Sevgili dostlar,
Yarın Hindistan ve Nepal’e doğru yola çıkıyorum. Bu yolculuktan ilk söz ettiğimde istisnasız hepiniz “Hangi turla?” diye sordunuz.
“Tek başıma gidiyorum,” deyince önce herkeste bir endişe ve merak “Nasıl olur da yalnız gidersin?” soruları… Sonra da tembihler yağdırdınız.
“Sakın beş yıldızlı otelden başka yerde kalma!”
“Bütün yemeklerini otelde yemelisin!”
“İçeceğin suları kaynat!”
“Dişlerini içme suyuyla fırçala!”
“Her yere otelin ayarladığı taksi ile gitmelisin!”
“Sokaklarda yürüme!”
“Aşı ol, kinin hapı al!”
“Duşta ağzını açma su kaçmasın!”
“Kalabalık yerlere girme!”
“Halkın arasına karışma!”
… gibi harika önerileriniz vardı, fakat benim Babadağı’ndan yamaç paraşütü ile 1900 metreden kendini atmış, elli beş yaşından sonra dalış sertifikası almış, Bali’de ve Çoruh nehrinde azgın sularda rafting yapmış bir deli olduğumu pek aklınıza getirmek istemiyordunuz.
Tembihleriniz için sağ olun. Ben Hindistan’ı beş yıldızda değil, yapabildiğim kadarıyla pansiyon, küçük otel gibi yerlerde kalarak; dolmuşa, trene, otobüse binerek gezmek istiyorum. Hatta bir trenin tepesinde bile seyahat etmek istiyorum. Çünkü artık turist kategorisinden çıkıp seyyah sınıfına terfi etmek istiyorum. Bir zamanlar bir yerde turistle seyyahın farkını anlatan çok iyi bir tanım okumuştum. Turist bir yerlere o yerleri görüp fotoğraflarını çekip evine dönmek için, seyyah ise oralarda yaşamak, hayata karışmak için gider ve evine dönmeyi hiç düşünmezmiş.
Bu arada bir çok kişi bana “Bilmem ne tur sekiz günde şu kadar şehir gezdiriyor,” diye anlatmaya çalışıyor.
Ben de onlara “Öyle bir tura gideceğinize oturup internetten seçeceğiniz videoları izleyin, hem paranız cebinizde kalır, hem yorulmazsınız, üstelik her şeyin en iyisini görürsünüz,” diyorum.
Bana verdiğiniz nasihatlar için çoook teşekkürler. Hiçbirini tutmayacağımı benim akıllı arkadaşlarım çoktan anladı. Buna karşılık ben de size bir söz vermek istiyorum. Sizi hiç habersiz bırakmayacağım. Her günün akşamında oturup o gün neler yaptığımı anlatıp internet bulduğum her yerden hemen yollayacağım.
Valla billa söz… benden mektup almaktan bıkabilirsiniz bile.
Öptüm,
Güneş
hindistan ve nepal’den mektuplar
katmandu yollarında
1970’li yılların başlarında üniversiteyi bitirmiş, evlenmiş iki çocuğu ve saygın bir işi olan bir kadın olmuştum. Hayat, hiç de çocukken ve ilk gençlik yıllarında hayal ettiğim gibi gitmemişti. O yıllardaki rüyalarıma göre, ben mutlaka üniversite okuyacak ama hiçbir zaman evlenmeyip, otelde yaşayıp, restoranda yemek yiyip, gezgin işlerde çalışarak dünyayı fethedecektim. Hâlbuki üniversite yıllarında kendimi olayların akışına bırakmış, aşka düşüp evlenmiş, sonunda sıkıcı bir bankacı kadın olmuştum. Ben sabah 9 akşam 6 işe gidip gelirken dışarıda yeni bir dünya kuruluyordu. Beatles dünyayı sallıyor, doğum kontrol hapları kadınları özgürleştiriyor, çiçek çocukları dünyanın her bir köşesinden otobüslere doluşup Katmandu’ya gidip ‘savaşma seviş’ diye bağırıyordu.
İşte o günlerde hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini düşündüğüm bir hayal kurmaya başlamıştım. Evden, işten, kocadan, çocuklardan bunaldığım günlerde bu hayale sığınırdım.
Hayalimde, bir sabah her zamanki gibi kalkıyor, bankacı üniforması dediğim, mevsimine göre keten veya yün tayyörümü giyiyordum. Tayyörün içinde mevsim ne olursa olsun hakiki ipek buluz giyiliyordu. Mutlaka çorap giydiğim ayaklarımda yüksek topuklu ayakkabılarım oluyordu. Saçlarım o zamanki deyişle mizamplili ve meçliydi. Elimde son model bir hakiki deri çanta vardı. İşte bu kılıkta yanıma hiçbir şey almadan evden çıkıyordum. Rastladığım ilk taksiye atlayıp (o yıllarda hava yağmurlu değilse İstanbul’da sabah bile taksi bulunabiliyordu) ‘Sultanahmet’ diyordum. Orada Katmandu’ya giden ilk otobüse binip yola çıkıyordum.
Bu hayalin gerisi yoktu. En güzel tarafı da gerisinin olmayışıydı. İnsan sonunu bildiği bir yolculuğa niye çıksın ki? Yaşam da öyle değil mi? Sonunu bilmediğimiz bir yolculuktayız ve bu hayatı daha heyecanlı ve anlamlı kılıyor. Sonsuza kadar yaşayacağımızı bilseydik hayat ne kadar sıkıcı olurdu.
Artık olgunlaştığımı sandığım ellili yıllarımın ortasında hayatımın tekdüzeliğe ulaştığını düşünüyordum. İleriki yıllarda daha da yaşlanıp emeklilik günleri geldiğinde kocamla süpermarkete gidecek, alışveriş arabasını birlikte sürükleyecektik. Hayattaki tek tartışmamız, aldığımız bamya ya da fasulyenin zeytinyağlı mı, etli mi pişmesi gerektiği olacaktı. Sonra birden her şey değişti. Bir evlat ve bir evlilik yitirdim. Onlarla birlikte korku duygum da gitti.
Sonunda kendimi ayağımda kot pantolon, elimde bir çekçek bavul, dolgun bir kredi kartıyla Katmandu yollarında buldum. Hayalim bambaşka şartlarda gerçek oluyordu. Olsun, öyle de olur.
hindistan’a gidiş ve ilk izlenimler
21 Şubat 2009
Yalnız başına Hindistan’a gitme fikri bana harika geliyor. Hesapsız kitapsız, az program, az planla (az kuru az pilav gibi oldu) tek başıma hür ve bağımsız olarak istediğim gibi dolaşıp istediğim yerde istediğim kadar kalacağım. İçimde hiçbir korku ya da endişe yok. Hafif bir heyecan var, o kadar. Benim gibi bir ‘adrenalin bağımlısı’ için bu kadarı zaten elzem.Uçakta yerimi arka sıralardan ayırtıp yine 4’lü koltuğu kaparak yol boyunca uyudum. Sabah 4’te Delhi’deydik. Ortalık sakin, herkes hafiften uykulu. Biraz şaşkın hava alanında etrafıma bakındım. Buranın acayip bir yer olduğu anında belli oldu. Lonely Planet’ın tavsiyesine uyarak prepaid (önceden ödeme yapılan) taksi gişesine gidip adresi verdim. Sıra para ödemeye gelince, gişenin önüne üzerimde hiç Rupi olmadan geldiğimi fark ettim. Döviz bozan ofisler pasaport polisinin öbür tarafında kalmıştı. Yalvar yakar olup tekrar ülkeden çıkış ve giriş yaptım. Prepaid taksi kulübesindeki adam bu sefer de ‘bozuk yok’ diye tutturdu. Derken çiklet çiğnediğimi gördü ve istedi. Allahtan yanımda fazlası vardı da, verebildim. Çikleti beğendiğini ifade ederek paramın üstünü verdi.Havaalanından bindiğim taksicinin adres hakkında bir fikri yoktu ama neyse ki, pansiyoncuya cep telefonumdan ulaşabildim, o tarif etti. Şoför yine de giderken sapağı kaçırdı. Taksiyi üç gidiş üç gelişli yolda geriye çevirdi ve biz banketten, ters yönde 2 km. kadar arabalar üstümüze gele gele giderek, sapağı bulduk. Benim yerime Amerikalı veya Avrupalı bir kadın olsa her halde korkudan ölürdü ama biz Türk olduğumuzdan bana pek bir şey yazmadı.Geldiğim pansiyon güzel bir sokakta. Etrafta hiç pislik gözükmüyor. Zaten bu semte bariyerli bir yerden girdik. Ben site sandım ama koca bir mahalleymiş. Pansiyoncu Ajay, tombul sempatik bir adam. Beni kapıda karşıladı. Bir kahvaltı verdiler, uçaktaki yetersiz uyku nedeniyle sersem sepelek ne yediğimi bile fark edemedim. Sonra beni yan binaya götürüp odamı gösterdi. Doğrudan bahçeye çıkılan büyük bir oda. Banyosu düzgün, eşyalar fena değil. 30–40 kitaplık bir kütüphane, bol lamba ve ışık var. Hatta yatağın başucunda çok iyi bir okuma lambası var ki, böylesi otellerde pek bulunmaz. Bahçe hoş. Avustralya’da tanıyıp çok sevdiğim francipani ağacı bile var. Dalyalar kafam kadar. Üzerinde bir sürü çiçek var.
Gündüz uykucusu olarak kahvaltıdan sonra hemen kafayı vurdum. Öğleden sonra saat 4 gibi uyandım. Biraz ne neyin nesi öğreneyim diye pansiyoncunun olduğu binaya geçtim. Pansiyoncu Ajar ile hafiften sohbete başlamıştık ki Hint fakiri kılıklı, oldukça yaşlı bir adam elinde bir tepsiyle geldi. İçinde tütsüler, sarı çiçekler ve bir iki kap vardı. Hintli hizmetkâr dualar okudu. Alnıma sarı bir boya sürdü ve bana eliyle sarı, tatlı bir şey yedirdi. Yaradana sığınıp yuttum gitti. Enerjimin acayip yükseldiğini hissettim. Birden içim sevinçle doldu. Orada olmanın ne kadar harika bir şey olduğunu duyumsadım. Daha gurularla karşılaşmadan bir tek tapınağa bile adım atmadan böyle hissedersem sonunu siz düşünün.
Günlük taksi kiralamanın ne kadar ucuz olduğunu öğrenince Ajay’dan hemen bir araba çağırmasını istedim. (yarım gün 10, tam gün 12 dolar.) Günlerden pazar olduğundan trafik fena değildi. Tesadüfen geçtiğim bir meydanda karşıma seyahat kitabımın tavsiye ettiği bir lokanta çıkıverince
‘Dışarıda sakın bir şey yeme’ tembihlerini göz ardı edip ilk acılı Hint yemeğimi tattım ve bu ülkede hayat kolay olacak kanaatine vardım. Her yerde İngilizce geçerli, yani şimdilik hiç lisan sorunu yok ki, yabancı bir ülkede bu benim için büyük bir rahatlık. Sonra pazar olmasına rağmen açık bulduğum eski çarşılara daldım. İnsanları izleyip bu ülkeye ait baharat kokularını içime çektim. Pislik mi? Evet, tabii, fazlasıyla! Fakirlik mi? Diz boyu. Ama bütün bunlara rağmen burası hüzünlü değil neşeli bir ülke. Sanki pislik ve fakirlik kimsenin umurunda değil. İnsanlar mutlu görünüyorlar. Sonra arabayla Eski ve Yeni Delhi’nin ana yollarında bir tur attım. Gözlerim açılmış olarak bu bambaşka şehri izledim. Wellcome to India.
delhi’de pansiyon
22 Şubat 2009
Saat 8’de köpek havlamasıyla uyandım. Odamdan evin içine açılan kapıyı kullanarak çıktığımda, Hintli hizmetçi kadınla karşılaştık. Kırık dökük İngilizcesi ile yumurtamı nasıl istediğimi sordu. Bu sefer kahvaltımı odamın bulunduğu evde yaptım. Çay berbat. Yumurtalar az pişmiş rafadan. Allahtan yanımda hep çay taşırım. Bundan sonra kendi çayımı içeceğim. Bir de Hint çayı meşhurdur derler. Hizmetçi ufacık tefecik, çok şeker bir kadın. Her halde alt sınıftan bir köylü olmalı çünkü pek İngilizce konuşamıyor. Sadece birkaç kelime ve el kol hareketleriyle mükemmel anlaşıyoruz. Önemli olan anlaşmaya niyetli olmak.
Kahvaltıdan sonra evin içinde biraz etrafıma bakındım. Nasıl iştir pek anlamadım. Evde hizmetçiyle benden başka kimse yok. Burası hiç pansiyona benzemiyor, sanki birisinin gerçek evi gibi. Kapısı açık iki oda daha gördüm, benimkine benziyorlar. Bir takım kapalı kapılar da var, onları açmadım. Genişçe bir mutfak ve büyük bir salon vardı. Kahvaltımı salonda yaptım. Evin etrafı bahçe ile çevrili. Benim odamın iki kapısı var biri doğrudan bahçeye açılıyor, öbürü evin içine. Sonra dün sabah ilk geldiğim yan eve geçtim. Pansiyoncu Ajay durumu izah etti. Yan taraftaki doktor komşusu Dr. Prita ile anlaşması varmış. Kendi pansiyonu dolu olunca gelen müşterileri onun evine yerleştiriyormuş. Bana göre hava hoş. Üstelik Dr. Prita’nın evi daha güzel. Duvarlardaki resimlerine bakılırsa çok hoş bir hanım. Resimlerde yetişkin bir erkek ve kız görülüyor. Her halde Prita’nın çocuklarıdır. Bakalım kendisiyle de tanışırız inşallah.
bu kitabı nerden alabilirim?
çok yakında satışa çıkıyor Ayşe Hanım.
artık temin edebilir miyiz acaba nerelerde var? ben de istiyorum
henüz okumaya başladım ve bayıldım.dili o kadar sade ve içten ki… öncelikle sayfalar boyunca bir kartpostalın anlatıldığı gezdim gördüm kitaplarında değil. mekanları,insanları tüm canlılığıya anlatmayı başarmış. dediğim gibi henüz kitabı yeni okumaya başladım, ama dayanamdım, tavsiye etmeden duramazdım.
aynen katılıyorum ben okudum ve bitirdim :) Bir Hindistan meraklısı olarak harikaydı diyebilirim,iyi ve kötü yanlarıyla her şeyi anlatmış.
Bu dünyadaki en büyük hayalim Hindistanda yaşayabilmek. Hintlilere ve Hindistana büyük bir aşk besliyorum içimde bunun sebebi her ne kadar çocukça gelmiş olacaksada Aamir Khan. Söylediğim herkes benimle dalga geçiyor ve Hindistanı küçümsüyor neden bi Brezilyayı değilde Hindistanı istediğimi soruyor, bense cevap verme karşılığında bulunmuyor sadece gülüp ileride siz göreceksiniz diyorum. Lütfen bir yardımda bulunurmusunuz oraya gidebilmek için ne gerekiyor ne kadar para gerekiyor nerede kalınabilir yaşam nasıldır . şimdiden teşekkür ederim