathaneye alınıp doğru teşhisi konamadan gereksiz yere ameliyat edilmesi nadir değildir. (Aynı enzimler bitkilerde iş göremediği zaman, orta düzeyde bile olsa ışığa maruz kalan yapraklarda koyu renk benekler meydana gelir.) Joanne’in laboratuvar sonuçları porfirin düzeylerinin yüksek olduğunu doğruladı; muhtemelen “variegate” porfiri denen nadir bir porfiri tipinden mustaripti.
Tedaviye zaten başlanmıştı: istirahat, krizleri alevlendiren ilaçlardan uzak durma (soğuk algınlığı için eczaneden aldığı ilaçlar tahminenkrizi tetiklemişti) ve damardan sıvı tedavisi. Bunlara bir de glukoz infüzyonunu ekledik. Üç gün içinde durumu düzeldi; kendisine uzak durması gereken ilaçların bir listesi verildi ve ışığa karşı hassasiyetinin nedeni açıklanıp taburcu edildi. 1964’TE LEE ILLIS (Londralı bir nörolog) Proceedings of the Royal Society of Medicine dergisinde ilginç bir makale yayımladı. Etkili ve ikna edici dört sayfalık yazıda, porfiri hastalığının kurt adam efsanesini pekiştirdiği, hatta başlattığı ileri sürülüyordu. Hipertrikoz gibi ciltle ilgili sorunlar yüzde ve ellerde kıllanmaya neden olabilir ama psikiyatrik belirtilere yol açmaz. Kuduz insanlarda ajitasyona ve öfkeli davranışlara, ısırmaya ve halüsinasyonlara sebep olabilir ama ciltte değişiklik yapmaz. Illis, porfiri hastalarının güneş ışığından kaçındığına ve geceleri dışarı çıkmayı tercih ettiklerine dikkat çekiyordu. Uykusuzluk ya da diyet değişiklikleri krizlere zemin hazırlayabilir. Tedavi edilmeyen ağır vakalarda cilt sarılık nedeniyle soluk sarımsı ve yara izleriyle dolu olabilir, hatta yüzde kıllanma başlayabilir. Belli porfiri tiplerinde ruh sağlığının bozulmasından ötürü sosyal izolasyon ve topluma karşı güvensizlik duygusu gelişebilir.
Geçmiş yüzyıllarda bu belirtilerin cadılık suçlamalarına yol açmış olması muhtemeldir. Fransız şeytan kovucu Henri Boguet, Discours exécrable des Sorciers [Büyücülerin Menfur Sözleri] (1602) adlı kitabında, işkence edip öldürdüğü kurt adamların ve cadıların sayısıyla böbürlenir: çocuklar dâhil altı yüz. “Bu Büyücüler’in hepsinin yüzünde, kol ve bacaklarında çok kötü izler vardı,” diye yazmıştır, “hele içlerinden biri o kadar çirkindi ki insan demeye bin şahit isterdi; ona bakanın tüyleri diken diken olurdu.” Işığa hassasiyetle birlikte zaman zaman ortaya çıkan bir çılgınlık halinin cahil, yalıtılmış, safdil bir toplumda insanların kurda dönüşebileceği korkusunu besleyip sürdürmesi hiç de anlaşılmaz değil. Sonuçta ruh sağlığı alanında çalışan profesyonellerin yüzde 74’ü dolunayın deliliğe neden olabileceğine inanıyor. ANTİK HİTİT YASASINDA bir toplumdan dışlanmak yahut kovulmak “Sen artık bir kurtsun” şeklinde ifade edilirdi; dışlanmış bazı insanlardan söz ederken hâlâ “yalnız kurt” lafını kullanırız. Ovidius’un Dönüşümler’de tarif ettiği ilk dönüşüm, tanrıların insanı, sergilediği vahşet ve yamyamlıktan ötürü cezalandırmak için kurda dönüştürmesidir.
Her ne kadar kurtların bir tehdit oluşturduğu algısı Avrupa’dan silindiyse de yırtıcı ya da gözü dönmüş bir karakterle ilgili metafor ararken ilk aklımıza gelen, tıpkı “aç kurtlar gibi saldırmak” deyiminde olduğu gibi, yine onlar oluyor. Çocuklar hâlâ “Kırmızı Başlıklı Kız” masalındaki ya da Üç Küçük Domuzcuk’u dehşete düşüren kurt karşısında titriyor. Taş Devri’nde yaşamış atalarımızın mağara duvarlarına yaptığı kurt resimleri bilinen en eski sanat eserlerindendir. “Kurt adam” insanın fiziksel olarak kurda dönüşmesini ifade ederken, Yunanca kökenli bir terim olan “likantropi” psikiyatride kurda dönüşme sanrılarının olduğu bir psikoz türü için kullanılmaktadır. Gerçi psikiyatristler bu terimin kullanım alanını, herhangi bir hayvana dönüşme sanrısını kapsayacak şekilde genişletmişlerdir ama doğru terim, Yunanca “yaban hayvanı” anlamına gelen therion sözcüğünden türetilmiş olan “teriantropi”dir. Plinius insanların fiziksel olarak kurda dönüşmesinin saçma bir fikir olduğunu, sadece insan zihninin dönüşme yetisine sahip olduğunu düşünüyordu: “İnsanların Kurtlara dönüşebilmesi ve sonra da eski haline dönebilmesi hiç şüphesiz kuyruklu yalandır.” İngiltere Kralı I. James (İskoçya Kralı VI. James) okültizme özel bir hayranlık besliyordu ve Daemonologie (1597) adlı kitabında kurt adamlar hakkında şöyle yazmıştı: “Eski Yunanlar onlara, kurt adam anlamına gelen lykanthropoi derlerdi. Ama kısaca fikrimi söylemem gerekirse… Öyle olsa bile bunun, Melankoli’nin aşırı bir biçimi olduğunu düşünüyorum.”O halde Kral James likantropinin fiziksel bir dönüşümden çok, psikiyatrik bir sorun, geçici bir delilik olduğunudüşünüyordu.
Yunan hekim Sideli Marcellus da aynı görüşteydi: Geceleri Atina mezarlıklarına dadandığı bildirilen kurt adamların, kurda dönüşmüş insanlar değil, meczup olduklarını savunuyordu. Bizanslı hekim Aegina’lı Paul, bu likantropların hacamat, uyku ve sakinleştiricilerle tedavi edilebildiğini yazıyordu ki bunlar porfiriye yönelik çağdaş tedavilerden çok da farklı değildir. Antik dönem edebiyatı dönüşüm sanrılarıyla doludur: Vergilius Eclogue’larından birinde, lanetlendikleri için ineğe dönüştüklerine inanan üç kız kardeşin deliliğini anlatır. “Tarlalar hayali böğürmelerle inliyordu… Üçü de sabanın boyunduruğundan korkuyor, yumuşak alınlarında boynuz arıyordu.” Eski Ahit’te depresyon geçiren Kral Nebukadnezar’ın hayvana dönüştüğü anlatılır: “İnsanlar arasından kovuldu. Öküz gibi otla beslendi.
Bedeni göğün çiyiyle ıslandı. Saçı kartal tüyü, tırnakları kuş pençesi gibi uzadı.” Ortaçağ sonlarında Avrupa’da Boguet’nin tanımladığına benzer vahşet örneklerine görece sık rastlanıyordu: Yüzlerce sözümona kurt adam cayır cayır yakılmıştı. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda “likantropi”ye ilişkin yayınlar batıl inançların (ve Avrupa’daki kurt topluluklarının) azalmasına paralel olarak silinmeye başladı. Ancak hezeyan tamamen ortadan kalkmış değildi, sadece biçim değiştirmişti. 1954’te Carl Jung, gecelerce rüyalarında annelerinin hayvana dönüştüğünü gören üç kız kardeşi yazdı. Jung yıllar sonra annede psikotik likantropi gelişmesine hiç şaşırmamıştı; ona göre kızlar bilinçaltında annelerinin uzun zamandır baskılanmış “ilkel kimliği”nin farkına varmışlardı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Sağlık
- Kitap AdıMetamorfoz: İnsan Vücudunda Değişimin Öyküsü
- Sayfa Sayısı304
- YazarGavin Francis
- ISBN9786051981222
- Boyutlar, KapakKarton Kapak,
- YayıneviDomingo Yayınevi / 2020