Demirler Köşkü’nün bahçesi, serası ve Öykü’sü… Neli’nin planları. Hisseler, büyük ortaklar, küçük ortaklar, atılan zarlar… Sonra başka türlü bir adamın gelişi… Paranın karşısında parasız yatılı. Yaralar iyileşir gibi değildir bazen. Kazanmak için kazanmaktan başka çareniz olmamalı.
Mermer Köşk, yıkıcı bir aşkın romanı. Uğur ile Öykü’nün, Uğur ile Ezgi’nin, Öykü ile Ezgi’nin hikâyesi… Skandalların, sırların, eski defterlerin derkenarları… Paranın itişmesi, ego savaşları ve alacakaranlık bir aile tarihi.
Mehmet Eroğlu, ustalıkla anlatıyor Mermer Köşk’ün fısıltılarını. Doyumsuz, habis ve haset yüklü bir devranın içinde aşkın savruluşunu…
“Çoğu güzel kadın sanır ki, güzelliğini taçlandırmak için ille de aşk gerekir.
Oysa aşk güzelliğini yok edebilir… Aşkın dış kabuğu coşkudur; kabuğun içindeyse sadece acı vardır.
Aşk bizi canlı olduğumuza inandırır… Bu denli istenmesinin, aranmasının, peşinden koşulmasının ardında bu dürtü olmalı…”
BİRİNCİ KİTAP
(AŞK)
“İnsan, nasıl Tanrının var olmasıyla yetinmez,
onun tek olmasını da dilerse, aşkının da öyle olmasını ister.
Ama nedense aşkın Tanrı’dan önce icat olduğunu unutur…”
Birinci Bölüm
– 1 –
Evet, emindi; bahardan çok mayısın habercisi olduğu için seviyordu nisanı. Öykü, köşkün gösterişli ön cephesini bir çift şefkatli kol gibi saran balkona açılan, dört bükümlü, Fransız stili yüksek kapıya doğru yürürken sanki mayısla kucaklaşacakmış gibi neşeliydi. “Dün kırk altı; bugün kırk beş…” Güneydoğu’da, bir kasabada askerlik yapan yeğeninin terhis edilmesini bekleyen Remzi gibi gün sayması komikti ama sabahları dudaklarında vaat dolu bir mırıltıyla dönüşen rakamlar ona umutlu bir mutluluk veriyordu. Çıplak ayağı, yatağı çevreleyen uzun tüylü yumuşak halıdan sonra mermer zemine temas edince hoş bir duyguyla ürperdi. Duş alırken gece gördüğü rüyayı hatırlayınca banyodan aceleyle fırlamış, havluya sarınmamıştı. Saçlarından süzülen sular omuzlarından, sırtından, kalçalarından yere damlıyordu. Ayağının altındaki mermerin kayganlaşmasına aldırmadan ilerledi ve son iki haftadır her sabah yaptığı gibi kapının yanındaki pencereye yaslanıp çocuksu merakla yüklü bakışlarını havuzun arkasındaki erguvan ağaçlarına çevirdi. On gündür, bütün yıl beklediği o büyüleyici pembe rengi görme umuduyla uyanıyordu. On sekiz yıl önce, Ezgi’nin havalar serinlediğinde de yüzebilmesi için tasarlanan ve havuzun üzerine her eylül sonunda geçirilip mayıs başında tekrar toplanan portatif cam yapı, güneş ışıklarını bir ayna gibi yansıtarak gözünü alıyor, ağaçların dallarını gümüşi bir cilayla kaplayıp belirsizleştiriyordu.
Gözlerini kıstı: Hayır, baharı onaylayacak o gizemli pembeden yine haber yoktu. Sabahları onu aldatmayı alışkanlık haline getiren umudunu kapıda bırakarak hızlı adımlarla banyoya geri döndü, havluyu aldı, vücuduna sararak gece uyumadan önce verdiği kararı doğrulatmak istercesine, bu kez tatlı bir öfkeyle pencereye yürüdü. Bu yılki partide masaların geniş çim düzlüğü çevreleyen söğütlerin doğu tarafında kurulmasını önerecekti.
Biliyordu, Neli önce katılmayacak, karşı çıkacak ama fikrin iyi olduğunu sonunda kabul edecekti: İtirazları duyabiliyordu: “Kızım, evden çok uzak! Davetin merkezi mutfaktan kopacak, servis zorlaşacak. Sen anneni dinle…” Ama hem geceyle birlikte ortaya çıkacak ışıltılı Boğaz manzarası hem de saat yirmi bir onda atılacak havai fişeklerin gökyüzünün ağaçlardan kurtulduğu kısmından yükseleceği için daha uzun seyredilebilecek olması, bu zahmete değecekti. “Üç ya da dört ilave garson sorunu çözer…”
Bahçeyle ilgili her konuda son ve kesin söz sahibi annesini ikna etmek için vereceği cevabı bulmanın mutluluğuyla kollarını iki yana açtı. Yatağın karşısındaki, çerçevesi altın varakla kaplı antika boy aynasında görünen yarı çıplak bedenini, postürünü, yuvarlak omuzlarını, uzun, beyaz boynunu, ışıltılı gözlerini, kısacası kendini, odasını, bu köşkü, ailesini ve tabii bunların tümünü kucaklayıp sarmalayan o harika hayatını seviyordu. İçini dolduran güven duygusunun coşturduğu neşeyle geri döndü.
Kahvaltıya geç kalmamalıydı. Ancak bakışları komodinin üzerindeki parlak, beyaz kartona rastlayınca sevinci gölgeleniverdi. Neden odaya getirmiş, neden yırtıp atmamıştı ki? Aynadaki kadını bırakarak komodine doğru iki adım attı. Gece göz ucuyla baktığı davetiye bıraktığı yerde duruyordu. “Neslihan Hanım, sevgili validem, bak! Suzan bile âşık olmuş!” Ezgi, artık evde kaldığı düşünülen kuzenlerinin önceki gün Neli’nin yorum yapmadan verdiği evlilik haberini duyar duymaz ona dönerek alaycıbir tavırla gülümsemiş, ardından her sözcüğü ayrı ayrı vurgulayarak böyle demişti. Kendisinden bile gizlenen o sinsi eksiklik duygusu, o acısız hüzün habersiz yayılan bir gölge gibi az önceki mutluluğunun yerini aldı: Otuz dört yaşın kapısını aralamasına kırk beş gün kalmıştı; aşk dışında her şeyi vardı… Birkaç adım attı, tekrar yansımasına yaklaştı. Suzan’ın bile bulduğu aşk, sanki bilmediği bir dildeki, telaffuz edemediği yabancı bir sözcüğe benziyordu.
Ezgi’nin Floransa’ya gitmeden önce açtığı serginin tanıtımı için hazırladığı o itici afişin üstüne, âşık olmayanları teselli edercesine, gotik harflerle yazdığı cümleyi –aforizmayı andıran sözlerin amcasına ait olduğuna emindi tekrarlarken buldu kendini: “Aşk, sadece saflar ve budalalar için bir mutluluk arzusudur.” Bakışlarını aynadaki yarı çıplak ikizinden ayırmadan biraz geriye, yatağa doğru çekildi. Şu gözlerle mi? Hayır, ne saftı ne de budala! Her ne kadar küçültücü, kendine yakıştırmadığı bu sıfatlardan uzak durmaya kararlı olsa da banyoya dönerken aklında yeni sorular vardı: Ya Ezgi’nin ne zaman aşktan söz edilse alaycı bir tavırla mutlaka tekrarladığı gibi, âşık olmadığı, olamadığı için hayıflanmıyor, sadece elde edemediği için öfkeleniyorsa? Ailenin “genetik sınırsız sahip olma” isteğinin doyurulmaması! Ablasını iğneleme fırsatını hiç kaçırmayan sivri dillinin sözlerinde gerçek payı var mıydı? Doğduğundan beri istediği her şeye kolayca sahip olan birisi için katlanılması zor bir durum olurdu bu diye düşündü.
“Tutku eksikliği! Bence kızınızın sorunu bu!” Belki de piyano hocasının yıllarca önce ders vermekten vazgeçtiğini annesine bildirirken –salondaki gölgelere saklanıp– utanarak vurguladığı bu kişilik özelliğiydi sorun. Tutku eşittir acı: Yüzünü buruşturdu: Acı çekmekten hep korkmuştu. Şanslı ablasının aksine yazgısı hastalıkla biçimlenen Ezgi, onun acı çekmesini bilmediğini söylemez miydi? Granit kaplı geniş tezgâhın üzerine yan yana dizilmiş kremlerin arasından vücut sütüne uzandı. Kaygılar insanı aşktan uzak tutar mı, sorusuna yine Ezgi’nin öfkeli sesi cevap verdi: “Narsistler kendilerinden başkasını sevemezler…” Karar vermesi uzun sürmedi: Küçük cadı ne derse desin, kendini beğeniyor olması narsist olduğunu kanıtlamazdı. Yarım saat sonra geç kaldığı kahvaltıya katılmak için telaşlı adımlarla merdivenlerden inerken her yıl yazı da karşılayan geleneksel doğum günü partisinin sevincini bölerek keyfini kaçıran o mutsuzluğu çoktan geride bırakmıştı. Etrafını ve hayatını çevreleyen sevecen, şefkatli ve sarsılmaz güven duygusu onu her türlü mutsuzluğa karşı koruyacak kadar güçlüydü. Tırabzanına tutunarak inen kişiyi köşkün sahibi kılan merdivenleri ikişer ikişer adımlarken aklında tek şey vardı: On beş gün süren yurtdışı yolculuğundan dün gece, geç saatte dönen babasını köşkten ayrılmadan yakalamak. İki yanını abanoz küpeşte giydirilmiş ferforje tırabzanların süslediği görkemli merdivenler, geçen yüzyılın başında köşk yapılırken İtalya’dan getirtilen mermerlerle kaplanan, görüntüsüyle bir tabloyu andıran antreye iniyordu. Evi ikiye ayıran bu geniş, daire şeklindeki boşluk, gösterişli ahşap kapıdan gireni kucaklamaya hazırlanan hilal şeklindeki renkli bir motifle süslenmişti.
Bordo renginde mermer ve pirinçten oluşan motifin tam üzerinde, Neslihan Hanım’ın müzayedede kıyasıya rekabetten sonra bir servet ödeyerek aldığı ve altı metre uzunluğundaki bir zincirle, bin bir zorlukla tavana asılan antika avize sallanıyordu. Antrenin sağ tarafında biri misafir, diğeri yemek davetleri için kullanılan iki geniş salon, sol tarafında ise genişliğinden dolayı oda diye adlandırılamayacak bir oturma mahalli, ortasına bilardo masanın yerleştirildiği kütüphane ve kış bahçesine dönüştürülen camlı kahvaltı balkonu yer alıyordu. Her iki kapının yanında Neslihan Hanım’ın, köşkün iç bölümlerine açılan geçitleri koruyan muhafızları hatırlatan, sayısız dekorasyon dergisine konu olmuş, ünlü Çin vazoları duruyordu. Merdivenin son basamağında annesi tarafından onu çağırmak için yukarıya yollanan Kevser Bacı’ya rastladı ancak adımlarını yavaşlatmadan kadına gülümseyip güneye bakan duvarı yıkılarak cam bir bölmeyle bahçeyle bütünleştirilen kahvaltı odasına yöneldi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı
- Kitap AdıMermer Köşk
- Sayfa Sayısı513
- YazarMehmet Eroğlu
- ISBN9789750521317
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2017
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Keşke Yüzüme Baksanız ~ Halil Yörükoğlu
Keşke Yüzüme Baksanız
Halil Yörükoğlu
“Kendimi lavaboya soksam, suyu da buz gibi açsam, bir elimle şampuanı döküp diğer elimle saçlarımı okşasam. Kendime yetsem ya ben. Ağladıkça gözlerimin rengi ortaya...
- Uyku Sersemi ~ Hakan Bıçakcı
Uyku Sersemi
Hakan Bıçakcı
“Demir kaydıraklardan boşaltılan taşlar, tuğlalar, beton parçaları, camlar, çerçeveler. Önce gökyüzünü yırtarak gelen bomba sesi. Süratle yaklaşan, huzursuzluk yüklü uğultu. Ve yükün demir konteynerlere...
- Bir Şeyim Yok Anne, Ben İyiyim ~ Hüseyin Kıyar
Bir Şeyim Yok Anne, Ben İyiyim
Hüseyin Kıyar
“Ne yapıyorsun anne?” diye sordu Mahmut. “Araştırıyorum.” “Neyi araştırıyorsun?” “Buzdolabında ne var ne yok, onu araştırıyorum.” Bu sırada, tak tuk sesler çıktı, bir şeyler...